Aşkı Özledik!
Hakikate duyduğumuz aşkı özledik. O’na, Merhametlilerin en Merhametlisi’ne ulaşmak için her şeyimizi feda ettiğimiz aşkı özledik. Âlemlere rahmet olarak gönderilen, Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in ayağının tozu olan aşıkları özledik.
Ümmet-î Muhammed ruhumuzun en büyük özlemine işaret ediyor. Bu söz dermandır, kurtuluştur, ilaçtır. Ümmet-i Muhammed bizim kim olduğumuzu, hangi bütünün parçası olduğumuz gösteriyor.
İslam dünyası için, Muhammed’in ümmeti hem derdimiz hem dermanımız, hem acımız hem ilacımız, hem kurtuluşumuz hem de yıkılışımızdır. Ümmet olabilmek için bir vize lazım. Vize alabilmek için Muhammedi olmak lazım. Muhammedi olmak için Fahr-i Kâinat Efendimize âşık olmalıyız. Ümmet-i Muhammed samimiyet istiyor, kalplerin birliğini istiyor, Allah rızası için sevgi istiyor, tabiyet istiyor, mütevazı ahlak istiyor, fedakârlık istiyor, hak yolunda cihat istiyor. Bütün Peygamberler ve İslâm velîleri Allah aşkı ve Habibinin aşkında cem olmuşlardır. Biz ne zaman ümmet olarak cem olacağız? Ne zaman birbirimize karşı sevgi ve saygıda hiçbir eksiklik olmayacak? Aşk ile, muhabbet-i Muhammed ile söylenmiş olan sözleri ne zaman dinlemeye başlayacağız?
Allah Resulü Efendimiz (s.a.v.); “Birlikte rahmet, ayrılıkta ise azap vardır” ikazında bulunmuştur. Hissedilen şey, ancak birbirimiz sayesinde hissedilir. Mümin olmanın sırrında kardeşlik var. Muhammed ümmeti tevhide inananlardır. Tevhid nuru sayesinde kardeşlik yaşanır. Gönül yaramızın en derin olduğu yer; Ümmet-î Muhammed’in varlığının kayboluşu, kardeş olan Müslümanlar arasındaki birliğin kayboluşudur. Ümmet-i Muhammed’in yokluğundan ötürü İslam dünyası acı içinde. Birliğin ve bütünlüğün kaybı Müslümanların kardeşliğine inananların acı çekmesine sebep oluyor. Birbirimize düşman olduk. Cihad Müslümanlarla Müslümanlar arasında yapılmaktadır. Bu yüzden ölmekteyiz! Nasıl Hz. Mevlana çarpıcı bir tespitte bulunuyor: “Kendi ebedî hayatlarını kendi elleriyle katlediyorlar.” “Kişinin kendi nefsinin hevâ ve hevesini kovalaması Allah’tan kaçıp uzaklaşmak ve O’nun adaletinin huzurunda kendi mânevî varlığının kanını dökmek demektir.”
İbn-i Arabî Hazretleri aynı şekilde talepkâr ve tavizsiz formüller kullanır; bir kişinin mânevî hastalıklarına devadan yoksun kalması o kişinin mânevî ölümüne sebep olabilir. O sebepten bu hal, mânevî bir intihar olma raddesinde ciddiyet ifade eder. Modern toplumların en yüksek mertebe olan ihlâs’tan düşüp, ahlaki çöküş olan iflas dereksine indiğini gözlemliyoruz.
Bir isim, bir hakikat, bir sıfat, bir güç, bir insani bağ olan tevhid sönmüştür. İnsanlar fıtratını bozmak uğraşı içindeler, birlik ve beraberlikten, rahmet ve merhametten uzaklaştılar. İnsan artık Rabbinin çağrısına sağır. İlâhî duyguları nasır bağlamış, idraki körelmiş ve dolayısıyla ilâhî olanın cazibesinden habersizlik hastalığına yakalanmış.
