* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Hayat Arkadaşınızı Şeçerken  (Okunma sayısı 99 defa)

0 Üye ve 4 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı melek

  • Global Moderator
  • *****
  • İleti: 2310
Hayat Arkadaşınızı Şeçerken
« : Kasım 12, 2024, 08:47:15 ÖÖ »


Hayat Arkadaşınızı Şeçerken

Nasıl biriyle evleneceğinizi merak ediyorsanız söyleyeyim: Büyük bir ihtimalle size benzeyen biriyle; sizin seviyenizde biriyle, demek daha doğru olur herhalde. “O zaman bu yazının nasıl bir yararı olabilir ki?” Bu yazı size eş seçecek değil; öncelikle sizin kendinizi tanımanıza, sizin size benzemenize yardımcı olacak.                   

Siz, evliliğe gerçekten hazır mısınız? Bir başka kişinin sorumluluğunu, evlilik kurumunun sorumluluğunu belki daha sonra da çocuk sorumluluğunu almaya hazır mısınız?  Ruhsal, bedensel ve ekonomik olarak...

Birbirinizi iyi tanıdınız mı, hatta kendinizi tanıyor musunuz?

Kendimizi tanımak, başkasını tanımaktan önce gelse de birçoğumuz, kendimizi daha geç ve zor tanıyoruz.

İrsiyetle gelen ve sonradan kazandığımız özelliklerimiz var. İrsiyetle gelen özelliklerimizi biz kazanmadığımız için o özellikleri kabul etmekten öteye gidemeyiz, gitmemeliyiz; o özelliklerimizi kabul etmenin berisinde de kalmamalıyız. Yani doğuştan getirdiğimiz özelliklerimizle yerinmek de övünmek de doğru olmaz.

O özelliklerimizi değiştiremeyeceğimizden, Allah da bizi onlardan sorumlu tutmamış. Biz değiştirebileceğimiz şeylerle mükellefiz.

Değişim için, değişmeye başlayacağımız noktanın bilinmesi gerekiyor; yani nerede olduğumuzu, ne olduğumuzu, gücümüzü, gücümüzün veya kapasitemizin sınırını...

Ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, gücümüzün sınırını bilmek çok zor olmalı ki insanlar kendi seviyelerini tespit etmekte çok yanılıyorlar. Bu konuda insanları üç grupta toplamak mümkün: Kendini olduğundan aşağıda görenler var, kendini tesbit ya da teşhis edebilenler var, kendini olduğundan yüksek görenler var.

İnsanlar, yıllarca arkadaşlık yaptıktan sonra: “Onu hiç tanımamışım.” diyebiliyorlar. Tam olarak tanıma, bitmeyen bir süreçtir. Ancak evlenmeye karar vermeden önce evleneceğiniz kişinin birçok niteliğini gözleyebilirsiniz. Bu, biraz da gözlem gücünüze hatta sizin niteliğinize, ne aradığınızın bilincinde olmanıza bağlı. Tanıma işini adayla da sınırlı tutmamalısınız. O, Oğuz Kağan’ın eşleri gibi gökten ışıkla karışık düşmedi, ya da ağaç kovuğundan çıkmadı. Temel değerlerini aldığı bir ailesi var, belki de sonradan karşınıza çıkacak bir ailesi.

Akıl ve duygu dengesi...

İnsan kendi dışındaki dengeleri daha iyi görebiliyor. Örneğin ekolojik dengeyi ya da gezegenlerin uyumundan başlayın, hücrenin içindeki uyuma kadar her şeyi... İnsanın gözleri dışa açıldığından mıdır nedir hep dışarıdaki dengeleri görüyor. Ya içerideki dengeler? Rabbim, insanı akıl ve duygu yönünden öyle bir dengede yaratmış ki o dengeden biraz daha akılcılığa ya da duygusallığa kaymanız hüsranınız oluyor.

İnsanların salt akılcı olduğunu düşünelim. O zaman çocukları dünyaya geldiğinde ya çöpe atacaklardı, ya da onları yiyeceklerdi. Salt akılcı düşündüğünüzde, o çocukların size çileden başka verecekleri bir şey var mı? Onları siz duygularınızla canınızdan çok seviyorsunuz.

