Sonumuz Nereye Varacak?
Akıbet, bu dünyanın ve insanın dünya hayatının sonu.
Ama bir bitiş değil.
Yeni ve hiç bitmeyecek olan bir hayatın başlangıcı.
Dünya hayatında yaptıklarımızın karşılığı.
İyiliklere karşılık iyi, kötülüklere karşılık kötü..
Bu yüzden ‘akıbetimiz hayrola’ diye dua ederiz.
Ve bu yüzden sonsuz olandan önce hayra sarılır, güzel bir son isteriz.
Ramazan sebebiyle türbe ve yatırlara yine yoğun bir ziyaretçi akını oldu. Buralara koşan insanlarımız yine hacetlerini arz ettiler kendilerince. Kimi iş istedi, kimi ev, araba.. Çocuğu olmayan hanımlar, derdine deva arayan hastalar, sınav kazanmak isteyen gençler, Ramazan ikliminden de istifade için el açtılar, dua ettiler.
Televizyon haberlerinden birinde ekrana geldi: Biraz da dua adabını ihlal etmesi sebebiyle olacak, yüksek sesle bir şeyler isteyen kadına öfkelenen sakallı bir adamcağız, “Hanım, hanım!” dedi, “Allah’tan hayırlısını iste!” Kadın celallendi, adamın teklifini kendisi hakkında kötü bir talepmiş gibi anladığını belirten birtakım sözler söyledi.
Çocuğunun üniversite kazanması için dua isteyen bir yakınımın, “Hakkında hayırlısı ne ise o olsun.” dediğim zaman yüzünün gölgelendiğini görmüş, üzülmüştüm. Müslümanlar olarak dünyaya talebimiz biraz fazlaca arttı galiba. Üstelik bu öyle “cahil müslümanlar”ın üzerine yıkıp kendimizi temize çıkaracağımız cinsten basit bir temayül gibi de görünmüyor.
Müslüman olmak müslümanca davranmayı gerektirir. Bizim Allah’a, insana, dünyaya, hayata dair temel kavrayış biçimlerimiz var ve yapıp ettiklerimizin bunlarla çelişmemesi icap ediyor. İman esaslarını ikrar ve ifadede bir problemimiz yok. Ama bu esasların günlük hayata yön vermede, sorgulamadan kullandığımız kavramların içini doldurmada, düşünce ve tutumlarımızı belirlemede rol oynadığını söylemek çok zor.
Mesela kendimizin veya çoluk çocuğumuzun mutluluğu, rahatı, geleceği için çalışıyoruz. Fakat sanki meselenin “çaba” kısmını çoğu zaman “değer”lerden kopuk bir eylem gibi sürdürmeyi ön plana çıkarıyoruz, “mutluluk, rahat, gelecek” kavramlarını sorgulamıyoruz. Kazanmayı amaçlıyor, kaybetmemek için gayret gösteriyor, bir badireden kurtulmayı deniyoruz; var olmak, netice almak, başarılı bir sonuç elde etmek için uğraşıyoruz. Lakin bu arada İslâm’ın belirlediği kuşatıcı bir bakış açısıyla kâr nedir, zarar nedir, başarı nedir, kurtulmak veya yok olmak ne demektir, nasıl bir son yahut sonuç kavrayışımız var.. suallerini sormuyoruz, bunların cevaplarını da doğrusu pek merak etmiyoruz.
Varlığa sevinmek, yokluğa yerinmek
Adına “modernizm” denilen ve insanın beşer yanını, nefsini, sadece bu dünyadaki hayatını esas alan bâtıl ve Batılı bir anlayış karşısında epeydir kendimizden geçmiş bir haldeyiz. Ahireti inkâr veya ihmal eden tutumuna “kâl” ile yani lâfla karşı çıksak da “hal”imiz bu anlayışın dünyayı kavrayış biçimini büyük ölçüde benimsediğimizi gösteriyor. Şüphesiz bu kabulde müslümanların dünyayı ihmal ettikleri için geri kaldıklarına dair propagandaların oluşturduğu kompleks rol oynuyor. Buna bir de Batı’nın bilim ve teknolojiyle dünyadan alabildiğine faydalanma mahareti karşısında duyduğumuz hayranlığı ilave etmek gerek. Ama yine de asıl sebep bizim müslümanlar olarak “akletme” melekemizi, kabiliyetimizi kaybetmemiz.
