Dünya Hayatının Aldatması
İman sahibi, sâlih amel işleyen ve akıllı olan mü’min müslümanlar, bu fâni mekânı, ebedi hayatı kazanmak için bir araç kılmalıdırlar. Rabbimiz bu fâniliği şöyle beyan buyurur:
“Onlara dünya hayatının örneğini ver: Gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzündeki bitkiler birbirine karıştı, böylece rüzgârların savurduğu çalı-çırpı oluverdi, Allah, her şeyin üzerinde güç yetirendir.” [54]
Dünyanın yaratılış ve süslü kılınması, daha sonra tekrar harap olması. İlkbahar, tâbiatın canlanması, dirilmesi, sanki insanın çocukluk ve gençlik devresi gibidir. Yazın gelişi, ağaçların ve diğer bitkilerin yapraklanıp çiçeklendikten sonra meyve verişi, sanki insanın olgunluk devresidir. Sonbaharın gelişi, ağaçların yapraklarının solup düşmesi, bitkilerin sararması ve esen rüzgârların onların her birini bir tarafa savurması, sanki insanların gözü görmez, eli tutmaz, ayağı yürümez devri olan ihtiyarlık çağıdır. Hastalıklar, rahatsızlıklar o doktordan bu doktora, o hastaneden bu hastaneye, o diyardan bu diyara gidip gelir. Kışın gelmesi, yağmurlar, fırtınalar, boralar, kar ve tipi. Ağaçlar tamamen yapraklarını dökmüş, çıplak kalmış sanki kurumuşlar.
Diğer bitkiler çürümüş, kökleri yer altına çekilmiş, yeni bir ilkbaharı, yeniden dirilme zamanını beklemek üzere saklanmışlar. Bu durum sanki insanın ölüm hali ve sonrası olan kabir hayatını andırır. Yeniden bir başka âlemde dirilmek için toprak altına çekilmek ve beklemek. [55]
Rabbimiz Allah bu hakikati şöyle beyan buyurur:
“Bilin ki gerçekten Allah ölümden sonra yeryüzüne hayat vermektedir. Şüphesiz Biz, umulur ki aklınızı kullanırsınız diye size âyetleri açıkladık.” [56]
Rabbimiz Allah dünya hayatının insanları aldatmaması, şeytanın insanları kandırmaması için bizleri birçok âyette buyarmaktadır:
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” [57]
Dünya hayatının câzibeli görülen yaşantısının bizleri aldatmaması, câiz olmayan, helâl olmayan şeylerden sakınmamız, uzak durmamız, tenezzül etmememiz gerektiğini anlamalıyız. Nasıl olsa işlediğimiz günahları Allah affeder düşüncesiyle, günah olan, haram olan işlere tevessül etmemeliyiz. “O halde gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (emirlerini) dinleyin, itaat edin.” [58]
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına (âhiret için) ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” [59] buyrulmaktadır.
Demek ki, nasıl olsa Allah af eder diyerek günah işlemenin ibadetleri terk etmenin ne kadar yanlış bir değerlendirme, düşünce olduğunu bilmeliyiz. Tabiî ki, bir mü’min olarak günah olan bir iş yapıldığı zaman yapılacak şey, ondan dolayı hemen tevbe etmek gerekir.