İnsan duygusuyla sevinir, üzülür, güler, ağlar... Sevinmeyen, üzülmeyen, şaka yapmayan, gülmeyen, ağlamayan... bir insanla evleneceğinize yanınıza bir beş onluk kalas dayayın daha iyi.

İnsanın duygu tarafına doğru kaydığını, aklı saf dışı ettiğini düşündünüz mü hiç? Akılsız insan, duygusuz insandan daha az tehlikeli değil. Düşünmek, insanın alâmet-i farikasıdır. “Eşiniz düşünemeyen biriyse, birçok problem yaşayabilirsiniz.” demiyorum. Kesinlikle yaşarsınız ve problemlerinizi asla çözemezsiniz. Hele evleneceğiniz kişi adına bir başkası düşünüyor ve karar veriyorsa, ondan vebadan kaçar gibi kaçın.

Eşinizi seçerken duygunuzla ve aklınızla seçmelisiniz, duygulu ve akıllı birini seçmelisiniz. Tabi siz duygulu ve akıllıysanız.

Mutedil olmak

Sizinle evlenmeyi düşünen, ya da evlenmeyi düşündüğünüz aday mutedil biri mi? Yani aşırılığa kaçmayan, yani ifrattan ve tefritten kaçınan, yani dengeli...

Mutedil olmak, doğruyla yanlışın ortasında durmak ya da doğruyla yanlışın ortalamasını almak değildir.  Kişilikli insan, doğruyla yanlışın arasında değil, doğrudan tarafta; ev sahibiyle hırsız arasında, ev sahibinden tarafta; mazlumla zalim arasında ise mazlumdan tarafa olacaktır. Siz, bu niteliklere sahipseniz karşı tarafta bu nitelikleri arama hakkınız var.

Hakla batılın, haklıyla haksızın, zalimle mazlumun, istila edenle istila edilenin, namusluyla namussuzun... ortasında duran; bunların ortasında durmayı mutedil olmakla karıştıran ya da “her iki taraftan da bana zarar gelmesin” diye bilinçli olarak ortayı seçen tipler var. Örneğin namusluyla namussuzun ortasında duran, bana, namussuzdan daha namussuz geliyor. Çünkü ötekinin yeri buna göre daha net. Ortada duranların yeri sabitmiş gibi algılanabilir ama aslında bunların yeri daha kaygan. Mazlumun, namuslunun ya da hakkı temsil edenin yeri sabit.

İlahî mesaj ortak, çünkü kaynağı ortak: Gördüğün bir kötülüğü elinle değiştireceksin, buna gücün yetmiyorsa dilinle... Buna da gücün yetmiyorsa ortada durma hakkın yok, zalime kin duyacaksın; yani mazlumun yanında yerini alacaksın.

Bütün özelliklerinizle mutedil olmalısınız ki mutedili arayabilmelisiniz. Bunun için de kavramları iyi tanımalı, kavramlar hakkında düşünebilmeli ve görüşlerinizi olgunlaştırabilmelisiniz. Cesaretle deliliğin, cömertlikle müsrifliğin, temkinlilikle korkaklığın, tutumlulukla cimriliğin, kararlılıkla inadın, sabırlılıkla pısırıklığın, hakla yanlışın... sınırlarını tesbit edebilmelisiniz.

Eksende beden mi var, ruh mu?

“Evleneceğiniz kişinin fizikî özelliklerine dikkat etmeyin.” diyemem, denemez. Sadece fiziği görmeyin. Bilin ki o bedenler bir gün bozulacaktır. O zaman da birbirinizi sevecekseniz eksende ruh olmalı diye düşünüyorum. Evlenmeyi düşündüğünüz kişi de siz de her canlı gibi yaşlanacaksınız ve bedeniniz günden güne bozulacak. Eksende sadece vücut olursa her zaman sizin vücudunuzdan ve evlenmeyi düşündüğünüz insanın vücudundan daha güzel vücutlar olacaktır.  Velhasıl sadece yüz güzelliği arıyorsanız o, her an yitirilebilir.

Batı’da evleneceklere sorulan soru ne kadar güzel: “Hastalıkta, sağlıkta; iyi günde, kötü günde...” Hiçbirimizin yarına garantisi olmadığına göre, sizin hastalanacağınızı, eşinizin hastalanacağını, hatta birinizin yatalak olacağını düşünmek için hiç de erken değil. “İşte öyle günlerde bile onu sevebilecek miyim, ya da öyle günlerde o beni sevebilecek mi?” diye sormak için de erken değil öyleyse.

