11
Grup Hayber - Seyrettim Muhammedi 320 kbps - NETTE İLK 10 / 00:00:58:10 / 133,16 MB
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
Grup Hayber - Seyrettim Muhammedi 320 kbps - NETTE İLK (10 / 58:10) ----------------------------------------------------------------------------------------- 01 - Seyrettim Muhammedi 07:28 02 - Hazreti Hamza 06:36 03 - Kerem Eyle 04:15 04 - Muhammedül Emin 04:40 05 - Açıldı Yareler 08:17 06 - Şahe Zaman 06:05 07 - Hz Hanzala 06:32 08 - Salatullah 04:12 09 - Hz Osman 04:01 10 - Şaha Gidelim 05:59
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
12
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:34:22 ÖÖ »
Beklenen Nesil Nasıl Olmalı
İçinde bulunduğumuz dünyada, bütün şer odakları ve müstekbir güçler -her çeşidi ve şekliyle- İslâm’ı yok etmek için güç birliği oluşturmuşlardır. İslam’ı ve müslümanları karalamak için gerçekleri tersyüz etmek ve olmadık iftiralar atmak suretiyle rollerini iyi oynamaktadırlar.
Rasulüllah (s.a.v.), şu hadislerinde, bulunduğumuz durumu en iyi bir şekilde yansıtmaktadır: "İnsanlara öyle aldatıcı yıllar gelecek ki, yalancılar doğrulanıp, doğrular yalanlanacak. Hâinlere güvenilip, güvenilir kimseler ihânetle suçlanacak. İşte o zamanda Ruveybida konuşacak". "Ruveybida nedir? diye sorulduğunda, genelin işi hakkında konuşan, değersiz adam" buyurdu. (Sahih-i Câmiu’s-Sâğîr, 3544)
İşte bizler Ruveybidaların/değersizlerin egemen olduğu, sözleri ile gerçekleri çarpıtıp kitleleri maniple ettikleri böyle bir zamandayız. Beklenen nesil bu gerçekleri bilerek meydana inmelidir. Bu nesil bilmelidir ki, özü ve sözü doğru olan; Hakk’a dâvet eden ve dâvetinin karşılığında dünya hayatıyla ilgili hiçbir karşılık istemeyen Allah yolunun dâvetçileri yalanlanmakta, buna karşılık halkın geleceğini çalan, ahlâkî değer yargılarını yok eden, halkın İslâmî kimliğini silerek, onları kimliksiz ve şahsiyetsiz bir duruma getirmeyi amaçlayan bozguncular da doğrulanmakta ve tasdik edilmektedir. İşte "Beklenen nesil" bu ahval ve şerâitte görev yapacağının bilincinde olmalıdır.
Sözlerden ziyade eylemlerin değer ifade ettiği bir dünyada insanlar, sözü ile eylemi örtüşen modellerin peşinden giderler. Bundan dolayı da iyi örnek/model olmanın önemi, izahtan vârestedir. "Âdeta kötü âlimler, cennetin kapısına oturmuş, sözleriyle insanları cennete, amelleriyle de cehenneme dâvet ediyorlar. Sözleri insanlara: "Haydi cennete gelin" dedikçe, amelleri; "Onları dinlemeyin, eğer sizi çağırdıkları şey gerçek olsaydı ilk başta kendileri uyarlardı" demektedir. Görünüşte onlar rehberler gibidir. Fakat gerçekte yol kesici eşkıyalardan başka bir şey değildirler." İşte "beklenen nesil", özü-sözü ve eylemiyle uyumlu bir model olmak zorundadır. "Görünüşte yol gösteren bir rehber, hakikatte ise yol kesici bir eşkıya" asla olmamalıdır.