Hz. Hüseyin (r.h.) bize ne gösterdi? Zulme karşı, maddeye karşı, hıyanet ve isyana karşı durmayı gösterdi ve bu yola baş koydu. Kendisini değil müminleri kurtarmak istedi, bu sebeple müminlerin üzerine gelebilecek olan bütün belalara talip oldu. Hz. Hüseyin (r.h.) bütün mümin gönüllere sahip çıkmıştır. Gönülleri dertlerinden kurtarmış, tüm ümmetin şifa kapısı olmuştur.
Zamanımızın devası ümmet-i Muhammed olmaktan geçer. Biz ümmet-i Muhammed olarak duygularımızı ve şuurumuzu kaybettiğimiz zaman, tevhid dinini kaybettik demektir. En büyük zafer tevhidi elde etmektir. En büyük kayıpsa tevhidi kaybetmektir. Allah Resulü, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur; “Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir dua yoktur; Allah’ım ümmet-i Muhammed’e umumi bir rahmet ile merhamet eyle!”
Modern toplumlardaki insanların eski nesillere kıyasla çok daha büyük bir cehalet batağında olduklarını ve dolayısıyla Allah’ın ve Habîb’inin mânevî feyiz ve bereketlerinden çok daha kopuk ve mahrum olduklarını müşahede ediyoruz. Bu hal Âlemlerin Rahmeti (s.a.v.) tarafından bizlere çok önceden haber verilmiştir: “Sizden evvelkilerin yolundan karış karış, santim santim gideceksiniz; öyle ki onlar zehirli bir sürüngenin oyuğuna girse, onların peşinden gideceksiniz.” Halbuki; İslamiyet karşısına cehâleti hedef seçmiştir. Cehâlete karşı vereceği asil mücadelenin ilimle olduğunu görmekteyiz. Yani, asıl mücadele Ebu Cehil’e, (cehlin babasına) karşı.
Yüce Rabbimiz habibi Hz. Muhamed’i (s.a.v.) âlemlere rahmet olması için ve güzel ahlakı tamamlamak için göndermiştir. Dünyayı kendi nuru ile aydınlatmıştır. Gafletle bilinçsizliğin karanlıklarını en küçük zerrelerine varıncaya kadar ortadan kaldırmıştır. Bu dünyanın rastladığı en tesirli temizliğe şahit olduk.
Maalesef çağımızda, sanki Peygamber Efendi-miz’in dünyaya teşrifinden evvel olan cahiliye devrine döndük. Müminleri şiddetli bir cehalet virüsü yakaladı ve karanlık bir gaflet uykusuna daldık. Eskiden bir salgın hastalık başladığı zaman yüz binlerce kişi hayatını kaybediyordu ve bunun önü alınamıyordu. Şimdilerde ise bu salgın hastalıklar zihinlerimizde oluşmaya başladı ve sınır tanımıyor. Mânevî körlük, gaflet, cehâlet ancak muhabbet-i ilâhiyyesi olmayanlarda baş gösteren hallerdir; çünkü mânevî olarak uyanık, idraki zinde ve farkında bir kimse bu halleri kendisindeki aşk hazinelerini keşfedebildiği oranda celbetmiştir. İşte bu yüzden, dünyevi bir gaflet hayatı yaşamak bilginin eksik olduğunu anlamına gelmez; duygunun, ilahi hassasiyetlerin, ilahi olana duyulan ihtiyacın eksik olduğu anlamına gelir.
