Ramazan Orucu ve Teravih Namazı
Ramazan Orucunun Farziyeti
Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer’an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmayı ifade eder.
Belirli şartlar içerisinde her Müslüman için zorunlu bir ibadet olan ramazan orucunun farziyeti kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir.
Âlimler ramazan orucu farz kılınmadan önce Müslümanlar için farz olan bir orucun olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ramazan orucu hicrî ikinci senede şaban ayında (Şubat 624) farz kılınmıştır. Bedir savaşından bir ay, bir kaç gün öncesine rastlar. Kıblenin değişmesinden sonra farz olmuştur.
Hanefilere göre Müslümanlara farz kılınan ilk oruç aşure orucudur. Sonra her on günde bir gün olmak üzere her ayda üç gün oruç farz kılınmıştır. Daha sonra bu neshedilmiş, yatsı namazından sonra başlayıp güneşin batması ile sona ermek üzere ramazan orucu farz kılınmıştır. Daha sonra bu da neshedilip bu günkü şekli ile ikinci fecirden güneşin batmasına kadar devam eden ramazan orucu sabit olmuştur. Taberînin, Muaz b. Cebel (ra)’den rivayet ettiği şu haber, Hanefîlerin görüşlerinin en açık delillerindendir: “Resûlullah (sas) Medine’ye teşrif edip aşure günü ve her ayın üç gününde oruç tuttu. Sonra Allah ramazan orucunu farz kılıp ‘Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı…’ (Bakara 2/183) mealindeki âyeti indirdi.”
Hz. Peygamber devrinde önceleri, insanlar yatsı namazını kıldıkları zaman, kendilerine yemek, içmek ve kadınlara temas haram edilmişti. Ertesi akşama kadar oruç tutarlardı. Sahabeden bir adam yatsı namazını kıldıktan sonra, karısıyla temasta bulundu ve oruca devam etti. Allah (cc) bu olayı diğer insanlar için bir kolaylık, ruhsat ve menfaat kılmayı dileyip, “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde ibadete çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.” (Bakara 2/187) buyurdu.
Kur’ân-ı Kerim’de orucun farz kılındığını bildiren ayetlerin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de sayılı günlerde oruç farz kılındı. İçinizden hasta veya yolcu olan, başka günlerde sayısınca (orucunu) tutar.
Orucu tutmakta zorlananlara (zorlukla güç yetirebilenlere veya güç yetiremeyenlere) bir yoksulun -günlük- yiyeceği kadar fidye gerekir. Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa bu kendisi için bir iyiliktir. Eğer bilirseniz orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır. -O sayılı günler- doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklama ve insanlara rehber olmak üzere Kur’ân’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa başka günlerde sayısınca oruç tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine karşılık Allah’ı tazim etmeniz için ve umulur ki şükredersiniz diye –oruçla yükümlü tutup hükümlerini açıklıyor-” (Bakara 2/183-185).
Ayrıca ramazan orucunun farziyeti Hz. Peygamber’in imanın ve İslâm’ın temellerini açıklayan meşhur hadisinde de sabittir, “İslâm, beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (sas)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Kâbe’yi haccetmek, ramazan orucu tutmak.”[1]
Başlangıçtan itibaren İslâm ümmeti oruç ibadetinin farz olduğu hususunda ittifak etmiştir.
Ramazan orucu Müslüman, akıl ve baliğ olan herkese farzdır. Kadınlar âdet ve lohusa dönemlerinde oruç tutmazlar. Yılda bir ay yapılan bir ibadet olduğu için namazdan farklı olarak daha sonra kazasını yaparlar.
Bütün ibadetlerde olduğu gibi niyet oruçta da şarttır. Malikîler dışındaki üç mezhebe göre ramazanın her günü için ayrı niyet gerekir. Akşam vaktinin girmesinden imsak vaktine kadar niyet yapılabilir. (Hanefî ve Hanbelîlere göre ertesi günün ortasına kadar niyet yapılabilir.) Oruç yasakları imsak vaktinin girmesiyle başladığı için akşamdan yapılan niyetten sonra imsak vaktine kadar oruç yasaklarına riayet gerekmez.
İlahi Lütuf, Yüce Adalet
Ramazan orucunun farziyetine, farz kılınma seyrine ve bazı fıkhî kurallarına değindikten sonra biraz da onu diğer ibadetlerden ayıran farklı özellikleriyle tanıyalım.