İslam toplumu, sınırları İslam imanıyla çizilmiş kardeşler topluluğudur. "Müslüman, müslümanın kardeşidir." (Müslim, Birr, 58). Müslümanlar, kardeşliği Kitap ve Sünnet ile ilan edilmiş ve Medine İslam toplumuyla kardeşliği yaşamaya başlamış bir ümmettir. Rasulüllah (s.a.v.) kardeşler arasındaki her türlü ilişkilerde, müslümana kendi nefsini ölçü almasını öğütleyerek "Hiç biriniz, kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe olgun mü’min olamaz." (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71);
"Müslüman müslümana zulmetmez. Müslüman müslümanı, başına musibet geldiğinde terk etmez, onu zalimin zulmüne bırakmaz. Müslüman, din kardeşine yardımda bulundukça Allah da ona yardımda bulunur. Kim bir müslümanın dünya darlığını giderip de sevindirirse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderip mutlu eder. Kim dünyada müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter" buyurmuştur. (Buhari, Mezâlim 3; Müslim, Birr 32)
Bu hadisler göstermektedir ki, İslam’da din kardeşliği duygu, düşünce, tavır, elem, keder ve sevinç olarak bütün mü’minlerin tek bir vücut olması, kendilerini böyle hissetmeleri demektir.
Nitekim bu husus Rasulüllah (s.a.v.) tarafından şöyle ifade edilmiştir: "Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumakta bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsız olursa, öteki uzuvları da bu yüzden rahatsız olur ve uykusuz kalır." (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66)
"Mü’minler birbirlerine karşı, parçaları yekdiğerine kenetli sağlam bina gibidir." (Buharî, Salat 88, Mezalim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizî, Birr 18)
İşte "Beklenen nesil" bu hadislerde ortaya konan fotoğrafta yerini almalı, müslümanlar arası ilişkilerde hep yapıcı ve kaynaştırıcı olmalı. Asla dağıtıcı, talan edici ve bozguncu olmamalıdır.
Beklenen nesil bilmelidir ki, insanlar bir fabrikanın standart ürünleri gibi değildir. Birbirlerinin çoğaltılmış fotokopileri de değildir. Bunun için her insandan aynı inanç ve düşüncede olması beklenemez. Hakkında muhkem ayet ve hadis olmayan konular ictihada açıktır, ictihada açık olanlar da ihtilafa açıktır. Müslümanların bütünlüğünü parçalamayan, kin, düşmanlık ve hasedden uzak olan farklı düşünceler de rahmettir ve servettir. Eğer Allah dileseydi, dinin tamamını tek bir görüntüde, ihtilaf taşımayan, ictihada ihtiyaç duymayan ve kendisinden zerre miktarı sapıldığında derhal küfre düşülen bir kalıp ve modelde de yapabilirdi. Eğer yine Allahu Teâlâ bütün müslümanların her şeyde ittifak etmelerini ve herhangi tâlî bir meselede veya temel olmayan aslî bir meselede dahi olsa ihtilaf etmemelerini dilemiş olsaydı kitabını, hakkında anlayışların farklılaşmadığı, yorum ve tefsirlerin artmadığı, delâleti katî olan muhkem nasslar halinde indirirdi. Fakat O, dinin tabiatının; dilin yapısı ve insanın karakteri ile ittifak halinde olmasını ve durumu kullarına geniş kılmayı dilediği için bu şekilde yapmadı.
İşte "Beklenen nesil" yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve seçik olan/muhkem nasslarla ortaya konan konularda ittifak edip, Yüce Allah’ın tolere ettiği/hakkında kesin hüküm koymayıp İslam’ın genel ilkeleri doğrultusunda hareket ederek sonuca varmalarını müslüman akıllara havâle ettiği konularda anlayışlı olmalı ve farklı görüşlere tahammül etmelidir. Kendi seçtiği ictihâdî görüşlerde "mutlak doğru bunlardır" diye ısrarcı olmamalıdır. "Bunlar benim, hataya ihtimali olan doğrularımdır. Bana göre diğer kardeşlerimin aynı konudaki farklı görüşleri de doğruya ihtimali olan yanlışlardır" diyebilme anlayış ve erdemini gösterebilmelidir.