“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar hâriç, zira Ben onları bağışlarım.” [60]
“Allah’tan bağışlanma dile. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” [61]
Burada anlamamız gereken şey, elimizden geldiği kadar günah olan hususlardan uzak durmalıyız. Buna rağmen günah işlendiğinde hemen tevbe ederek, neye tevbe ettiysek bir daha onu yapmamaya çalışmalıyız. Rabbimiz Allah şöyle buyuruyor:
“Hayır, siz çarçabuk geçmekte olan (dünyayı) seviyorsunuz ve âhireti terk edip bırakıyorsunuz.” [62]
Dünya hayatı çarçabuk geçiyor; günler, aylar, seneler geçerek insanın dünyada kalma süresi gittikçe azalıyor. Hz. Ali’nin (r.a.) buyurduğu gibi “Dünya arkasını dönmüş gidiyor, âhiret ise (bize) yönelip gelmektedir.” [63] Her an dünyadan ayrılmamız, terk etmemiz mümkün. Çünkü ölümün ne zaman, nerede geleceğini bilmiyoruz; her an ölüm gelebilir. Öldüğümüzde âhiret hayatı başlamış olacak, âhiret hayatı bize çok uzak değil; aksine çok yakın, her an gidebiliriz. Fakat bazı insanlara âhiret hayatı çok uzakmış gibi geliyor. Dünya hayatına bu kadar çok bağlanmanın sadece mutlu olunacak yegâne yer dünyaymış, bize huzur, saâdet, mutluluk verecek başka bir hayat yokmuş gibi. Bütün düşüncesini ve gayretini dünya zevklerine ayırmanın yanlışlığını Rabbimiz bildirmektedir:
“Ama siz şu dünya hayatını tercih ediyorsunuz; oysa âhiret daha iyi ve daha kalıcıdır (devamlıdır)” [64]
“Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne (malına, mülküne, servetine) gözlerini dikme (imrenme).Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.” [65]
“İnkâr edenlerin (refah içerisinde) diyar diyar gezip dolaşması sakın seni aldatmasın.” [66]
Bu âyet-i kerime, Mekke müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, ticaret yapıp para kazandıkları için bolluk ve refah içinde yaşıyorlardı. Müşriklerin bu durumunu gören bazı mü’minler:
“Allah’ın düşmanları böyle bolluk ve refah içinde yaşarlarken biz ise (fakirlik) sıkıntı içerisinde zorluk çekiyoruz.” dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ yukarıdaki âyeti kerimeyi inzal buyurdu. [67]
Tabiî ki, bu ve benzeri âyetlerdeki ikazlarla Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şahsında bütün mü’minlere seslenilmektedir. Âyetin devamı da şöyle:
“ Bu az bir geçimdir. Sonra gidecekleri yer cehennemdir, ne kötü bir yerdir orası! Fakat Rabbine karşı gelmekten sakınanlar için Allah tarafından bir ikram olarak zemininden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. İyi kişiler için Allah katındaki (nimetler) daha hayırlıdır.” [68]
Mü’min kişinin zenginlik, fakirlik olayına bakış açısı âyet-i kerimede geçtiği gibi olmalıdır. Zengin, varlıklı insanların refah içinde yaşamalarının mü’min kişileri aldatmaması gerekir. Çünkü dünya yaşamı geçici bir imtihan yerinden ibarettir. Tabiî ki, mü’minler meşrû ve helâl yoldan imkânlarını arttırabilirler, zengin olabilirler; fakat gayr-i İslâmî yaşantısı olanlarınki gibi ‘mal, mülk, servet, para gelsin de nereden gelirse gelsin, helâl, haram fark etmez’ diyenler gibi değil. Mü’minlerin ölçüsü İslâm’dır. Bir şey câiz ise yapmalı, değilse terk etmelidir. “Allah dilediğine rızkı genişletir, yayar ve (dilediğine) daraltır da. Onlar ise dünya hayatı ile sevinip yetindiler. Halbuki dünya hayatı âhiret hayatının yanında basit, geçici bir faydalanmadan başka değildir.” [69]
“Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız (elinizdeki imkânlar) birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” [70] Allah’ın nasip ettiği mallar, imkânlar imtihan gereğidir. Önemli olan bu imtihanı iyi anlamak ve kazanmak için elinden geleni yapmaktır. Rabbimiz Allah Kur’ân-ı Kerimde Musa (a.s.) zamanında yaşamış azgın bir zengin olan Karun’u örnek vermektedir. Sözde Hz. Musa’ya iman etmişti. Fakat hırsı ve kıskançlığı yüzünden münafıklığa yeltendi. Firavunun görevlisi olarak bulundu, Hz. Musa’ya karşı zâlimlik ve taşkınlık etti. Bir taraftan serveti ile, bir taraftan da ilmiyle övünüyor, şımarıyordu. Ne var ki sonunda ne ilmi, ne serveti ona yar olmuş, azgınlığı yüzünden helâk olup gitmiştir.[71]
“Karun Musa’nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü- kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımaranları (gururlananları) sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma, Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez..’