Ramazan orucunun özelliklerinden biri, kameri takvime göre farz kılınmış olmasıdır. Bir kameri yıl 354 gün, bir güneş yılı ise, 365 gündür. Bu durumda iki sene arasında 10 günden fazla bir fark ortaya çıkmakta, bu fark da 33 sene boyunca ramazan ayının ayrı zamanlara rastlamasına sebep olmaktadır. Çünkü bu sayede 33 yıl oruç tutan bir Müslüman, senenin kısa, uzun ve orta her gününde oruç tutmuş olmaktadır. Dünyanın bir bölgesinde yaşayanlar devamlı surette kışın kısa, bir başka bölgesinde yaşayanlar da devamlı olarak yazın uzun günlerinde oruç tutmak durumunda kalmamaktadırlar. Böyle olmayıp da faraza oruç temmuz ayına mahsus olsa idi, kuzey küredekiler, devamlı yazın sıcak ve uzun günlerinde, güney küredekiler ise kışın kısa ve serin günlerinde oruç tutacaklardı. Bu iki durum bize oruçta ilâhî bir lütfun ve yüce bir adaletin olduğunu göstermektedir.
İbadetler içerisinde riyadan en uzak olan ibadettir. Zira kişi oruçlu olmadığını fiiliyatı ile gösterebilir ama oruçlu olduğunu kendisi söylemediği müddetçe fiiliyatı ile gösteremez. Bu özellik ona bir başka güzellik katmaktadır. Riyadan uzak ibadetleri ancak gerçek mü’minler yaparlar.
Nefse zor gelecek bir ibadeti yapmak sabrı gerektirir. Ramazan orucu yasakları itibarıyla insana sabrı öğreten bir ibadettir. İnsan; yeme, içme ve cinsel istekleri gibi beşeri özellikleri ile hayvanlara benzemektedir. Yeri geldiğinde bu özelliklerinden kurtulabilmesi, onu kâinattaki gerçek yeri olan eşref-i mahlûk seviyesine ulaştırır. Kişinin sahip olduğu ruhi ve bedeni özelliklerini insana yaraşır bir biçimde kullanabilmesi ancak onun süfli arzularından kurtulmasına bağlıdır. Çünkü insanın karşılaştığı sıkıntıların çoğunun kaynağı, mideye ait istekler ve cinsel arzuların aşırılığıdır. Bu süfli arzuların dengede tutulması güçlü bir iradeyle mümkün olur. Oruç, kişiye bu iradeyi kazandıracak en iyi ortamı sağlar.
Teravih Namazı
Teravih, Arapça “tervîha” kelimesinin çoğulu olup rahatlamak, dinlenmek manalarına gelir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınır. Her iki rekâtta bir selam verilir ve her dört rekâtta bir istirahat edilir ki buna tervîha denir. Peygamber Efendimizin “Kıyâm-ı Ramazan: Ramazan Namazı” dediği bu nafile ibadet İslâm’ın ilk dönemlerinden beri teravih olarak adlandırılmıştır.
Teravih namazı Kur’ân’da geçmemektedir. Fakat hakkında çok sayıda hadis bulunmaktadır. Hz. Peygamber, ramazan gecelerini ihya ederdi. Teravih namazını birkaç gece müstesna olmak üzere münferiden kılmaya devam ettiği gibi, ashabını da teşvik etmiştir. Abdullah bin Avf (ra)’tan yapılan rivayete göre Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki Allah Azze ve Celle ramazan orucunu farz kıldı; ben de ramazan geceleri namaz kılıp ibadet etmeyi sünnet kıldım. Artık kim ramazan orucunu tutar ve inanarak, karşılığını yalnız Allah’tan bekleyerek kalkıp ibadet ederse, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınmış olur.”[2]
Hz. Peygamber’in teravih namazlarını kılmadaki uygulamasına gelince; O, sadece bir yıl ramazanın son on gününde birkaç defa cemaate teravih namazını kıldırmıştır. Bunun dışındakileri ise ferdi olarak kılmıştır. Cemaatin teravih namazını kılma konusundaki arzu ve iştiyakının devamlı olduğunu anlayınca bu namazın farz olmasından korkarak cemaatle kılınmasından vazgeçmiş, insanlara kendi evlerinde kılmalarını teşvik etmiştir.[3]
Peygamber Efendimizin teravih namazını kaç rekât kıldığı konusuna gelince, bu konudaki rivayetlerin, hem teheccüd namazını hem de teravih namazını birbirinden ayırmadan bahsetmeleri sebebiyle ihtilaf oluşmuştur. Hz. Âişe (ra)’den gelen rivayette Peygamber Efendimizin teravih namazını sekiz rekât kıldırdığı anlaşılmaktadır.[4]
İbn Abbas (ra) ise yirmi rekât kıldırdığını rivayet etmektedir. Ancak İbn Abbas (ra)’tan gelen rivayet konusunda hadis bilginleri, bu hadisin diğer meşhur rivayetlere aykırı olduğu ve senedinde cerh edilmiş bir râvinin bulunması nedeniyle zayıf olduğunu söylemişlerdir.