Beklenen nesil, "Allah için sevmesini ve Allah için buğzetmesini" de bilmelidir. Egemen güçler âdetâ "toplumun inananlar kesimini hoşgörü borçlusu, kendilerini de hoşgörü alacaklısı" görmektedirler. Haksızlık, baskı ve zulüm yapmak, azgın azınlığın hakkı, bunları hoşgörü ve anlayışla karşılamak da bizlerin görevi sanılmaktadır. Hâlbuki sınırsız hoşgörü olamaz. Sevgi ne kadar tatlı ve sıcak, buğz ve kin ne kadar sert ve soğuk görülürse görülsün "Allah için" oldukları zaman, aralarında hiçbir fark kalmaz, aynı hükümde birleşirler. Her ikisi de "en üstün amel" derecesine yükselir. Ebu Zerr’in (r.a) naklettiği hadiste Rasulüllah (s.a.v.) bunu aynen şöyle ifade etmiştir: "Amellerin en üstünü, Allah için sevmek ve Allah için kin tutmaktır" (Buhârî, İman ; Ebû Dâvud, Sünne 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 146)
İslam ile ona taban tabana zıt olan terörü bir araya getirmekten, aynı şeymiş gibi göstermekten asla çekinmeyen hoşgörüsüzler bile, müslümanlardan anlayış ve hoşgörü beklemektedirler. Onlar bunu isterlerken kendi ilan ettikleri nefretlerini hiç akıllarına getirmemektedirler. "Anlayış ve hoşgörü müslümanların görevidir, hakkı değildir" demeye çalışıyorlarsa, her şeyden önce bizzat bu fikri ve anlayışı; hoşgörü ve müsamaha ile karşılamak mümkün değildir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.), müslümanların sadece sevme duygusuyla değil, aynı zamanda kin ve nefret duyguları ile tepki gösterilebileceğini, müslüman gönüllerin sevgi kadar etkili ve kutsal kin ve nefretle de "Allah için" olmak kaydıyla hareket edebileceğini bildirmiştir. Hatta O, elle ve dille düzeltilemeyen kötülüğe karşı, ancak kalben buğzetmek/kin duymak suretiyle müminin iman noktasında kalabileceğini de açıklamıştır.
İşte "Beklenen nesil" bu bilinçle sevgi, kin ve hoşgörü dengelerini iyi ayarlayan ve hepsini adresine, doğru gönderen bir nesil olmalıdır. Böyle bir nesil mutlaka inşa edilmelidir.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
13
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:31:05 ÖÖ »

Peşinden Gittiklerimizle Ahiret Yüzleşmesi
İnsan, toplumsal bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz. Mektebine, meşrebine, karakterine ve inandığı değerlere uygun kişilerle birliktelikler oluşturur. Bir sosyal grubun, ya üyesidir veya sevk ve idarecisidir yahut da hocasıdır. İnsanlar, birbirlerini etkiler. İnsanoğlu bulunduğu toprağın ürünüdür. Kendini çevreleyen sosyal, kültürel ve ekonomik dokudan etkilenerek gelişimini tamamlar. Etkilediği ve etkilendiği kişi veya kişiler mutlaka vardır.
Oluşturduğumuz arkadaş ve dostlukların bizler üzerinde etkisini Rasûlullah (s.a.v) şöyle beyan ediyor: “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb 19, H.no:4833; Tirmizi, Zühd 45, H.no:2379)
“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük üfüren gibidir. Misk taşıyan ya sana verir yahut satın alırsın yahut da o miskten güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren ise ya senin elbiseni yakar yahut ondan pis bir koku duyarsın.” (Buhârî, Büyü 38)
Bu hadislerin, atalar sözüne yansıması da şöyledir: “Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim.”