Adil mi?

Adil insanın hep sizden tarafa olması gerekmiyor. Siz bencilseniz, ne adaleti ne de bu yazacaklarımı anlayacaksınız zaten. Haksız ve çıkarcı biri değilseniz, adalet bütün insanlığın yararına olduğu gibi sizin de yararınızadır. Aslında haksız ve çıkarcı biriyseniz de yararınızadır da onu şimdilik anlayamazsınız. Adalet sahibi olmayan insanlar kısa vadeyi ve bu kısa vade içindeki çıkarlarını düşünür de onun için... Şimdiki aklıma göre evlenilecek kimsede aranması gereken ilk vasıf; adalet. Adil bir eş, nimetlerin en büyüklerinden biridir herhalde.

Adaletin ölçüsü ne? İşte onun cevabı, kafamda gayet net: Dünyada en çok nefret ettiği insanın hakkını, dünyada en çok sevdiği insana karşı bile savunabilmek. Yani, öz çocuğu ile bir Sırp çocuğu arasındaki ihtilafta Sırp haklıysa Sırp’ın hakkını teslim edebilmek.

Adil insan, başkalarının kendi önünde eğilmesini istemez ve başkalarının önünde eğilmez. Çünkü başkalarını önlerinde eğebilenler, başkalarının önünde eğilebilenlerdir. Bir başka ifadeyle eğilerek yükselenler, başkalarını da kendi önlerinde eğerek eğildiklerinin diyetini öderler adeta.

Adil olmayan insanları bilinçli olarak hiç gözlediniz mi? Hepsi de ırkçıdır ve ırkçılığın merkezi de kendisidir. İnsanın elinde doğru-yanlış gibi bir ölçü olmazsa onun yerine neyi koyacak? “Bana ne kadar yakınsa o kadar haklıdır.” ölçüsünü koyacak. Kardeşiyle bir başkasının ihtilafında kardeşi, kardeşiyle kendinin ihtilafında da kendi haklı olacaktır. Kardeşi, bir başkasını sömürüyorsa iyi yapıyor, kardeşi kendisini sömürmeye kalkıyorsa kötü yapıyordur. Şimdi böyle biriyle evlendiğinizi düşünür müsünüz?

Yalan söylüyor mu?

Siz yalan söylüyorsanız, evlenmeyin. Yalan söylemiyorsanız, adayın yalan söyleyip söylemediğini iyi araştırın. Diyebilirim ki araştıracağınız en önemli şey bu. Gözlemleriniz ya da emin olduğunuz kişilerin haberlerinden evlenmeyi düşündüğünüz kişinin yalan söylediği sonucuna varmışsanız başka bir şeyi araştırmanıza gerek kalmadı bence. Hemen bitirin. Yalan; kötülüklerin, günahların en kötüsüdür; çünkü bütün kötülüklere ve günahlara yardım ve yataklık eder.

Dinliyor mu?

(Okuma, dinleme ve gözlem alışkanlığı var mı?)           

Okuma, dinleme ve gözlem birikim kazanmanın önemli yollarındandır. Bunlar olmadan insan, nasıl insanlaşabilir ki?

“Dinliyor mu?” derken, “Nitelikli dinliyor mu?” demek istedim. Bir sahabe: “Biz, Allah’ın Rasulünü omuzlarımızda bir kuş varmış da uçmasından korkuyormuşuz gibi dinlerdik.” diyor. Peygamber Efendimiz de onları öyle dinliyor, hatta müşrikleri de ve sözlerini kesmeksizin.

“İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa...” Evleneceğiniz kişide dinleme kültürü var mı? Dinlemiyor, hep kendi konuşuyor, hatta siz konuşurken anlamak yerine kendi konuşacaklarını hazırlıyorsa koklaşa koklaşa anlaşanlar sınıfından olabilir. İki ayağının üzerine durduğu sizi aldatmasın. İki ayağının üzerinde gezdiği halde koklaşa koklaşa anlaşanlar sınıfına giren çok yaratık var. Hatta sorumuzu değiştirelim: Önyargısız dinliyor mu? Tabi siz, önyargısız dinliyorsanız, böyle bir nitelik aramaya hakkınız var.