Karun ise: ‘o (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah kendisinden önceki nesillerden ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarları olan kimseleri helâk etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz. (Allah onların hepsini bilir).
Derken, Karun ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; gerçekten o büyük bir pay sahibidir’ dediler.
Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’n sevabı iman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulamaz’ dediler.
Sonunda onu da, sarayını da, yerin dibine geçirdik, böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden değildi.
Dün onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında ‘vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip yaymakta ve kısıp daraltmaktadır. Eğer Allah bize lütufta bulunmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten küfre sapanlar felâh bulmaz’ demeye başladılar.
İşte âhiret yurdu, biz onu yeryüzünde büyüklenmeye ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) sonuç da takvâ sahiplerinindir.
Kim bir iyilikle gelirse, artık onun için ondan daha hayırlısı vardır; kim de bir kötülükle gelirse, artık kötülükleri yapanlar, yalnızca yapmakta olduklarıyla karşılık görürler.” [72]
Görüldüğü gibi Karun mal ve mülkün kendisine Allah tarafından bir imtihan olarak verildiğini düşünmek ve kabul etmek istemiyordu. Sahip olduğu bu büyük servete, zenginliğe tamamen kendi ilmi ve yeteneği ile sahip olduğu inancındaydı.. Bu şekilde başkalarına karşı övünmesi ve “bu benim malım, ben kazandım, bu servet bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi. Başkasının ne hakkı var ki, onlara yardımcı olayım” düşüncesiyle insanlara karşı malıyla övünüp gururlanıyordu. Ta ki, servetiyle beraber yerin dibine girene kadar.
Karun azgınlık, şımarıklık yaparak, dünya yaşamına, zevkine aldanarak, Allah’ın varlığını inkâr etmesi değil; kendisini Allah’tan bağımsız ayrı bir güç gibi sanması, kendisinde olan güç ve imkânın, kendisinde olan bir üstünlükten kaynaklandığını, Allah’ın imtihan gereği olarak verdiği imkânları imtihan icabı değil, kendi gücünün bir eseri olarak görmesidir. “Sonunda Biz onu da sarayını da (kendisinin gücünden bildiği bütün her şeyini) yerin dibine geçirdik.” buyrulmaktadır. İşte bu Karun olayı, bütün insanlara örnek bir olaydır.
Mala, servete, zevke, dünya câzibesine aldanmayıp Allah’a iman ederek, emrettiği şeyleri yapanları cennetle mükâfatlandıracağını Rabbimiz beyan ediyor.
“İman edip sâlih amel işleyenler (iyi işler yapanlar), Rabb’lerinin izni ile (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere konulacaktır. Orada ebedî olarak kalacaklarıdır.” [73]
“İman edip sâlih amel işleyenler zerre kadar zulme uğramayacaklardır, cennete gireceklerdir.” [74]
“İşte size vaat edilen bu cennet, ki o Allah’a yönelen, emirlerine riâyet eden (kimseler) içindir.” [75]
Allah’a kulluk yapmayanlar, O’nun emir ve yasaklarına uymayan, İslâm’ın hükümlerine karşı çıkanlara Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“İşte bu size vaad edilen cehennemdir. Küfür ve inkârınız sebebiyle, yaptığınız kötülüklere karşılık bu gün girin ateşe (cehenneme)” [76] denilecektir.
“Kıyâmet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz.” [77]
Bu gerçekleri Rabbimiz bizlere bildirmektedir. Bize düşen bu fâni dünyanın geçici malına, mülküne, zevkine aldanmayıp Allah’a iyi kul olmaya çalışmaktır.