Hz. Mevlânâ, bu dünyanın ilâhî Hakîkat’in bir inkârı, bir reddi olduğunu söylüyor; “Bu kadar dünyevi olmamızın sebebi Huzur-ı ilâhîden gaflette olmamızdır; ne paradır, ne kadın, ne libas. Bunu iyice anla!” Kişi bu dünyada ve onun cezbediciliğinde kaybolduğunda, Allah’tan uzaklaşır; kendi arzularına kul, şeytanın elinde oyuncak olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e soruldu: “Ya Resûlallah, dünyevilik nedir?” Saadetle cevap buyurdu Efendimiz, “Seni gaflete atıp Rabbini unutturan her şey.” Gaflet ve cehalet ağır bir hastalıktır çünkü duyarsızlık, şuursuzluk, sorumsuzluk, terbiyesizlik, edepsizlik yaratıyor. Gaflete düşmek; düşmanlıktır, zulümdür, sahtekârlıktır, haksızlıktır, hainliktir, münafıklıktır, şirktir, bencilliktir, tapıcılıktır, adaletsizliktir, küfürdür, küstahlıktır, sevgisizliktir, savaştır. Gaflet öyle bir hastalıktır ki, tevhid nuru tamamen söndürüyor ve kalbimizde ki Muhabbet-i Muhammedi’yi siliyor. Gaflette düşmek, maddeye yönelmek ve mânâyı terk etmektir. Gaflette düşmek dünyaya tapılmaktır, menfaat işlere peşinde koşup dünya telaşında boğulmaktır. Kelime-i şahâdete getirip, Fahr-i Kâinat Efenimiz’in peşine düşmemek şiddetli bir gaflettir. Günümüzde müslümanlar bu kadar gaflet içindeyken nasıl uyanabilirler ki? Biz imanımızı sevgiye bağlamıyoruz. Sevgi imânın çok üstündedir. İmanımızı kemale erdirmek için sevgi mutlak şarttır. Sevgisizlik mânâ doğurmaz. Kalpte Allah sevgisi olmadan miraça çıkmak mümkün değildir. Sevgi gözüyle baktığımız zaman hakiki iman etmiş oluruz. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” buyurdu. Bizim bir mânâ doktoruna ve kalp ameliyatına ihtiyacımız var. Çünkü karanlık şuursuzluğun içinde yaşayan insan uyandırabilmek için büyük bir operasyon gerekir. Gafletten kurtulmak soylu zât Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yolu olan sıratı müstakimin yüce farkındalığına uyanmak demektir. Gafletten kurtulmak ilahi bilincin nuruna uyanmak ve aşkın şuuruna erişmek demektir. Gafletten kurtulmak; içtenliktir, ilimdir, sünnettir, ihramdır, aşktır, diriliktir, miraçdır, mukaddesliktir, ihlâstır, cesarettir, fedâkarlıktır, takvadır, muhabbettir, güzelliktir, nurdur, dostluktur.
Dünyada Müslümanların kanayan yarası; Mescidi-i Aksa. En büyük düşmanımızın, zalimlerin elinde. Mescid-i Aksa Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) sonsuzluğa, miraca, Sevgilisiyle vuslata yükseldiği yer. Kendimize bakarsak, kendisiyle miraca çıkabileceğimiz yer olan kalbimizin de işgal altında olduğunu görmekteyiz. Mescid-i Aksa neden zalimlerin elinde ki? Nasıl Rabbimiz buna izin verebilir? Cevap aşikâr: Biz en değerli varlığımız olan kalbimizi masiva ile işgal ettik. Demek ki zulüm bizde. Hûd suresi 101 ayette; “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmettiler.” buyruluyor. Kalplerimizi istila edip oraya yerleşen şeytan, uydurma tanrılar, idoller, kirler, tozlar, manevi hastalıklar, kısacası “şirk” ile bu işgali sürdürmektedir.