Buradan anlıyoruz ki, kişinin seçeceği dost ve arkadaşı, onu olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Önemli olan ahirette “Eyvah niye ben filanı arkadaş edindim ki” diyeceğimiz günler gelmeden, bu uyarılar doğrultusunda dost ve arkadaş edinmeliyiz. Yüce Allah bu konuda Furkan suresinde şu uyarıyı yapmaktadır:
“O gün, kendisine yazık eden, parmaklarını ısırarak şöyle der: “Âh, keşke Peygamberin yolunu tutsaydım! Vah bana, keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü Kur'ân bana gelmişken, gerçekten o, beni Kur'ân'dan uzaklaştırdı. Şeytan, insanı yüzüstü bırakıp rezil rüsvâ eder.” (Furkan: 25/27-29)
Allahu Teâlâ ve Rasûlü, kullarını bu şekilde uyarmaktadır. Kullar da seçimini buna göre yapmalıdır. Biz müslümanlar tek dünyalı değiliz. Bizim iki dünyamız vardır. Akıllı insan, dünyasını imar ederken ahiretini imha etmeyendir. Dünyada kurduğumuz dostluklar, edindiğimiz arkadaşlar, ders aldığımız hoca efendiler, tiryakisi olduğumuz ilim ve fikir adamları, peşinden gittiğimiz kanaat önderleri ve siyasi liderler, bize ahireti unutturmamalı, kıyamet günü Allah ve Rasûlü’nün huzurunda bizi mahcup etmemeli, mahşer meydanında bizden sıvışıp kaçmanın yollarını aramamalı. Dünyada aleyhlerine kimseyi konuşturmadığımız bu önderler, orada bize sahip çıkmalı.
“Biz o gün bütün insan gruplarını önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız.” (İsra:17/71)
“İşte o zaman kendilerine uyulan ve arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşır ve azabı görürler. Neticede aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır.” (Bakara:2/166)
“Onlara uyup arkalarından gidenler: ‘Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!’ derler. Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir. Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” (Bakara:2/167)
“Allah, 'Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin' der. Her ümmet girdikçe kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için, 'Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat ver' derler, Allah, 'hepsinin azabı kat kattır, ama siz bilmezsiniz' der.” (A’raf: 7/38)
“Bu defa öncekiler diğerlerine şöyle söyler: “Gördünüz ya, sizin bizden bir üstünlüğünüz, bize karşı bir ayrıcalığınız yok. O halde, bizzat kendi kazandığınıza karşılık olarak tadın şu azabı!” (A’raf: 7/38)
“Yüzleri ateşe çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah'a ve Peygamberine itaat etseydik’ diyeceklerdir.” (Ahzab: 33/66)
“Ve: “Ey Rabbimiz! Doğrusu biz efendilerimize ve büyüklerimize uyduk, onlar da bizi şaşırtıp yolumuzu saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat diyecekler.” (Ahzab: 33/67-68)
“Derler ki: Ey Rabbimiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat artır.” (Sâd: 38/61)
Bütün bu delilleri göz önünde bulundurarak, dini kimden öğrendiğimize hayatî önem vermeliyiz. Etkisinde kalıp peşinden gittiğimiz bu üstad, hoca veya şeyh kabul ettiğimiz kişiler, bizi merdiven altı dine çağırarak sırat-ı müstakimden kaydırırlarsa, ahiret manzaramız çok çetin olacaktır.
Dünyada asla aleyhine konuşturmadığımız, hatta canımızı bile siper edebilecek şekilde etkilendiğimiz bu beyleri, ahirette, sanki kırk yıllık can düşmanımızmış gibi “cehennemdeki santigrat derecelerini iki kat fazla vermesi için” Allah’a yalvaracağız.
