Dini Doğru Anlamak
İbn Abbas’tan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Allah kime hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar.”
(Ahmed b. Hanbel, I, 306; Tirmizî, İlim, 1; Dârimî, Mukaddime, 24. Ayrıca bkz. Buhârî, İlim, 10; Müslim, İmâret, 175.)
Hadisin ravisi Abdullah b. Abbas (r.a.) Hz. Peygamber’in amcasının oğlu olup hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber’in bereket duasına mazhar olan İbn Abbas, sevgisi, saygısı, nezaketi ve hizmetleri sebebiyle “Allah’ım, ona Kitab’ı öğret ve onu dinde anlayış sahibi kıl!” (Buhari, İlim, 17; Müslim, Fezailü’s-sahabe, 138.) tarzındaki duasına erişen bahtiyar bir sahabidir.
İsnadı sahih olan bahis konusu hadis-i şerifin Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen Muaviye b. Ebu Süfyan tariki şu ziyade ile varittir: "Allah kime bir hayır dilerse onu dinde anlayış sahibi kılar. Ben sadece taksim ederim, veren ise Allah’tır. Allah’ın emri gelip kıyamet kopuncaya kadar bu ümmet Allah’ın emri ve hak üzere kalacak, muhalefet edenler onlara zarar veremeyeceklerdir.”
Hadis ve fıkıh âlimi Nevevi, bu hadiste geçen "Allah’ın emri ve hak üzere kalacak ümmet"in mücahit, fakih, muhaddis, zahit ve iyiliği emredip kötülükle mücadele etmek gibi diğer hayır faaliyetleri yerine getiren müminler topluluğundan oluştuğuna dikkat çeker.
Hadis metninde geçen “hayır” kelimesi, “aklıselim ve fıtratın gereği her türlü iyilik” diye açıklanır. Nitekim bazı tariklerinde hadis-i şerif şu cümle ile başlar: “Hayır, bir alışkanlıktır; insanın tabiatı iyilik ve dostluğa yatkındır. Şer ise kötü bir alışkanlık, inatçılık, gerginlik ve düşmanlıktır (el-Hayru âdetün ve’ş-şerru lecâcetün).” (İbn Mace, Mukaddime, 17.)
Hadis metnindeki fıkıh, “fehim, fekâhet, ince anlayış ve derin kavrayış, ilim-amel bütünlüğü, görev ve sorumluluk bilincini oluşturan bilgi ve basiret” demektir. Burada kelimenin geniş sözlük anlamı bütün ilimleri içerdiğinden, dar olan terim anlamına (fıkıh ilmi) tercih edilir. Bu demektir ki dinde fıkıh, ameli hükümlerle sınırlı olmayıp itikadi ve ahlaki esaslara nüfuz yeteneğini de kapsar. Nitekim İmam Ebu Hanife’ye nisbet edilen el-Fıkhü’l-ekber, itikada (usul-i din) dair bir risaledir. Fıkhın, “kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi” şeklinde yapılan tarifinde itikadın, amel ve ahlakın mündemiç olması da bu bakış açısını destekler.
Metinde geçen din ise şöyle tarif edilir: “Din, akıl sahibi insanların kendi tercih ve iradeleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ve dünya-ahiret mutluluğunu vaat eden ilahî bir kanundur.” Dini tanımlayan ve tamamlayan bu dört unsurun parçalanması durumunda yanlış ve çarpık bir din anlayışı artık kaçınılmaz hale gelir. Özellikle de insanın, bir mevhibe-i ilahiyye olarak kendisine emanet edilen akıl ve hür iradesini bir başkasına teslim etmesi, onu kimlik ve kişilikten uzaklaştırıp hüsrana sürükler.
Allah’ın hayır dilediği insan, inanç esasları, helal-haram ve ahlak konuları gibi dinini yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğu bilgileri nasip ettiği kimse demektir. Gerçekten de dini doğru anlamak, Allah’ın kuluna olan bir lütfudur. Yüce Kur’an (Tevbe, 9/122.), dinin varlığını sürdürebilmesini iki temel esasa bağlar: Tefakkuh ve cihat. Bu ayetteki, “dinî konuları delilleriyle iyice araştırıp sonuç almak” anlamında tefakkuh, Zemahşerî’nin ifadesiyle, el-cihâd el-ekber (en büyük cihat) demektir.