Nasıl tartışıyor?

Tartışmak, insan kişiliğini ele veren testlerden biri. Aday, tartışırken gerçeği mi arıyor, yenmeye mi çalışıyor? Tartışırken, sizi sonuna kadar dinliyor mu? Nezaketini bozuyor mu? Kendi düşüncesiyle örtüşmeyen düşüncelere saygı mı duyuyor, onları ezmeye mi çalışıyor? Yeni düşüncelere ve bilgilere açık mı, kapalı mı?

Putu olan insanlar gelişemezler. Gelişme için insanın “Ben şunu tartıştırmam.” dememesi gerekir. Yani hiçbir şeyi putlaştırmaması... Putçuluk, belli bir çağda kalmış inanç sistemi değil, çağımızda da değişikliklere uğrayarak devam eden bir olgu. Tabii her grubun ayrı putları olabilir. “Sağcıyım.” diyenin farklı, “Solcuyum.” diyenin farklı, “İslamcıyım.” diyenin farklı putları var bugün. Kiminin putu, lideri; kimin putu, nefsi; kimininki, şeyhi; kimininki, annesi; kimininki, parası...

Sizde ne arıyor?

Hep siz arayacak değilsiniz ya, onun da sizde ne aradığına dikkat edin. Sizdeki kişilik gibi kalıcı değerlere mi bakıyor, ileride kaybedeceğiniz, kaybedebileceğiniz değerlere mi? Aslında maddî manevî bütün değerlerimizi bir anda kaybedebiliriz. Bunların hepsi de bize emanet. Rabbim isterse, bir sabah kalktığınızda hayata “Hay” gibi sıfırdan başlayabilirsiniz. Biz yine de kişilik, düşünme gücü gibi değerleri maddî zenginliğe göre kalıcı saydık.

Maddî zenginliği ile avunanlardan, maddî zenginlik için evlilik yapanlar daha zavallı. Para, düşünme gücüyle kazanılabilir; düşünme gücü, parayla kazanılmaz.

Sözünde duruyor mu?

“Muhammedü’l Emin”. Bu, peygamberimizin İslâmiyet’ten önceki lakabı. Emin olmanın iki cephesi üzerinde düşünmüşümdür hep: Birincisi, insanın kendinden emin olması; kendi bilgilerinden, kendi fikirlerinden, kendi kişiliğinden... İkincisi ise başkalarının insandan emin olması; insanın elinden, dilinden, kişiliğinden... Ne demişti Hz. Ebubekir, Rasulullah için: “O demişse doğrudur”.     

Ne mutlu “Eşim diyorsa doğrudur.” diyebilen, dedirtebilen, dürüstlüğü anlayıp takdir edebilen eşlere.

Siz sözünüzde duruyor musunuz? Durmuyorsanız, sözü önemsemiyorsanız Allah aşkına sözünde duran bir insanı yakmayın. Sözünüzde duruyorsanız gelecekteki eşinizin sözünde durup durmadığını çok iyi araştırın. Gözleyin, gözleyecek zamanınız ya da imkânınız yoksa arkadaşlarına, öğretmenine, komşularına, önceki hısımlarına... sorun. Sözünde durmayan ya da durmayacak insanlar çabuk söz verirler, bu husus sizin onu tanımanızda yardımcı olabilir. Sözünde duran insanlar söz verirken çok düşünürler. İleride, her istediğinize "Tamam” diyen ama verdiği sözlerde hiç durmayan bir eşinizin olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ben, o tipleri düşünürken bile çatlıyorum.

Sorumluluk duygusu nasıl?

“Sorumluluk duygusu” derken, sorumluluk alabilip alamadığını, bundan da önemlisi üzerine bir sorumluluk aldığında yerine getirip getirmediğini kastediyorum. Şu sorular belirleyici olabilir: Önce işini bitirip sonra mı dinleniyor, önce dinlenip işini sonraya mı bırakıyor? Örneğin vergilerini, ödeme süresinin ilk günlerinde mi yatırıyor, ödeme süresinin son günlerine mi bırakıyor? Randevusuna, işine giderken ucu ucuna mı yetişiyor, bir ihtiyat payı bırakıyor mu? Yedekte “B” planı ya da “B-C” planları var mı? Önce borcunu verip sonra mı rahat rahat harcıyor, önce rahat rahat harcayıp sonra mı borcunu veriyor? Ya da önce rahat rahat harcayıp sonra mı borcunu veremiyor? Hatta gerekli gereksiz borç alma alışkanlığı var mı, kendi yağıyla kavrulmaya mı çalışıyor? Gözleyin, araştırın, sorun.