Öyleyse iş işten geçmeden, dünyada iken, aklımızı cebine koyduğumuz kişinin ağzından çıkanı tartışılmaz doğrular kabul edip, sorgulamadan hayatımıza giydirerek onun sapıtmalarını din edinirsek, yukarıdaki ayetlerde yer alan büyük fotoğrafta yerimizi alacağımızdan şüphemiz olmasın.
“Efendim, bu dediklerinizi hangi kitaptan bulabilirim, delilleriniz nedir?” diye sorduğunuzda birileri; “Ben sana delil ve kitap ismi veremem ki, benim üstadım/şeyhim, Peygamberimizin ruhaniyetinin, sahabelerin ruhaniyetleriyle yaptığı sohbetlere katılıyor ve Rasûlullah’tan duyduklarını anlatıyor. Ya da bizzat Levh-i Mahfuz’dan naklediyor” diyorsa, bunun illüzyonik ve halüsinasyonik bir sapma olduğunu, böyle bir hurafenin Kur’an ve Sahih Sünnette yerinin olmadığını belirterek reddetmeden bu kervana katılanlar olursa, yukarıdaki büyük fotoğrafta, bitkin bir pişmanlık edasıyla yer alacağından endişemiz olmasın.
Ya da “Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için ve düşünsünler diye, sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” (Nahl:16/44) ayeti kerimesinin verdiği yetkiyle “Rasûlullah (s.a.v), Kur’an’ın hem tebliğcisi hem de açıklayıcısıdır. Peygamberimiz din adına ne söylemişse, vahyin kontrolünde söylemiştir. Kur’an vahyinin dışında da Rasulullah (s.a.v), Allah’ın ilkâ ve ikazı ile Kur’an’ın mücmelini tafsil, mutlakını takyid, müşkilini tefsir, âmmını tahsis etmiştir. Kur’an’da bulunmayan konularda yine Allah’ın yönlendirmesi ile yeni hükümler koymuştur. Yani Allah, bazı hükümlerini Kur’an’da kendi söylemiştir, bazılarını da Rasûlüne söyletmiştir” dediğinizde, “Hayır, Peygamberin böyle bir hakkı yoktur. O, Kur’an’ı tebliğ vazifesini hakkıyla yapmıştır. Hadis dedikleri külliyat ise iki yüz yıl sonra yazılmıştır. “Ben şuradaki arkadaşımızın kulağına ortalama bir hadis metni kadar bir söz söylesem ve arkadaşa da, ‘kulaktan kulağa oyunu oynuyoruz, kapıdaki söyleyecek bana’ desem; ne çıkar biliyor musunuz?
Çıkan söze kahkaha ile gülersiniz” diye sünnetle dalgasını geçtikten sonra, “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki koltuğuna hazırlansın” buyuruyor. Bu sözden dolayı sahabe içerisinde insaflı ve akıllı olan insanlar, ömürlerinde hiç rivayet etmemiştir” diyen zat, “Kulaktan kulağa oyunu” diye aşağıladığı hadislerden olan “Her kim, yalan söyleyerek söylemediğim şeyleri bana isnâd ederse cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Buhârî, İlim, 38) hadisini kullanmıştır. Dolayısıyla tutarsızlıkta zirve yaparak kendi kendini yalanlamıştır. İşte dininizi bunun gibi dâl ve mudıl sünnet kaçkınlarından alırsanız, yarın ahiret yüzleşmesinde sizi bırakıp girecek delik arayacaklardır. Dünyada can ciğer kuzu sarması olan bunlar, sonunda birbirlerine lanet okuyan o büyük fotoğrafta yerini alacaktır.
Sonuç olarak deriz ki; ister ilkel, isterse modern hurafeler üreterek insanları sapıtanların kaydığı uçlara kaymayan, Rasûlullah’tan beri gelen aklıselim sahibi, sıratı müstakîmde sebatlı, Sevâd-ı Âzam çizgisinde olan âlimleri kendimize rehber edinmek zorundayız. Yoksa ahiret yüzleşmemizin çok çetin geçeceğinden şüphemiz olmasın.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
14
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:20:23 ÖÖ »

Allah'a İnandığımız Kadar Güvenmiyoruz
İmanın bir esası, bir de ahlakı vardır. İman esaslarına inanmak, yani Yüce Allah’ın Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği zarûrât-ı diniyyeyi tasdik etmek imanın hakikatidir.
