KARDEŞİN YÜREĞİNİN NERESİNDE?
“Ey Allah’ın kulları kardeş olun!”diyordu ağzı cennet kokan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem.
Rabbinden aldığın emâneti hakkıyla yerine getirip, içinde bulunduğumuz her nimeti bize bildirdiğin gibi “Nasıl kardeş olunur”bunu da bize Sen öğret. Dilleri ve renkleri farklı olan insanları farklı pencerelerden bakmayı terkettirip bir araya toplayan, maneviyatı çökmüş Yesrib’i“nurdan bir şehir” hâline getiren Nebi! Kullanılan yanlış sözleri düzelten, hoşa gitmeyen isimleri değiştiren, hayatın her alanına ayrı ayrı sözler söyleyen ümmetini kıyâmet gelinceye kadar aydınlatan kandil! Yollarımızı, evlerimizi, pazar yerlerini, mescidlerimizi en önemlisi de kalplerimizi ve nefislerimizi temizlemeyi bize öğreten Tâhir!Günahkâr bir şekilde kapına gelene istiğfar edip doğru yolu öğrettiğin gibi bize de kardeşliği öğret.
Yâ Rasûlallah! Bir gün, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, el ele tutuşmuş geliyorlardı. Bu samimi manzarayı seyredip de yanındaki sahabeye, “Nebiler ve rasûllerden başka, bütün önceki ve sonrakilerden cennetlik olanların kemâl çağına erenlerinden iki büyüğüne bakmak isteyen, şu gelenlere baksın!” buyurmuş, sonra da onları birbirine kardeş yapmıştın.(1)
Yâ Rasûlallah! Her şeyi bize Sen öğrettin. Asıl kardeşliğin bombalar başlarda patlarken ve yanarken ocaklar; sofrada her lokmayı sorgulamak olduğunu, lezzeti bırakıp, karın tokluğuna yaşamak olduğunu da sen öğrettin. Açlık çeken ve bundan şikâyet için yanına gelen kardeşine, açlığının şiddetinden karnının üzerinde iki taş bağlı vücudunu göstermek için gömleğini yukarı kaldıran da Sendin. Herkesin ortak kullanacağı mescidinin inşasında elbirliğiyle çalışan ve oturduğu yerden emirler yağdırmayan da Sendin. Arkadaşlarına su ikram ederken içeri giren Bizans Elçisi, Medine Başkanı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i sorunca “Kavmine hizmet eden onların efendisidir” diyen yine Sendin.
Mekkeli Müslümanları teker teker birbirlerine kardeş yapmıştın. O sırada Hz. Ali çıkagelmiş, Gözyaşları arasında, “Yâ Rasûlallah!” demişti. “Sen sahabeleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!” Sen de:“Yâ Ali! Sen dünyada ve ahirette benim Kardeşimsin!(3)
Buyurmuştun. Bugün ümmet nesep bağından daha öte olan İslam kardeşliğini unutur oldu. Kimin kardeş olduğunu araya çizilen sınırlar belirler oldu. Ümmet küçüldü, ümmet acziyete düştü.
Öğret bize ey Allah’ın Elçisi! Yıllarca süren Buas Harbi’yle bir cadı kazanını andıran Yesrib’in gül bahçesine dönüşmesindeki sırrı. Hangi ilaç, ne miktar, hangi sırayla?
Öğret ümmetine kardeşliğin verdiği etkileşimi, enerjiyi, heyecânı… Çeyrek asır zarfında İslam nûrunun âlemin her tarafına yayılmasının, İran’ın tamamen fethinin, Doğu Roma İmparatorluğu’nun tehdit edilmesinin hep bu dinî kardeşliğin resâneti [kuvveti] eseri olduğunu müjdele bizlere!
Ey Ferâsetin şâhı! Ümmetin yine hasta, ümmetin yine yorgun, ümmetin yine rehberliğine ve reçetene muhtaç… Kardeşliğin hakkını hangi kalp üretir? O kalp hangi akideyle oluşur? Hakça bölüşemeyenin kardeşlik iddiası ne anlam taşır? Yaralı kalpler nasıl tedavi olur?