Peygamber Efendimizden sonra Hz. Ebû Bekir (ra) döneminde ve Hz. Ömer (ra)’ın hilafetinin ilk yıllarında teravih namazı ferdi olarak kılınıyordu. Bir ramazan gecesi Hz. Ömer (ra) mescitte insanların kimisinin yalnız başına teravih kıldığını, kimisinin de cemaatle kıldığını gördü. Ertesi gün Ubey bin Ka’b’ın imamlığında insanları toplayarak cemaatle teravih namazını kıldırdı ve bu hal devam etti.[5]
Peygamber Efendimiz vefat ettiğinden dolayı teravih namazının farz olunma korkusu kalmamıştı. Hz. Ömer (ra)’in bu uygulamasına Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi hem fiili hem de sözlü olarak iştirak edip muvafakat etmişlerdir.
Mâlik, Muvatta isimli eserinde Hz. Ömer (ra)’in, Ubey bin Ka’b ile Temim ed-Dârî’yi on bir rekât (sekiz rekât teravih, üç rekât vitir) kıldırmak üzere tayin ettiğini; imamın her rekâtında yaklaşık yüz âyet okuduğunu, kıyâmın uzaması nedeniyle cemaatten kimilerinin bastona dayanarak namaz kılmak zorunda kaldıklarını ve fecrin doğmasına yakın evlerine dağıldıklarını kaydetmiştir. Kimi âlimler on bir rekât uygulamasının, teravihin cemaatle kılınmaya başlamasının ilk günlerinde olduğunu, zamanla okunan ayet sayılarının azaltıldığını, rekât sayısının artırıldığını sonra da teravih namazının yirmi rekât olarak yerleştiğini yorumlamışlardır. Maksat kaç rekât namaz kılındığı değil gecenin ibadetle ihya edilmesidir. Hz. Osman (ra) ve Hz. Ali (ra) dönemlerinde de teravih cemaatle ve yirmi rekât olarak kılınmaya devam etmiştir.
Gelen rivayetler de teravih namazının sahabe tarafından yirmi rekât olarak kılındığı yönündedir. Tâbiin imamlarından hiç birisi teravih namazı için yirmi rekâttan az bir sayıyı benimsememişlerdir. Gerek Sünnî gerek Şiî fıkıh mezhepleri içinde teravih namazının yirmi rekâttan az olduğunu söyleyen bir mezhep yoktur.
Bu konuda en kuvvetli sözü Ebû Hanife söylemiştir. İmam-ı Ebû Yusuf, hocası Ebû Hanife hazretlerine teravih namazının hükmünü ve Hz. Ömer (ra) tarafından ne gibi bir delile dayanılarak bu namazın yirmi rekât ve cemaatle kılındığını sormuş ve cevaben Ebû Hanife şöyle demiştir: “Teravih namazı hiç şüphesiz bir sünnet-i müekkededir. Hz. Ömer (ra) bu namazın cemaatle yirmi rekât kılınmasını, ne şahsi içtihadı ile ne de aklına öyle geldiği için çıkarmıştır. Asr-ı Saadet’te uygulanmayan bir dini emri ortaya koymuş bir bid’atçı da değildir… Elbette Hz. Ömer (ra) bunu, kendisince malum olan dini bir asl’a ve bir vasıyyeti Nebevî’ye dayanarak emretmiştir.”[6]
Ebû Hanife’ye göre teravih namazının ilk sekiz rekâtı sünnet-i râtibe[7], kalan on iki rekâtı ise sahabenin yaptığı bir ibadet olduğu için müstehaptır.
-------------------------------------------------------
[1] Buhârî, İman 1; Müslim, İman 22; Nesâî, İman 13, (9, 107-108); Tirmizi, İman 3, (2612).
[2] Nesâî, Sıyâm, 1; Müsned, II, 230, 385, 425.
[3] Buhârî, İ’tisam, 3; Teheccüd, 5; Ezan,80; Teravih,1; Müslim, Mûsafirun,177-178; Ebû Dâvûd, Ramazan,1.
[4] Buhârî, Teravih,1.
[5] Buhârî, Teravih, 1.
[6] El-Mavsılî, el-İhtiyâr li Ta’lîli’i-Muhtâr,Beyrut,1975 3.Bask.,1,68.
[7] Râtibe, Peygamber Efendimizin sürekli kıldığı müekked sünnet namazlardır.