Zira modernizmin dünya ve hayat anlayışı, bizim tasavvurlarımıza denk düşmediği gibi kendi içinde de apaçık bir tutarsızlık arz ediyor. Görmezlikten gelse bile “ölüm”ü yok sayamıyor ama sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmayı teşvik ediyor bu anlayış. Tekâsür Suresi’nin ilk ayetinde belirtildiği gibi “çoğaltarak”, yığıp biriktirerek, hep bir şeylere sahip olarak “oyalanmayı” yaşamanın gayesi haline getiriyor. Ahirete inanmasa dahi, bunların ölümle bütün anlam ve değerini yitireceğini, dolayısıyla boşuna bir çaba olduğunu sorgulayamıyor. Sorgulayamıyor, çünkü zaten bu anlayışın insan tipinin kendini kaybedecek, asla kendine gelemeyecek ölçüde bir sarhoşlukla malül olması gerekiyor.
Sebeple sonucun sürekli yer değiştirerek kısır bir döngüye, çözümsüzlüğe yol açtığı bu hayat tarzında insan, oyalanarak kendini unutmak suretiyle “Ben kimim, niçin bu dünyadayım, ne yapıyorum, sonum ne olacak?” sorularını soramıyor. Bu soruları soramadığı için şuursuzca biriktiriyor, koşturuyor, kendinden uzaklaşıyor. Ve modernizm bu “unutma” ya da “uyuşma” halini “mutluluk” olarak tanımlıyor. Onun için bu anlayış “varlığa” seviniyor, “yokluğa” yeriniyor.
Himmete mi buğdaya mı talibiz?
Dünyadaki geçici bir tokluğa mı, yoksa ahiretteki ebedi bir mutluluğa mı talibiz? Bu, bizim imtihanımızın özeti aslında ve tercihimiz konusunda da ikaz edilmişiz. Cenab-ı Hak Münâfikûn Suresi’nin 9. ayetinde kâfirleri veya münafıkları değil “iman edenleri” uyarıyor: “Mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi alıkoymasın. Böyle yapanlar hüsrana uğrayacaktır!” Efendimiz s.a.v. de “Baki olanı fani olana (yani ahireti dünyaya) tercih ediniz.” buyuruyor.
Ebedi alemi tercih, dünyanın yok sayılması, beşerî ihtiyaçların ihmal edilmesi anlamına gelmiyor şüphesiz. Dünya ahiretin tarlası. Burada bir şeyler ekeceğiz ki yarın orada devşirebilelim. Himmet talep etmek, buğdaydan büsbütün vazgeçmek değil. Buğday uğruna himmetten mahrumiyete razı olmaktan sakındırılıyoruz.
Çok bilinen bir örneği tekrarlayalım: İnsan bir gemi misali; hakikate, ebedi aleme, asıl vatanına doğru yol alıyor. Üzerinde yüzerek yol aldığı deniz de dünya. Deniz olacak ki gemi yol alabilsin. Ama denizi hep dışarıda tutmak kaydıyla. Eğer gemi deniz suyunu içine alırsa, ne yol kalır, ne hedef, ne de gemi.
Ölümden sonrasına, hesap gününe inandığımızı söylesek de dünyayı gönlümüze almış, buğdaya tamah etmişsek, ne kadar ciddi ve hayatî görünürse görünsün, fani hedefler, geçici hevesler peşinde ömür tüketiyoruz demektir. Dünyalık taleplerde kulluk edebini aşan bir inat, ısrar ve hırs ile neticeye müdahil olma çabası böyle bir cehaletin işareti. Tevekkül, sabır ve rızayı terk edip ille de dünya diye tutturmak, Allah’ın bize bahşettiği sayısız nimetin kadrinden habersiz, hamd ve şükürde bulunmamak, ikrarımıza rağmen kalbimizdekinin, yani fikrimizin yahut niyetimizin bozukluğunu gösterir ki, niyet hayır olmayınca akibet de hayır olmaz.
“Vah Sa’lebe’ye!”
Medineli müslümanlardan Sa’lebe b. Hâtıb’ın hazin, o ölçüde de dehşet verici hikayesini hatırlayalım. “Benim için faydalı olan budur” deyip küstahlığa varan bir inatla dünyalık talep etmenin insanı nasıl bir felakete sürükleyebileceğinin ibretlik örneği.
Hz. Peygamber s.a.v.’e gelip gidip ısrarla:
- Ya Rasulullah, bana mal vermesi için Allah’a dua et, zengin olayım, diyor Sa’lebe. Efendimiz s.a.v. onu bu sevdadan vazgeçirmeye çalışıyor önce:
- Ey Sa’lebe, şükrünü yerine getirdiğin az, şükrünü ifa edemeyeceğin çoktan hayırlıdır, diye nasihatta bulunuyor.