Ashab-ı kirâm köklerini imân ve İslam’la suladığın ‘kardeşlik ikliminde’yetiştiler. Cennete giden yolda dünyalıklara takılmadılar. Eğer bu dünyada kardeşliği pekiştirip, birbirimize ikrâm edersek varacağımız yer cennet dediler. Birbirlerine kardeş tayin ettiğin Sa’d b. Rebî’, Abdurrahman b. Avf’a, “Ben, mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım!” demişti.Büyük sahabe Abdurrahman b. Avf’ın verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”(3)
Bunun üzerine Hz. Abdurrahman b. Avf, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başlamıştı. Rasûl-i Ekrem’in, “malının çoğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etmiş ve kısa zamanda Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer almıştı. Şöyle derdi:
“Taşa uzansam, altında ya altın ya da gümüşe rastladığımı görürüm!(4)
‘Nebevi Hayatın kardeşlik ikliminde’ yetişenler bitmiyordu. Bir savaş sonrası susuzluktan kavrulan dudaklar su isteyince, susayan kardeşini kendine tercih eden Hâris, İkrime gibi kavruk bir nefesle Allâh’a can sunanlar vardı. Ortada üç şehit beden, bir de su kalmıştı. Çöle hayat verecek olan, bu bir testi suydu. Günümüzde kardeşlik, kısmen birebir karşılıklı yaşanmaktan “sanal âlem” boyutuna taşındı. Kendisine, çevresine ve değerlerine yabancılaşan, elindeki küçük bir nesneyi bile paylaşma hislerini yitirmiş insanlar sanal âlemin en güzide kardeşi oluverdi.
Yâ Rasûlallah! Hani bir gün “Ey kardeşler, sizler bir tarağın dişleri gibisiniz ve hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.” demiştin. Ebu Cehil her hususta kendisiyle eşit olan Bilâl’i kardeş olarak görmek istememişti. “Köleyle efendisine aynı şeyi vadeden din, olmaz olsun” diyerek o mekânı terk etmişti. Bilâl aslında mazlumluğuyla, renk farkıyla, muhacirliği ve fakirliği ile bir simgeydi aslında. Onu bu hâliyle reddeden Ebû Cehil, kapıda kaldı da gerçekten kardeş olmak isteyen bunun gereklerini göze alan Hz. Ebu Bekir ve niceleri, saadete daha dünyadayken erdi. Bugün de Müslümanlar Bilâllerle karşı karşıyalar ama kendilerine kardeş beğenmez oldular. Kardeşliklerini menfaat ve çıkar ilişkisine dönüştürdüler. “Para-pul, araba ve karizman varsa en iyi kardeş sensin” dediler. Takvâ, haşyet vesâlihliğinen çok aranır vasıf olduğunu unuttular.
Yâ Rasûlallah! Sen bize; “Sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” buyurmuştun. İman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez şartı ise, müminleri sevmenin de tam ve kâmil bir imana sâhip olabilmenin biricik şartı olduğunu öğrettin. Mümin, kendisiyle aynı imanı paylaşan herkesi, ırkına, rengine, yurduna ve diline bakmaksızın sevecek, onlara karşı muhabbet ve sorumluluk duyacaktı. Çünkü imana sınır, yine imanın kendisiyle çizilebilirdi.Yaklaşık 100 yıldan bu yana birçok İslami kavram tahrife uğradığı gibi“Allah için sevme” kavramı da müslümanlar arasında tahrife/bozuntuya uğradı. Kardeşimizin yaptığı küçücük hatalar önümüze Tihâme dağı gibi durdu. Hâlbuki bizler aynı hataları tek başına kaldığımızda defalarca yapıyorduk. İşlemiş oldukları günahlardan dolayı uzaklaştık kardeşlerimizden. Sahabeden Ebû Derda’nın halini unutmuştuk.
Ashab-ı kiramdan Ebû Derda radiyallahu anh Şam’da kadılık yapıyordu. Birgün halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti ve onlara:
“Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?” diye sordu.
Oradakiler:
“İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız.” deyince Ebû Derdâ bu defa:
“Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu adama da niçin bir ip sarkıtıp onu kurtarmayı düşünmüyorsunuz?” diye sordu.
Şaşırdılar:
“Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?” dediler.
Ebû Derda şu hikmetli cevabı verdi:
“Ben, onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım.”
Ne güzel hikmetli ve esrarlı bir olaydı bu. Müslüman kardeşine karşı olan merhametin en güzel örnekliğiydi bu.
Bugün bizler kardeşliği 4 merhalede yaşamamız gerekir;
1. Durumu iyi olan mü’minin, kendisine mürâcaat eden zor durumdaki din kardeşine yardımcı olması, kardeşlikte birinci merhaledir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..”(5)
İbn-i Abbâs -radıyallâhuanhümâ- bir gün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi. İbn-i Abbâs -radıyallâhuanh-:
-“Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi. Adam:
-“Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde «velâ hakkı» var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sahibi (Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını ödeyemiyorum.” deyince, İbn-i Abbas -radıyallâhuanhümâ-:
-“Senin için o şahısla konuşayım mı?” diye sordu. Adam:
-“Olur.” deyince de hemen ayakkabılarını alıp mescitten çıktı. Adam:
-“Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın?” diye ardından seslendi. İbn-i Abbâs -radıyallâhuanhümâ-:
-“Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu):
-“Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu, kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse, Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile Cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.”(6)
2. İkinci merhale ise; “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…”(7)
Ayetinin sırrına ererek muhtaç durumdaki kardeşinin istemesine gerek kalmadan sıkıntısını giderebilmektir. Bu âyet-i kerîme, yüksek hayâ ve iffetlerinden dolayı zarûretlerini söylemekten çekinen din kardeşlerimizi sîmâlarından tanıyabilecek kalbî hassâsiyete ermemizi telkin etmektedir ki, bu yüksek bir kardeşlik ufkudur.