“Pirincin içindeki beyaz taşlar...”         

Benim, üzerinde çok düşündüğüm bir şey olan ikinci kişilik üzerinde, rahmetli Arif Nihat Asya da çok düşünmüş olmalı ki “Pirincin içindeki siyah taşlardan değil, beyaz taşlardan kork.” diyor. Kur’an’ı daha ilk ciddî okumamda bir şey dikkatimi çekmişti: Kur’an’ın özü sayılan Fatiha’dan sonra (Bakara Suresi) Rabbim, ilk beş ayetle inananları tanıtmış, ondan sonraki üç ayetle de inanmayanları... Ondan sonraki on üç ayetle de, yer yer inanmayanlarla özdeştirerek, münafıkları anlatır. “Münafıklara neden daha fazla ayet ayrılmış?” diye düşündüm ve cevabını aradım. Özetle denilebilir ki bunları teşhis etmek çok zor.

İnsanın acıma duygusu varsa ırk, din, renk ayrımı gözetmeksizin her insana hatta her canlıya karşı vardır. Herhangi bir canlıya karşı acımadığını görürseniz, bilin ki ileride size de acımayacaktır. Şu, “bana karşı çok iyi.” sözünden nefret ediyorum. İnsan ya iyi olur ya da kötü. Bir tek canlıya karşı kötü muamelesi varsa o insan kötüdür ancak kötülük yapamadığı için ya da yapacağı kötülüğün kendine döneceğinden korktuğu için bazılarına karşı iyidir.         

 Sıfır Buz...

“Sıfır buz” sözüyle görünmeyen kusurları kastettim: Sorumsuzluk, yobazlık, inat, kibir... Şoförler kullanır bu sözü. Çok soğuk havalarda bazen yolun üzerinde araçların kaymasına sebep olan çok ince, dolayısıyla da ancak usta şoförler tarafından fark edilen bir buz tabakası oluşur.

Gayet tabi ki insanlar öncelikle kıyafetleriyle tanınırlar. Ön yargı gibi düşünülebilir ama kıyafeti, insanın birçok vasfını ele verir. Sonra da insanlar konuşmalarıyla birçok yönlerini ortaya koyarlar. Ancak yine de kısa vadede bazı kusurlarını gizleyebilirler. Sorumluluk sahibi olup olmadıkları, yobazlıklarının olup olmadığı, inatları, kibirleri... daha yakından gözlenmedikçe ortaya çıkmayabilir. Onun için evleneceğiniz kimseleri bir taraftan gözlerken diğer taraftan onları yakından tanıyan ve tarafsız bilgi alabileceğiniz kimselerden sormalısınız.

90’lı yıllarda bir dershanede çalışıyoruz. Çok sevdiğimiz, genç, tertemiz bir öğretmenimiz var. Bir gün, dershanedeki öğrencilerimizden bir kızla evlenmeyi düşündüğünü öğrendim. Hangi kız olduğunu sorunca da: “Muzaffer Abi, sen de dersine giriyorsun ya yukarıdaki sınıfta bilmem kim işte.” dedi. Ben, o zaman fikrim sorulmadığı için fikrimi söyleyemedim ama genç arkadaşımız, memnun olmadığımı yüzümden anlamış. Gerçekten de ben kızın inadını iyi gözlemiştim. Daha sonra o kızla nişanlandılar ve bir süre de nişanlı kaldılar. İşte bu süre içerisinde babası da gelmiş ve kızı ile ailesini birlikte tanımış. Daha sonra da nişan döneminde ayrıldılar ayrılmasına da sonradan genç arkadaşımız, babasının gelip kızı ve kızın ailesini gözlediğini şöyle anlatıyor: “Muzaffer Abi, babam geldi, kızla ve ailesiyle topu topu yarım saat kadar oturduk. Dışarı çıktığımızda yüzü nasıldı biliyor musun? Kızla evleneceğim haberini duyduğunda senin yüzün nasılsa işte öyleydi." O zaman bir gerçek ortaya çıkıyor: Babasıyla benim görebildiğim, genç arkadaşımızın göremediği ya da uzun süre sonra görebildiği bazı şeyler vardı. Yani sıfır buz. “Onların dediklerine mutlaka uyun.” demiyorum ama orta yaşın gözlemlerine önem verin. Çünkü onların gördüğü sıfır buzu siz göremeyebilirsiniz.