Dinî ve aşkın âlemden uzaklaşma, kutsal olan ile bağını koparma ve yeryüzüne kapanma anlamında dünyevîleşme, modern batı kültürünün en karakteristik özelliklerindendir. Önceleri Rönesans ve Reform, daha sonra aydınlanma filozoflarının gayretiyle oluşturulan hümânist-laik Batı kültür ve medeniyetinin insan anlayışı veya dünya görüşünün özü olan ‘dünyevilik’ ile Kur’an’n sık sık dikkat çektiği ve insanı uyarmaya çalıştığı bir tehlike olan dünyaya aşırı düşkünlük arasında sıkı bir bağ vardır. İbrahimî dinlerin insanı kendisine karşı korumaya, uyanık tutmaya çalıştıkları bu en büyük günah, bütün felâketlerin ve ahlâksızlıkların kaynağı olan bu en temel sapma, modern dünyada önce Batıda ortaya çıkmış, daha sonra da bütün dünyaya yayılmıştır. Hz. Musa’nın savaştığı Karun ve Firavun’un [78] dünya görüşü olan bu anlayış, o gün nasıl acılara sebebiyet verdiyse bu gün de çevre kirliliği, silâhlanma, ırkçılık, tüketim çılgınlığı, açlık, savaş ve gelir dağılımında adaletsizlik gibi bir yığın felâkete sebep olmaktadır. Kur’an, insanın haddi aşması ve azması ile dünya hayatını tercih etmesi arasında yakın bir bağ kurar. [79]
“Artık kim azarsa ve dünya hayatını tercih ederse, (onun) gideceği yer cehennemdir.” [80] buyrulmaktadır. Dünyevîleşme, dünyaya aşırı düşkünlük, Kabil’in Habil’i öldürmesi onun bu kötü cinâyeti işlemesine sebep olmuştur.
“Nihâyet nefsi (Kabil’in dünyaya aşırı düşkünlüğü) onu kardeşini (Habil’i) öldürmeye itti de onu öldürdü, bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” [81]
Dünya zevkine, keyfine düşkün olmanın, dünya ve âhiretteki zararı çok büyüktür. Tarih boyu, dünyaperestlikleri yüzünden nice kişiler, kavimler helâk olmuştur. Kur’an-ı Kerim ibret olması için insanların dünya yaşamına, zevkine, câzibesine aldanmanın dünya ve âhiretteki zararlarını belirtmektedir.
“Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının (Şuayb peygamberin kavmi) ve ters dönen şehirlerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mûcizeler getirmişti. (İnanmadıkları ve peygamberlerinin gösterdikleri yoldan gitmedikleri için helâk oldular.) Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” [82]
Âyette geçen kavimlere peygamberler mûcizelerle geldiler, fakat bu kavimler gelen peygamberleri yalanladılar, yolundan gitmediler. Allah Teâlâ da her birini bir felâketle helâk etti. Nuh peygamber kendi kavmine gönderildi. Kavmi onu inkâr edince meşhur tufanında boğulup helâk oldular. Ad kavmine Hud peygamber gönderildi, onlar şiddetli rüzgâr ile helâk oldu. Semud kavmine Sâlih peygamber gönderildi. Onlar da depremle helâk oldular. Hz. İbrahim’in kavmi ise sinekle helâk oldu; Medyen halkına Şuayb peygamber gönderildi. Onlar ateşle helâk oldular; şehirleri alt-üst olarak helâk olan kavim ise Lut peygamberin kavmidir.[83] Bu kavim, homoseksüellik yüzünden belâsını bulmuş, helâk olmuştur. Bu helâk olan kavimlerin ortak özellikleri, dünyaperest olmaları, hevâ ve heveslerine göre yaşamak istemelerinden dolayıdır. Daha dünyada iken cezalarını buldular, âhiretteki cezaları ise daha büyük olan cehennemdir. Dünya câzibesine kapılarak Hak’tan ayrılmaları, bâtıl işler yapmaları sebebiyle gidecekleri yer cehennemdir.
Dünyaperestlik, başta Batı olmak üzere, tüm dünyaya yayılmıştır. Emperyalistler, İslâm ülkelerini işgal ederek kendi dünyaperestliklerini ihraç etmişlerdir. İslâm’a aykırı yaşam tarzını ithal eden, halkı müslüman olan ülkeler de “çağdaş yaşam, en güzel yaşam tarzı budur” demektedirler. Mü’minlere göre en iyi, en güzel yaşam biçimi İslâmî hayat biçimidir. Çünkü İslâm dünya ve âhirette huzur ve mutluluğun yolunu göstermektedir. Ancak, huzur ve mutluluk İslâm’ın hükümlerine, prensiplerine uymakla mümkündür.