Hazret-i Ömer’i sırtında un çuvalıyla gece karanlığında mâtemlerin ve dertlilerin civarında dolaştıran hâlet-i rûhiye, yâni gönül hassâsiyeti de budur.
Selefi sâlihin zamanında misafirlerin kim olduğuna bakılmaksızın önlerine yemek konulur, giderken de şayet ayakkabıları eskiyse yenisi verilirdi. Zenginler, hapishâneleri dolaşıp borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlardı. Yine varlıklı mü’minler, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te bakkalları gezip borç defterinden herhangi bir yaprağı açtırır, borcun sahibini bilmeksizin hesâbı öder, tıpkı sadaka taşlarında olduğu gibi, veren alanı, alan vereni görmeden, sırf rızâ-yı ilâhî için hârikulâde bir din kardeşliği yaşanırdı.
3. Bir üst merhale, birr’e ermek, yâni kendisi için sevip istediği şeyleri kardeşi için de isteyebilmek, kardeşini kendisinden ayrı görmemektir.
Bedir Harbi’ne gidilirken imkânsızlıklar sebebiyle bir deveye üç kişi nöbetleşe biniyordu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhuanhümâ- ile nöbetleşe bindiler. Her iki sahâbî de sıralarını cân u gönülden Efendimiz’eikrâm etmek istedilerse de, Efendimiz kendisini onlardan ayrı görmedi ve onlar gibi sırayla deveye bindi. 8
Zîrâ Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:
“Kendi nefsi için arzu ettiği bir şeyi, din kardeşi için de arzu etmeyen kimse gerçek mü’min olamaz” buyurmuştu.(9)
Bu fazîlet merhalesinin diğer bir misâli de, Hazret-i Osman’dır. Zîrâ Medîne’de su sıkıntısı çekilirken Osman -radıyallâhuanh- büyük bir bedel ödeyerek RûmeKuyusu’nusatın almışve Müslümanlara vakfetmişti. Rivâyetegöre kendisi de bu kuyudan su almak için diğer mü’minlerle birlikte sıraya girerdi.
Ecdâdımız Osmanlı’da din kardeşini düşünme olgunluk ve hassâsiyeti öyle yüksek bir nezâket, zarâfet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine kırmızı bir çiçek konur, satıcılar ve hattâ mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırlardı.
4. Din kardeşliğinde en yüksek derece ise, îsar makâmıdır ki, mü’min kardeşini kendi nefsine tercih etmek, kendi hakkını ona devredebilmek ve onu kendinden üstün tutmaktır. Gerektiğinde kendi mahrûmiyetine râzı olup din kardeşinin ihtiyâcını kendi ihtiyacından önce düşünebilmektir. İşte bu, sıddîkların, müttakîlerin, sâlihlerin mertebesidir ve Allah için birbirini sevmenin zirvesidir. Tıpkı âyet-i kerimede buyrulduğu gibi;
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler; kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”(10)
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de kendisinden çok ümmetini düşünürdü. Ashâbı doymadan kendisi ve âilesi doymazdı. Elinde ne varsa muhtaçlara verir, evinde günlerce ocak yanmaz, ekmek bulunmazdı.
Din kardeşini nefsine tercih edip “önce kardeşim” diyebilmek husûsunda, asr-ı saâdetteki kalbî olgunluğu yansıtan İbn-i Ömer -radıyallâhuanhümâ-’nın şu sözleri de çok mânidardır:
“Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe Müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüşü Müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.”(11)
Rahman olan Rabbimiz bizlere, tuğlaları birbirine kenetlenmiş bina gibi sapasağlam kardeşlikler, birbirini gıyabında iken de koruyan kollayan dostluklar ve dualarında kendisinden önce kardeşlerini önceleyen hassasiyet sahibi, rakîk kalpler nasib etsin.
Ki böylece tıpkı şu Arap atasözünde de ifade edildiği gibi candan dayanaklarımız olsun;
“Senin nice kardeşin vardır ki, onları annen doğurmamıştır.”
----------------------------------------------------------
1. İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 174-175.
2. Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 300.
3. İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 125.
4. İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 126.
5.Kasas/77
6.Beyhakî, Şuab, III, 424-425
7. Bakara/273
8. İbn-i Sa’d, II, 21
9.Buhârî, Îmân, 7
10. Haşr/9
11. Heysemî, 10/285