Sa’lebe düşünüp akledenlerden değil; mal mülk sahibi olmayı kafasına koymuş bir kere, gözünün başka bir şey gördüğü yok.
- Bana dua et zengin olayım, diyor da başka bir şey demiyor. Alemlerin Efendisi:
- Ben sana güzel bir örnek değil miyim? buyuruyor.
Dileseydi dünyanın bütün servetine sahip olabilecek bir peygamberin zühd ve fakrındaki hayrı görsün istiyor ama nafile. Yeminler ediyor Sa’lebe, mal sahibi olursa Allah için cömertçe dağıtacağı vaatlerinde bulunuyor. Bakıyor ki ikna olacak gibi değil, Rasulullah s.a.v. mübarek ellerini açıyor:
- Ey Allahım Sa’lebe’ye mal ver, diyor.
Sa’lebe önce bir koyun sahibi oluyor. Bir koyun iki, üç, beş.. derken bir sürü oluyor. Sürüler çoğalıyor, Medine’ye sığmaz hale geliyor artık. Sa’lebe, sayısını bilemediği mallarıyla Medine dışında geniş bir vadiye konuyor.
Efendimiz s.a.v.’in dünyaya sarılan, dünya malına düşkün olanların yakasını kurtaramayacağını daha önceden haber verdiği sıkıntı ve belalar bir bir tahakkuk ediyor Sa’lebe’de. İhtiyaçları ve tasası artıyor, meşguliyeti çoğalıyor. Önce cemaati, sonra vakit namazlarını terk ediyor. Bir müddet sonra Cuma namazlarına da gelmez oluyor. Nihayet zekât ayeti inince, zekât tahsildarları Sa’lebe’nin de yanına varıyorlar. Sa’lebe’nin kalbi hırs ve tamahla dolmuştur. Kızıyor, söyleniyor, itiraz ediyor önce.
- Bu da ne böyle, müslümandan cizye istemek gibi, diyor; hele şimdi gidin sonra gelin, ben bir düşüneyim, gibi sözlerle oyalıyor zekât memurlarını.
Tahsildarlar eli boş Hz. Peygamber s.a.v.’in huzuruna geldiklerinde, daha onlar hiçbir şey söylemeden, Efendimiz s.a.v.’in dudaklarından hepimizi titretmesi gereken şu sözler dökülüyor:
- Vah Sa’lebe’ye!
Sa’lebe b. Hâtıb, Tevbe Suresi’nin kendisini tehdit eden ayetlerinin nüzulü üzerine telaşa kapılıp zekât vermek istiyorsa da zekâtı kabul edilmiyor. Hz. Osman r.a.’ın halifeliğine kadar ömür süren Sa’lebe’nin zekâtını, kendisinin teklifine rağmen Hulefa-i Râşidîn de reddediyor.
İbret nazarıyla etrafımıza şöyle bir bakalım: “Vah Sa’lebe!” dedirtecek ne kadar da çok örnek var!
“Dünyanın sonu değil ya!”
Günümüzde dünya ile ilgili bir işin ısrarla takipçisi olmak, kafamızdaki neticenin gerçekleşmesi için bütün imkanlarımızı sonuna kadar zorlamak, bunu yegane amaç telakki etmek “akıllılık” gibi sunuluyor. Dünyevî bir hedef “olmazsa olmaz”ımız yahut ölüm kalım meselesi haline getirilince de, ilâhi ölçüler ve kulluk sorumluluğumuzun icapları ihmal ediliyor. İlâhi kriterleri inkâr etmese bile onları ayrı bir kategoriye koyan, “din ayrı, dünya ayrı” diyerek dinin emirlerine rağmen çılgınca bir hırsla dünyaya yönelmemizi salık veren akıl, modern bir akıldır. Modern akıl dünyevî, dolayısıyla maddeci bir temyiz mekanizması kurar. Her şeyi rasyonel bir kâr-zarar ekseninde değerlendirir. Sabrı, kanaati, rızkı, bereketi ve en önemlisi ahireti idrakten acizdir. Modern akıl dünya ve dünya hayatıyla kendini sınırlamıştır; “son” kavramından dehşetle kaçar, insanın ve dünyanın sonunu anlamaya ve düşünmeye asla yanaşmaz.