Burada en büyük insanlık trajedilerinden biriyle karşı karşıyız: Ümmet-i Muhammed, kurbiyet cennetinin en yüksek derecesi olan miraca mazhar olmuştur ve biz o miraç imkânını kaybettik. Gerçek budur: Şeytan ve kendi nefislerimize kukla olduk. Asıl kölelik nefse köleliktir. Zulümden kurtulmak özgürlüğe kavuşmak demek değildir. Zulümlerden, zalimlerden, firavunlardan kurtulduğumuz zaman özgür olamıyoruz. Zalimlerden kurtulduğumuz zaman Allah’a olan teslimiyetimiz, itaatimiz, imanımız öyle artacak ki, teslimiyetin bir muhabbet işi olduğunu anlamaya başlayacağız çünkü en büyük özgürlük Allah’a köle olmaktır. İnsanın asıl özgürlüğü arzularından, dürtülerinden, kendi zulmünden kurtulması. Tevhide inanlar Mescid-i Aksanın işgalden kurtulması için toplantılar düzenleyerek adaletsizlik üzerine konuşmak yerine kendi kalplerini temizledikten sonra sevgi ve merhametle doldurup Yaratıcıya yalvarsalardı daha etkili olmaz mıydı?
Dr. Halûk Nurbaki diyor ki; “Eğer bir insan, iç dünyasında Ramazanı gönlüyle beraber yaşayabilirse, kendi içindeki Ebu Cehilleri, Ebu Lehepleri öldürür. Ramazanda bütün müminler içindeki nefis putları kırmalı, her Müslüman kendi bünyesinde Bedir Zaferini kazanmalıdır.” Kur’ân’da Adem a.s.’in duası; “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zülüm ettik!” Efendimizin (s.a.v.)’in.; “Müslüman diğer insanların elinden ve dilinden emin olunan kişidir” şeklindeki tarifine uymayarak nefsimize zulüm ediyoruz. Peygamber Efendimiz; “Kişi bilmediği şeyin düşmanıdır” buyurmuştur. Kendimize düşman olmak kendimize karşı yabancılaşmak demektir. Kendi özümüzden, fıtratımızdan uzaklaşmak demektir. Kur’ân’da Allah Teâlâ bizi uyarıyor; “Size bir musibet isabet ederse kendi nefsinizden bilen. Hasenat isabet ederse Rabbinizden bilin.” Yüce Rabbimiz Kur’ân’da şöyle buyurur; “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.” (Enfal 8’53)
Aziz Habil’in yolundan gidersek Kabil’in tehdidi altında olacağımızın farkında olmalıyız. Tevhide inananlar olarak Nemrutların, zalimlerin, diktatörlerin tehditleri ve saldırılarıyla karşılaşacağız. Yalnız bugün dehşetli ve korkutucu bir hakikatle karşı karşıyayız: Allah c.c. bize, özellikle İslam ülkelerine, diktatörleri, zalimleri, firavunları gönderdi, ama halk tevhid dini yaşadığı için değil. Müslümanlar Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) ahlâkını kendilerine rehber olarak görmediği için. O’nun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. Tam tersine; yozlaşmanın, suiistimalin, sahtekârlığın, adaletsizliğin, sömürünün, saldırganlığın olduğu bir zamana şahit oluyoruz. Böylece, Allah Teâlâ bereketi, feyzi, güveni, huzuru elimizden aldı. Ondan dolayı bizleri ağır imtihan veriyor. Kısacası; eğer İslam tehvidine aykırı davransak Allah bizi zalimler ile imtihan ediyor.
Gerçek şu ki, Ümmet-i Muhammed’e aidiyet şerefine erdirildiğimiz için Yaratıcımıza sonsuz bir borç içindeyiz. Vahyin en kâmiline muhatap olarak ve sayısız Allah dostu ve âşıkından zahir olan sonsuz bir nur, ihsan, merhamet ve lütuf içinde yüzüyoruz. “Ümmetim de ümmetim!” deyip duran Habîb-i Edîb-i Kibriyâ Efendimizin davetine artık mukabele etme vakti. Hz. Mevlânâ şöyle buyuruyor: “Uyan da gör ey bir katre gibi olan! Kendiliğini tereddütsüz kurban et de bir katre karşılığında koca bir umman satın alasın!”