Anne ağızlı olmasın.     

İnsanların belli bir döneme kadar annelerine bağlı olması çok doğal. Ama sadece insanlar değil hayvanlar bile büyüdükçe aşamalı olarak annelerinden uzaklaşır ve bağımsızlıklarını kazanır. Her ne kadar “hayvanlar bile” demişsem de hayvanların tamamı bunu başarır. Sadece insanların içinde bunu başaramayanlar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, annelerinden ayrılamayanlar var. Bunlardan bazıları annelerinden kopamadıkları gibi evlerini de annelerinden aldıkları talimatla yönetmeye kalkıyorlar. Sonuç olarak da annelerinden ayrılamadıkları için eşlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar.

Ağabey ya da abla ağızlı da olmasın.

Edatları bilirsiniz, ancak cümle içinde anlam kazanabilirler. Kişiliksiz insanlar da ancak bir grup içinde anlam kazanabilecekleri, grubun dışına çıktıklarında denizden çıkmış balığa dönecekleri için grupçudurlar. Bu tipler, kendi akıllarını kendileri de yetersiz buldukları için olacak, kararlarını grup liderlerine, şeyhlerine, “ablalarına”, “ağabeylerine” verdirirler. Evlenecekleri insanı bile onlara seçtirirler.

“Hans, Coo...” neden bir kişilik olabiliyor, kendi aklını kullanabiliyor da Ahmet, Mehmet... neden kişilik olamıyor, başkalarının ağzına bakıyor? Ta küçükten başkalarının ağzına bakmaya alıştırılıyor, hatta başkalarının ağzına bakmaları dinin bir esasıymış gibi öğretiliyor da onun için.

Çocukların, evlerinde aldıkları yanlış eğitim yetmiyormuş gibi bir de bazılarının yolları “kötürüm merkezleri”ne düşüyor. Bu merkezler öyle merkezler ki yürüyerek girip bacağınızın biri boynunuzda takılı geri çıkıyorsunuz.

Gençliğimde, bir başka ifadeyle şimdiki aklımın olmadığı dönemde birçok kötürüm merkezi vardı. Biz o zamanlar İslamcıydık, solcuyduk, ülkücüydük, nurcuyduk...

Gruplar, gruplar... Dini istismar ederek, Atatürk’ü istismar ederek, millî duyguları istismar ederek ayakta duranlar ya da din düşmanlığı ile ayakta durabilenler... Dini istismar ederek ayakta duranlara bakarsanız buyuranlar hep üstatlar, hazretler... Ne hikmetse ne bu dini gönderen Allah, ne de onun elçisi Hz. Muhammed buyurur.

Şimdiki aklımın olmadığı bir zamanlar bizi de “Komünizm gelir.”  diye korkuturlardı.  O zamanlar biz de: “Kendileri zaten buradalar.” diyecek kadar akıllı değildik.  Velev ki öyle olmasın, komünizmden Koç’lar, Sabancı’lar niye korkmazdı da ben korkardım acaba?

Kültür ortaklığı var mı?

“Kültür” sözcüğünün çok farklı tanımları var. TDK sözlüğü “Tarihî, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve manevî değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.” demiş. Bizim üzerinde durduğumuz kültür; bu genel tanımından çok "muhakeme, zevk,  eleştiri yeteneği, yaşam biçimi.” Yemek kültürü gibi somuttan başlayıp düşüncelerin uyumu gibi soyuta kadar düşünebilirsiniz.  Muhakeme, zevk, yaşam biçimi, eleştiri yeteneği gibi değerler; birbirinden bağımsız değildir. Birinin değişmesi, diğerlerinin de değişmesi anlamına gelebilir. Bu sayılan değerler itibarıyla çok farklıysanız birbirinizi sevemezsiniz. Şimdi sevdiğinizi zannetseniz bile gelecekte birbirinizden nefret edebilirsiniz. Sizin, Filistinli mazlumlar için uykusuz kaldığınız günlerde eşinizin onlarla alay ettiğini düşünün hele. Ya da: “Bana ne, nasıl olsa Arap.” dediğini...