Böyle bir aklın kılavuzluğunda yol almaya çalışanları, bazen dünyalık bir mahrumiyete uğradıklarında, “Demek ki hayırlısı buymuş..” diye teselli edemezsiniz. Onları avutabilecek tek söz, muhtemelen dublaj Türkçesinin eseri, “Boş ver, canını sıkma, dünyanın sonu değil ya!” cümlesidir; baştan ayağa dünya kokar, dünyanın sonunu felaket gören bir trajediyi yansıtır.
Halbuki müslüman aklı vahyin inşa ettiği bir akıldır. İnsanın ve bu dünyanın “son”unu hesaba katarak tavır belirlemekle kendini gösterir. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’de onlarca ayette, yeryüzünde dolaşarak yalancıların, günahkârların, bozguncuların, zalimlerin.. sonlarının nasıl olduğunu görmemiz ve buna göre aklederek davranmamız istenir. Ra’d Suresi’nin 19. ayetinde, bu dünya yurdunun akıbetini gözettikleri için ebedi saadetle müjdelenen kimseler “ulü’l-elbâb”, yani “üstün akıllılar” olarak nitelenir.
Rasulullah s.a.v. de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Akıllı kişi kendi nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir. Ahmak ise nefsini hevasının peşine takan, Allah’tan birtakım (dünyalık) temennilerde bulunan kişidir.”
Zulüm ile abad olanın ahiri berbad olur
Kur’an-ı Kerim’de “dünya” yeryüzü anlamına değil, “hayatü’d-dünya” tamlamasıyla bir hayat çeşidinin sıfatı olarak kullanılır. Tek başına zikredildiğinde de anlatılmak istenen yine “dünya hayatı”dır. Bu tamlama, bir tasnif yaptığına göre, öncelikle dünya hayatı dışında da bir “hayat” olduğu bilgisini verir. İkinci olarak “dünya” kelimesinin anlamından hareketle “dünya hayatı”nın niteliğini kavramamızı ister.
Dünya, “deni”, “denaet”, “edna” kelimelerinin de türediği, “aşağıya doğru yaklaşmak, alçalmak” anlamına bir kökten gelir. Duyularla, yani insanın en basit ve beşeri idrak imkanlarıyla algılanabilen, ebedi hayata nisbetle daha aşağı bir nitelik taşıyan “geçici hayat”a bu yüzden “dünya hayatı” denilmiştir.
Oysa insan beş duyudan, âlem de bu duyuların idrak ettiğinden ibaret değildir. İslâm’da kalbin bir ameli olan “akıl”, Cenab-ı Hakk’ın bahşettiği imkanları ve vahyin yardımıyla bunun böyle olmadığını kabul eder. Hatta müslümana göre dünyanın değersizliğinden ve faniliğinden habersiz bir hayat, hayat bile değildir.
Nitekim Kur’an’da öldükten sonra dirilmeye “ba’s” denildiği gibi, müşrik kavimlere peygamber gönderilmesine de ba’s denir. Aynı kökten “bi’set” hem bir peygamberin tebliğe başlaması, hem de ölülerin diriltilmesi anlamına gelir. Demek ki Allah’ı ve ahireti bilmeden sürdürülen bir hayat, dünya hayatı bile olsa aslında bir “ölüm hali”dir. İşte akletmek, dünya hayatının bu niteliğini sürekli hatırda tutmaktır. Rasulullah s.a.v., “İnsanların en akıllısı kimdir?” diye sorulduğunda, “Ölümü en çok hatırlayıp, onun için en fazla hazırlıklı olan.” buyurmuştur.
Akletmemek, Allah’ın apaçık ayetlerini hırs, tamah, hayal, vehim ve zan perdeleriyle perdelemek, kendini bir karanlığa, zulmete mahkum etmektir. “Zulüm”ün tam karşılığı “bir şeyi yerli yerine koymamak”tır. İnsan eğer dünyayı fani ve değersiz olan mevkiinden alıp baki ve değerli bir mevkie koyuyorsa zulmediyor, zalimlerden oluyor demektir. Oysa meşhur sözdür: “Zulüm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur.”
Dünyaya layık olduğundan fazla önem atfederek, bütün mesaisini dünyalık peşinde koşmakla harcayarak sonunu, geleceğini düşündüğünü söyleyenlere sormak lazım: Bu nasıl bir son yahut sonuç alma anlayışıdır ki akibetinizi berbat ediyor?
Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler
Sonumuzu düşünmeli, sonuç almak için çaba göstermeli, akıllı insanlar olarak her işimizin sonunu hesap etmeliyiz ama bunu yaparken modern telakki ile İslâm’ın “son” anlayışının uyuşmayacağını da bilmeliyiz. Dünya sınırları içindeki bir “son” tasavvuru ile dünyayı aşan, maveraî bir “son” tahayyülü elbette birbirinin aynı olmayacaktır. Buna rağmen modernizmin hegemonyası bu farklılığı görmemizi engellemekte, engellemekten de öte modern anlayışı tartışılmaz bir doğru gibi dayatmaktadır.
Modern anlayış dünyayı ahiretten kopardığı gibi, dünya hayatını da kendi içinde birbirinden kopuk eylemler ve kompartımanlar bütünü olarak algılar. Her evre yahut bölmenin neticesini, yani mahsul veya randımanını “son-uç” kabul eder; tasarladığı verimi almışsa sevinir, alamamışsa üzülür. Müslüman ise bütün bunların bir bütünlük taşıdığını, tedbire rağmen nihayetinde ilâhi bir programın icabı, bir takdirin kazası olduğunu bilir; netice aleyhine tahakkuk etmiş gibi görünse de “olanda hayır vardır” diye düşünür. Bu yüzdendir ki modern anlayış dünyevî aklın gerekli gördüğü şeyleri isterken, müslüman “hayırlısı”nı talep eder. “İnsanların hayır bildiklerinde şer, şer bildiklerinde hayır olabileceği” ikazından hareketle, vukuunun veya neticesinin faydalı mı zararlı mı olacağını bilmediği için, her meseleyi bütünü gören ve bilen Allah’a ısmarlar.
Modernizmin “sonuç” dediği, müslümanlar için sebepler silsilesidir ve bunların insanı sırat-ı müstakim üzere tutması, onun istikametini bozmaması önemlidir. Zira asıl sonuç veya netice, bu yolun sonunda ulaşılacak ebedi saadet yurdudur. Öte yandan yolda olma ve istikamet çabasına rağmen böyle bir “son”, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve merhametinin eseri olacaktır. İbadet ve taatin çokluğu, kulluk vazifelerinin ifası, bir aşk ve ihlâsın tezahürüyse neticeye tesir edebilecektir. Başka bir deyişle cennet, ibadetlerin “karşılığı” değil, Allah tarafından sevilmenin “mükafat”ıdır. Hayırlısını istemek, verilene şükretmek, musibetlere sabır, istikamet, kısaca Allah’tan gelene nimet de olsa külfet de olsa rıza, samimi bir “aşk”a alamet olmakla önemli ve değerlidir.
“Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler” diyerek tam bir teslimiyet ve itimat içinde olduklarını ispatladıkları, hep “hayr”a niyetlendikleri için böyle müminlerin “akıbet”leri hayr olacaktır.
Ölüm bir son ama…
Allah Tealâ hem bu dünya için hem de insanların bu dünyadaki hayatı için bir ecel tayin etmiş, yani belli bir müddet, bir vade belirlemiştir. Ecelinin dolması, vadesinin bitmesi, insanın bu dünyadaki sonudur. Modern anlayışla İslâm “ölüm”ün bir son olduğu hususunda birleşmekle beraber, bu “son”un muhtevasında ve değerlendirmesinde yine ayrılmaktadır.
Modernizm ölümü mutlak anlamda bir yokluk, hiçlik gibi görür ve ondan sakınmaya, kaçmaya çalışır. Düşüncesi bile insanı rahatsız eden bir felakettir ölüm. Görmezlikten gelinir, yokmuş gibi davranılır, hatırlamamak için ne gerekiyorsa yapılır. Şehirlerin dışına, gözlerden uzak “asrî mezarlık”lar kurar modernizm. Dolayısıyla ölüme hazırlık diye bir çabası yoktur. Ölüm gelene kadar dünyadan ne koparırsam kârdır düşüncesiyle telaşla, hırsla aceleyle biriktirir; bunu da “akılcı” bir tavır sayar.
Müslüman anlayışında ölüm “nihaî bir son” değildir. İmtihan süresinin sona ermesidir sadece. Gayb bilgisi olarak bize sunulan hakikatlerin belirmesi, neticenin ortaya çıkıp yakin ile bilinmesi sebebiyle insanın ölümüne onun “encâm”ı da denilmiştir. “Allah encâmımızı hayr etsin” duası, dünya imtihanını kazanmış olma dileğini yansıtır.