Gerçekten de dinî konularda doğru bilgiye ulaşılması, iman, amel ve ahlak esaslarının çok iyi bilinmesi, bir Müslüman için dine özen gösterildiğinin işaretidir. Tıp, diş hekimliği, hukuk, mimarlık ve mühendislik gibi ilim ve sanat dalları, nasıl uzun bir çıraklık dönemi ve ihtisas tecrübesi istiyor ise, dinî ilimler bu yüz yüze eğitim tecrübesine çok daha fazla ihtiyaç duyar. Aksi hâlde Müslüman, korumakla yükümlü olduğu beş temel esası; can, akıl, din, nesil ve malı riske atmış olur.
Üzülerek ifade edilmelidir ki, “Kur’an İslam’ı” söylemiyle yola çıkıp Hz. Peygamber’in sünnetini; onun yöntem ve uygulamalarını görmezden gelip itidal çizgisini kaybedenlerin yanı sıra, zahiri (yüzeysel) veya batıni (gizemli, ezoterik) eğilim gösterip İslam’ın ana bünyesinden uzaklaşanları görmek, bu büyük cihadın önemini gösterdiği kadar, onun pek de kolay olmadığını gösterir.
Öte yandan, günümüz dünyasında özel bir araştırması ve derinliği olmadığı hâlde uzmanlık isteyen dinî konular hakkında salt nakil veya salt akıl ile konuşan ve gereksiz tartışmalara yol açan pek çok insan vardır. Hâlbuki dinin doğru anlaşılmasında ve yorumlanmasında nakil-akıl dengesi veya rivayet-dirayet bütünlüğü ilkesi kesinlikle göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yüzden, “ihtisasa hürmet esastır” kaidesini çiğneyip “denetimsiz malumat yığını” ile yazıp konuşanlar, Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) şu serzenişi üzerinde düşünmelidirler: “Siz âlimleri çok, lafazanları (hatipleri, kıssacıları) az olan bir devirde yaşıyorsunuz. Sizden sonra âlimleri az fakat lafazanları çok olan bir zaman gelecektir. Kimin ilmi çok, konuşması az olursa o övgüye layıktır. İlmi az olmasına rağmen çok konuşan kimse ise yergiye layıktır.” Ayrıca “İbadet ve fazileti olmasına rağmen rivayet bilgisi ve tecrübesi olmayan bir şahıstan hadis alınmaz.” diyen İmam Malik’in uyarısı dikkate alınmalıdır. Aksi hâlde toplumsal kargaşa denilebilecek bir fitne ve fesat ortamı oluşur.
Henüz genç bir sahabi olan Ebu Said el-Hudri (r.a.), Rasul-i Ekrem’den şu hadisi nakleder: “Dinlerini öğrenmek üzere size dünyanın dört bir yanından insanlar gelecek. Size geldiklerinde onlara iyi davranın ve hayır tavsiyesinde bulunun!” (Tirmizi, İlim, 4.) Beyhaki ile Hatip Bağdadi’nin naklettiği başka bir rivayette "onlara hadis anlatınız (ve efhimûhum el-hadîs)" talimatı geçer. Çok geçmeden Ebu Said el-Hudri (r.a.) uzaklardan gelen öğrencileriyle karşılaşır ve “Rasulüllah’ın (s.a.s.) bize emanet ettiği gençler, merhaba, hoş geldiniz!” diyerek onlara yakın alaka gösterir.
Netice itibarıyla, "İki haslet münafıkta bir araya gelmez: Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak." (Tirmizi, İlim, 19.) hadisi yanında, Hz. Ali’nin şu sözü “dini doğru anlamak” için “hıtamühû misk” kabilinden bir hatırlatma olsun:
“Dikkat edin, anlayış ve kavrayışın olmadığı bir ilim ve ibadette hayır yoktur.”
Hadisten öğrendiklerimiz
Allah’ın hayır dilediği insan, bireysel ve toplumsal hayatında dinini yaşayabilmek için ihtiyaç duyduğu bilgileri elde eden kimsedir.
Dini doğru anlamak için zihni melekelerin açık olması, ilahî bir lütuftur.
Haddini bilmeyip dinî alanda konuşmak, özellikle uzmanlık isteyen konuları kamu önünde tartışmak, zihinsel ve toplumsal kargaşaya yol açar.