Uyumlu yaşamada coğrafî bölgelerimizin bile etkisi olabilir mi? Bu da eşlerin seviyesiyle ilgili galiba. Eşlerin uzlaşma kültürü varsa zenginlik bile olabilir. Ancak bir bölgenin değerlerinin diğer bölgenin değerlerine dayatılması söz konusu olursa ayrı bölgelerden olmanız dezavantaj olabilir.

Beni bir cahille düşünebilen bir insanın evliliği korkutuyor. Bağnaz ya da yobaz, inançsızda da var, dindarda da. Düşünceli biriyseniz düşünceli biriyle evlenmelisiniz; düşüncesiz biriyseniz, düşüncesiz biri olduğunuzu bilemeyeceğiniz için ne desem boş.           

Ve... O sizi seviyor mu, siz onu seviyor musunuz?

“Aşksız evliliklerin olduğu yerde evliliksiz aşklar yaşanır.” Sözü, birtakım yanlışları çağrıştırabileceğinden tartışılır. Ben yine de sevgiyi çok önemsiyorum.

Bu “sevmek” sözcüğü de ne kadar göreli. Kimine göre aşk, ayrı bir cinsin vücuduna duyulan eğilim. Kimi “mavi boncuk takışına” ölüyor... Kimine göre sevgi, şefkati ve sorumluluğu ve saygıyı da kapsar. Sevgi, bedenden önce canların ve ruhların vuslatı; onun ruhunu onun bedeninden ayrı, o canı kendi canından ayrı düşünmemek; ona yağ çekmek değil, gerektiğinde onunla mücadele ederek onu düzeltmek; ya da onun için kendini düzeltmek; onunla onur duymak ya da utanmak; onun için kaygılanmak; ya da onsuz eşyaların anlamsızlaşması, onun gidişiyle bir uzvun kopması;  onunla çayın lezzet bulması; onunla üzülmek, onunla sevinmek; onun mutluluğu ile mutlu olmak; kederlerini onunla paylaşarak azaltmak; mutluluğunu onunla paylaşarak çoğaltmak; onun kederini kendi kederinin, onun sevincini kendi sevincinin önüne almak; onunla sohbet ederken zamanın ve mekânın esaretinden kurtulmak...

Birbirinize saygı duyuyor musunuz?

Bazı yazarlar ya da düşünürler, “aşk” sözcüğünü, bencilliğe, özdeşleştirircesine yaklaştırır. Aşkı, ona sahip olma, onu kendine ayırma, onu insanlardan bir bakıma soyutlama olarak görür ve “aşk, kıskançlık, bencillik” sözcüklerini çok yakın bulur.

Bir başka uç, maşuka tapanlar; ya da tapar görünen ciddiyetsizler. Eve gelene kadar tapıp da eve gelince gözünü morartanları çok gördüğüm için “ciddiyetsizler” dedim.

Denge nerede? Denge sevgi ve saygının dengesinde. Saygıyı kaldırdığınızda onu ancak kendi malınız gibi, kendi eşyanız gibi seversiniz.

Şimdi : “Birbirimizi sevdik ya, yetmedi mi?” diyebilirsiniz, ama yetmedi. “Saygı” sözcüğünü TDK, “Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye ya da bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu ya da başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu.” olarak tanımlamış.  Tabi ki tanım, tartışılır. Bir sevgi biçimi olarak tanımlanmasına katılıyorum. Ailede söz konusu olan saygıda “değer verme” ağır basıyor.

Baştan, adaylar ya da ilk yıllarda eşler birbirlerine saygı duyuyorlar ya da saygı duyduklarını sanıyorlar. Saygı duyanların saygıları sonradan neden azalıyor ya da bitiyor. Sözcüğün tanımındaki “değer verme” sözcüklerine dönersek, eşlerden biri ya da her ikisi de ya karşıdaki hâlâ değerli olduğu halde bu değer vermeyi esirgiyor ya da eşler sonradan değersiz hale geliyor. Değersiz bir insana değer verilmiyor, dolayısıyla da saygı duyulmuyorsa bu, doğaldır. Acı olan bir şey daha var: Eşlerden birinin, diğerinin değerini anlayacak düşünce gücünden mahrum oluşu. Tamam, saygının sevgiyle ilgisini kabul ediyorum, gelin siz de saygının düşünme gücüyle ilgisini kabul edin.