“Âhirete nazaran dünyanın değeri ancak, sizden birinizin parmağını denize daldırmasına benzer. Parmağı ile denizden aldığı suyu göz önüne getirsin.” [84]
“Dünya mü’minin pazarı, gece ile gündüz sermayeleri, güzel ameller ticaret malları, cennet kazançları, cehennem de zararlarıdır.” [85].
“Dünyada hiçbir şeye minnet etme, hürriyetini ancak bu sûretle koruyabilirsin.”[86]
“Dünyaya karşı hırsın var mı? Meşakkat içindesin.” [87]
“Dünyanın güçlükleri dörttür; yalnız başına ihtiyarlık, gurbette hastalık, yokluk içinde borç, yolculukta uzun yol.” [88]
“Bu kadar adam gördüm, içlerinden hiçbiri dünyadan memnun değil. Hiç biri de dünyadan gitmek istemez.” (Namık Kemal)
“Şu yalan dünyanın sonu hiç imiş,/Akşam gelip konan sabah göç imiş.” [89]
“Allah’ı bilmeyen dünyaya sarılır, dünyayı bilmeyen hülyaya sarılır, hülyaya sarılan da hakikate darılır.”[90]
“Dünyada eken âhirette biçer.” [91]
“Dünya hayatı geçicidir, gelir geçer. Asıl âhiret hayatını düşünmek lâzım, nasıl geçer? Eğer kişi iman ve sâlih amel ile göçmüş ise, ne iyi, eğer böyle göçmemiş ise, âhiret hayatı olmaz iyi” [92]
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
[54] Kehf: 18/45
[55] Kul Sadi Yüksel, Selefin İzinde, s. 91-92
[56] Hadid: 57/17
[57] Lokman: 31/33
[58] Teğâbün: 64/16
[59] Haşr: 59/18
[60] Bakara: 2/160
[61] Nisâ: 4/106
[62] Kıyâmet: 75/20-21
[63] S. Buhârî, K. Rikak, B. 4 (Bab başlığında)
[64] A’lâ: 87/16-17
[65] Tâhâ: 20/131
[66] Âl-i İmrân: 3/196
[67] Abdulfettah el-Kadi, Esbab-ı Nüzul, Terc. Sâlih Akdemir, s. 94
[68] Âl-i İmrân: 3/197-198
[69] Ra’d: 13/26
[70] Enfâl: 8/28.
[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, vdğ. Kur’ân-ı Kerim Açıklamalı Meâli, s. 393
[72] Kasas: 28/76-84
[73] İbrahim: 14/23
[74] Meryem: 19/61
[75] Kaf: 50/32-33
[76] Yâsin: 36/63-64
[77] A’râf: 7/172
[78] Geniş bilgi için bkz. Zübeyir Yetik, Yeryüzünde Kötülük Odakları Karun, Beyan Yay., Zübeyir Yetik, Yeryüzünde Kötülük Odakları, Firavun, Beyan Yay. İst. 1985
[79] Doç. Dr. Ömer Özsay, Doç. Dr. İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, s. 464
[80] Nâziât: 79/37-39
[81] Mâide: 5/30
[82] Tevbe: 9/70
[83] Hayreddin Karaman vdğ. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, s. 197
[84] Hadis-i Şerif
[85] Hz. Ebu Bekir (r.a.)
[86] Hz. Ali. (r.a.)
[87] Hz. Ali (r.a.)
[88] İbn el-Mukaffa (r.a.)
[89] Pir Sultan Abdal
[90] Muzaffer Coşkun, Yıldız Cümleler, s. 107-108
[91] Atasözü. M. Hamdi Yazır
[92] Süleyman Gülek, İnsan Gerçeği Ve İslami Hayat, Rağbet Yayınları