AVUNTU ÇIKMAZI
Allah-u Zülcelâl, Nisâ Sûresi’nin 115. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
“Doğru yol (hidâyet) kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!”
Geçenlerde İlâhiyatta öğretim görevlisi olan bir arkadaşım bu âyet-i kerîmeyi hatırlattı.
“Döndüğü yöne döndürürüz.”
Başka birçok mealde, “döndüğü sapıklıkta bırakırız,” “yöneldiği yönde bırakırız,” tarzında ifadelere de yer verilmiş.
Kullar da seçseler, nihayetinde her şeyi yaratan Rabbimiz’dir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da bu tarz ifadelerle azametini beyan buyurmuştur. Hidâyeti veren O olduğu gibi, dalâlete izin veren de O’dur.
Bu âyette ayrıca bir mânâ derinliği daha var: Gittiği yola doğru yönlendirmek.
Doğru ve müstakim olmadığı çok açık, gayet âşikâr olan yollar var, dinler var, gidişatlar var.
Onların yolcuları bir şeyler buluyorlar ki orada devam ediyorlar.
Meselâ hıristiyanlar, ne aklın ne de vicdanın kabul edemeyeceği bir dinde nasıl devam edebiliyorlar? Demek ki birtakım duygular hissediyorlar. O duygularla avunuyorlar.
Her türlü dalâlet ehline tatbik edilebilir.
Bunca hurafe, bid’at, bâtıl inanç nasıl ayakta kalıyor? Çünkü bir avuntu bırakıyor. İmtihanın gereği bu.
Buradan bir başka âyet-i kerîmenin tefsirine geçmek uygun olacak:
Her namazda, her rekâtta okuduğumuz Fâtiha’nın duâ cümlesi:
“Bizi sırât-ı müstakime (dosdoğru yola) eriştir!”
Birine “Doğru yoldan git!” desek, “Yanlış yoldan mı gidiyorum?” diye itiraz edebilir. Sürekli doğru yola eriştir diye duâ etmemizin mantığını da âlimler şöyle izah etmişler:
“Hidâyetimizi devam ettir, bizi eriştirdiğin hidâyette sebat ettir.”
“Bizlere hidâyet verdikten sonra, kalplerimize eğrilik girmesine müsaade etme yâ Rabbî!..”
Yukarıdaki izahta, insanın hidayetten uzaklaşıp da tuttuğu yollarda yanlışını sürdürecek birtakım avuntular bulacağı ikazı vardı. Burada da o tür avuntulara aldanıp da, bulunduğumuz hâli, istikamet zannetmememiz noktasında bir ikaz var.
Sanki şöyle bir niyaz:
Sırât-ı müstakim öyle bir Kızılelma, öyle ulaşılmaz bir yüce hedef ki, insan ne kadar dikkat etse, isabet ettirdiğinden emin olamaz ve hep onu ister.
Dikkat olunursa, bu tefsirde, Cenâb-ı Hakk’ın kullarından görmeyi çok sevdiği “tevâzu ve hiçlik” hâli de var. “Ben zaten hidâyetteyim, bana velâyet ver, daha öte yüce makamlar ver!” gibi şişkin niyazlar değil, bilâkis alçakgönüllülük ve mahviyet yüklü:
“Yâ Rabbî, nice uğraşsam da, aczimi bilirim, Sen göstermezsen ben göremem, Sen ulaştırmazsan ben ulaşamam! Hattâ benim ulaştım sandığım sahiller, bir fırtınada cehenneme çıkıverecek avuntu koyları da olabilir. ‘Çalışmıştır yorulmuştur, fakat boşuna!
Sonunda kızgın ateşe girer!’ (Ğaşiye, 3-4) diye tarif ettiğin dalâlet ehlinin yollarına düşürme beni!.. Gazaba uğramışların yoluna sevk etme beni!..
Hakikaten Fatiha’nın sonunda kendilerinden örtülü iki ifadeyle bahsedilen Yahudi ve Hıristiyanlar, bu dalâleti hidâyet zannetme ve dalaletin birtakım avuntularıyla oyalanma noktasında biz ümmet-i Muhammed’e ne kadar acı birer örnektirler.
Allah onlara gazap ettiğini, lânet ettiğini söyler. “Onlar, biz Allah’ın oğullarıyız, sevgilileriyiz,” (Maide;18) derler.
Allah-u Zülcelâl, “Onlara ebedî cehennem vardır,” der; onlar “Biz ateşe girsek bile sayılı gün kalır çıkarız,” (Bakara, 80) derler.
Kuruntularının sarhoşudurlar. Avuntularının meftunudurlar.
Bu hâlleri de onları, gerçek hidayetten alıkoyar. Sırat-ı müstakim’den alıkoyar. Çünkü buldum zannetmek, aramaktan alıkoyar.
Peki nasıl anlayacağız tuttuğumuz yol, kendilerine nimet verilenlerin yolu mu, sırât-ı müstakim mi? Yoksa dalâlet ehlinin yolu mu? Avuntu ve kuruntu ehlinin bozuk yolu mu?
Âyeti tekrar okuyalım:
“Doğru yol (hidâyet) kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!”
•Doğru yol (hidâyet) kendisine apaçık belli olduktan sonra,
Yani Allah vicdanlara, gönüllere, akıllara en az bir kez belki çok kez, hakikatin ışıltılarını gösterir. İnsan buna rağmen, haset, nefret, kibir vb. çeşitli ârızalarla bunun üstünü örter.
“Küfr,” örtmek demektir zaten. O hâlde, uyarıcılara dikkat kesilmeli, ilâhî işaretlere kör ve sağır kalmamalı...
• Peygamberden ayrılır,
Tuttuğumuz yolun doğruluk mihengi en başta Allah Rasûlü’dür. Yol O’nundur. Rasul, O’dur, Usûl, O’nundur. İçinde bulunduğumuz yolun, O’na uymayan noktalarını kırk türlü tevil etmeye çalışacağımıza, kendimizi ve gidişâtımızı O’na uydurmalıyız.
•Mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olur
Mü’minlerin, fakat îmânın hakkını veren kâmil mü’minlerin ittifak ettiği hususlar, icmâ ettiği mezhebler, meşrebler, tarikler; inşâallah bizi mahcup etmez. Tutulan yol; kendisini ne kadar müslümanların umumundan ayrıştırıyorsa o kadar tehlike çanları çalıyor demektir.
Samimi müslümanları hor gören, onlara tepeden bakan anlayışlar, dalâlete sürüklenişin sinyalleridir. Çünkü Mevlâ Teâlâ’nın râzı olduğu yaklaşım, Fâtiha’daki mütevâzı ve her an müteyakkız hâldir.
Hulâsa edersek;
-İlâhî işaretleri görmezden ve duymazdan gelmemek
-Allah Rasûlü’ne, O’nun getirdiği esaslara muhalefet içindeki hiçbir davete yaklaşmamak,
-Vasıflı mü’minlerin ekseriyetinin içinde olmak, onlara horlayıcı gözlerle bakmamak, onlardan bir âdemî olmayı küçük görmemek,
Bu üç esas, hidayetten dalâlete savrulmamak ve dosdoğru yolda sebatkâr olanlardan olabilmeyi sağlar inşâallah!