Bunu kabul ediyorsanız, evliliği mantık evliliği ve aşk evliliği diye ikiye ayırmazsınız.

Değişmeye hazır mı?

İnsan değişmeli mi, değişmemeli mi; değişecekse ne kadar ve hangi yönde değişmeli? Bu konularda da mutedil bir anlayış yakalayanlar hayli az galiba.

İnsan elbette değişmeli. Eğitim dediğiniz şey ne ki? Bu “değişmeli” sözünün içeriği ve yönü üzerinde düşünülmeli. Değişmenin yönü daha iyiye doğru ise insan elbette değişecek ve bunun adı eğitim, kişiliğin gelişmesi ya da olgunlaşma. İnsanın değişmesi çıkarı icabıysa bunun adı da kişiliksizlik.

Anne karnına düşüşümüzle birbirimizden farklıyız; avantajlarımız ve dezavantajlarımız var. Dünyaya gelişimizle birlikte ahlakî yönden eşitiz sadece. İşte bundan sonra ruhumuzu ve bedenimizi ıslah etmeye çalışacak ve ifsat etmeye çalışacak bir orduyla karşılaşacağız. Bu orduların başkomutanları olarak anneyi, babayı, arkadaşlarımızı, öğretmenlerimizi, büyükannemizi ve büyükbabamızı, akrabalarımızı, medyayı sayabilirsiniz. Aklımızı kullanacak çağa gelene kadar birileri bize güzel şeyler öğretmeye çalışırken birileri de bizi sürekli kirletecek.

Bizim asıl işimiz, aklımızı kullanacak çağa geldikten sonra başlıyor, tabi bu çağa gelmek kısmet olursa. Sadece bu çağa gelmeden ölebilecekleri kast etmiyorum; yaşarken ölenler, yani akıllarını hiç kullanamayanlar da var.

Ne mutlu aklını kullanmaya başladıktan sonra yanlışlarını temizleme sürecine girebilenlere. Yani Necip Fazıl’ın deyimiyle gerektiğinde kafataslarını kusabilenlere. Yanlışlarını radikal bir anlayışla kovup yerine doğruları koyabilenlere.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Yahudiler ve Yahudilik 30 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:40:40 ÖÖ]


İnandığınız Gibi Yaşamazsanız - Yaşadığınız Gibi İnanmaya Başlarsınız Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:26 ÖÖ]


Zihniyet Göçü ve Çöküşü Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:35 ÖÖ]


Kur'an’ı Kerim'i Okumak Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:17:18 ÖÖ]


Davetimiz Umut Olsun: Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:05:37 ÖÖ]


Kur'ân-ı Kerim Okunmayan Ev Kabir Gibidir Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 06:54:08 ÖÖ]


Saygı Sevgiyi Ayakta Tutan Harçtır Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:48:01 ÖS]


Her İnsan Karar Plan, Program Sahibi Olmalıdır Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:42:34 ÖS]


İnsan Zayıf Yaratılmıştır Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:35:08 ÖS]


Kızlarımızı Tesettüre Nasıl Alıştıralım Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:29:00 ÖS]


Ölümünü Unutanın Hayatı Heba Olur Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:25:19 ÖS]


Kendini Yetiştirmek Hususunda Gençlere Öneriler Gönderen: KOYLU
[Dün, 09:21:59 ÖS]


Yalan 1 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:52:14 ÖÖ]


Mutluluk Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:45:10 ÖÖ]


Hayatın Cazibesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:40:24 ÖÖ]


Dünyahayatı İlgili Ayet ve Hadisler Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:25:28 ÖÖ]


Allah’ın Terbiyesinden Çıkmak Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 08:09:08 ÖÖ]


Helal Lokma Yiyenin Kalbi Nurlanır Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:50:31 ÖÖ]


Biz De Denesek mi Acaba Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 07:42:53 ÖÖ]


Hayat Arkadaşınızı Şeçerken Gönderen: melek
[Kasım 12, 2024, 08:47:15 ÖÖ]

Sitemap 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48