Bir kısım hakikatlerin ölümle belirginleştiğini kabul etmek, ölümün korkulacak ve mutlak bir son olmadığını kabul etmektir. Kaçınılmaz olandan kaçmaya çalışmanın ahmaklık olduğunu bilen müslüman, ölümü sükûnetle karşılar ve ona göre hazırlık yapar. Hazırlıkları hem son nefeste iman ile göçmeye, yani hüsn-i hatimeye, hem de ölüm sonrasındaki hesap gününe yöneliktir. Böyle bakıldığında müslümanın dünya hayatının aslında bütünüyle ölüme ve sonrasına hazırlıktan ibaret olduğu görülecektir. Bu, aynı zamanda sürekliliği olan bir hazırlıktır ki, imtihanın tabiatıdır.
Kul bütün takvasına rağmen emniyet hissine kapılıp hazırlığını bitirdiğini düşünmemelidir. Ümitsizlik veya emniyet tehlikesine karşı havf ile reca yahut korku ile ümit arasında olmamız tavsiye edilmiştir.
Nihayet modern anlayışta ölüm, beklenmeyen, unutulan, uzakta olduğuna inanılan hatta geciktirildiği düşünülen bir sondur. İslâm’da ise her an tahakkuk edebilecek bir akıbettir. Bu sebeple müslümana büyükler tarafından, mesela her namazını “ehline veda edenin namazı” yahut “son namaz” gibi kılması tembihlenmiştir. Sonunu düşünen müslüman, her işinde, her istek ve arzusunda biraz sonra öleceğini farzeden insandır.
Sonsuz son: Ahiret
İslâmî terminolojide ölümden sonrası için kullanılan “âhiret, uhrâ, ukbâ” kelimeleri, kök itibariyle bir sürecin nihayetini ifade etse de, yine mutlak bir bitişi, yokluğu, hiçliği yahut tükenişi anlatmaz.
Akıbet, bu dünyanın ve insanın dünya hayatının sonu. Ancak bu, devamı olmayan bir kesinti değil. Nitekim biz aynı kökten türeyen “takip” kelimesini kullanıyoruz ki akıbet, “bir aşamayı takip eden itibarî son” demek. Aşamanın öncesi için bir son, devamı için ise bir başlangıç. Ölümle başlıyor ama ahiret hayatındaki ceza ve mükafat kısmına da taalluk ediyor.
Onun için ölümden sonraki bu sürece yine akıbetle aynı kökten “ukbâ”, inanmayanların bu süreçte uğrayacakları cezalara “ukûbât” deniliyor. Ölüm de dünyadan ukbaya geçişi mümkün kılan bir “akabe” yani “sarp ve zorlu geçit”. Müslümanın ölüm sonrası kadar ölüm anından da korkması, hüsn-i hâtime için endişelenmesi bu yüzden.
Şu halde sonumuzu düşünmek, sürekli ölümü, ukbayı, ukubatı gözeterek yaşamaktır. Zira akıbetimiz bu tutumumuza göre hayır da olabilir şer de. Tâhâ Suresi’nin 132. ayetinde “Ve’l-âkıbeti li’t-takvâ” buyuruluyor. “(Güzel) akıbet takva sahipleri içindir.” demek.
Ahiret de “evvelin mukabili” anlamındaki “âhir”den türetilmiş bir kelime. Kastedilen “dârü’l-âhire”, yani son ikamet mahallidir. Ukba gibi ahiret de fani olanın sonu ama ebedî olanın başlangıcıdır. Cennet ve cehennem, sonu olmayan bir akıbettir.
Akleden bir insan olarak müslümanın yegane hedefi ebedi bir azaptan kaçınmak, günün beş vaktinde en az kırk defa “hidayet” dileyerek ebedi saadet yurduna ulaşmaktır. Biten, tükenen, sonu olmayan hiçbir şey onun için gözetilecek bir “son” değildir. Bilir ki sonunu düşünmek, sonsuzluğu düşünmektir. Bilir ki sonlu olanı sonsuz olana tercih akılsızlıktır. “Alçak dünyanın malına” meyledenlere A’raf Suresi’nin 169. ayetinde yapılan ikazı kulağına küpe etmiştir: “Ahiret yurdu Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”
Arada bir de olsa aklımızı başımıza alıp ne yaptığımızı, neyin peşinde koştuğumuzu, sonumuzun nereye varacağını düşünmeye ne dersiniz?
Ali Yurtgezen