Allah’a güvenmek de imanın ahlakıdır. Gerçek mümin, Allah’a hem inanan hem de güvenendir. Bir müminin Allah’a imanı tam, fakat güveni eksik veya silikse imanında zafiyet var demektir.
Allah’a inanıyor fakat SSK, Bağkur ve Emekli Sandığı’na güvendiğimiz kadar Allah’a güvenmiyorsak işte o imanda bir problem vardır. Bizi küfürden kurtarır ama cehennemden kurtaran amel işletecek güçte değildir. Zaaf illetiyle mualleldir. Öyleyse inandığımız Allah’a tereddütsüz olarak güvenmek zorundayız. Mümin, “İnanan, güvenen, kendisine güvenilen ve başkasına güven verendir.”
Yüce Allah “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar” (Muhammed, 47/7) buyurmaktadır. Allah, 89 ayette “Ey iman edenler” diye müminlere özel hitapta bulunmakta ve onlara imanlarıyla uyumlu özel görevler vermektedir. Yukarıdaki ayette, müminlere yapacağı yardımı, kendine yani dinine yapacağı yardım şartına bağlamaktadır. Allah açık çek vermekte, kulunu sigortalamaktadır. “Ayaklarınızın sıratı müstakimde sabit ve güçlü kalmasını ve kendinize yardım yapılmasını istiyorsanız, bana yani dinime yardım edeceksiniz” demektedir.
Sigorta kurumları da “60 veya 65 yaşına kadar sigortalı bir işte veya devlet kademesinde çalışır, primlerini yatırırsan geriye kalan ömründe ben seni emekli ederek maaş ödeyeceğim. Seni şemsiyem altına alıyorum, sigortalıyorum, sağlık masraflarını da karşılayacağım” diyor. Biz buna sonuna kadar güveniyor ve aralıksız çalışıyor, kanunların yüklediği görevleri eksiksiz yaparak bu sigorta nimetinden istifade ediyoruz. Buraya kadar bir problem yok. Sosyal bir devlette bu gayet normal ve yerinde bir uygulamadır. “Vatandaş Niyazi”, verilen garantilere erişebilmek için üzerine düşeni hakkıyla yerine getiriyor ve bu konuda da “Acaba emekli edilir miyim, edilmez miyim? Primlerimin üstüne yatarlar mı? Beni üçkâğıda getirirler mi” diye bir güvensizliğe de düşmüyor. Ama “Kul Niyazi”, Allah’ın verdiği garantiye bu kadar güvenmiyor. Dine hizmet söz konusu olduğu zaman hemen mazeret üretme kolaycılığını tercih ediyor. Ona:
1. “İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için infak edin, malınızdan harcayın denilse;
2. Kur’an ve Allah yolunda çalışan, Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden tüm hizmet birimlerinin devreye konulması ve desteklenmesi emrediliyor. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmek için malımızı, canımızı, zamanımızı, eforumuzu, sosyal statümüzü ortaya koyalım denilse;
3. Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve ilân etmek, iman hakikatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak için kurs, dernek ve yurt açsak denilse;
4. İnsanların gönlünü İslam’a ısındırmak, müslümanı daha iyi müslüman yapmak, İslam aleyhine yapılan şerleri def etmek, gençleri kötülüklerden muhafaza etmek, Müslümanlıklarını güçlendirmek, müslüman kimliklerini korumak, İslam’a hizmet etmelerini sağlamak için gençlik dernekleri açsak denilse… Bizim “Kul Niyazi” bu sayılan hizmetlerde yer almamak için; devlet memurluğunu, yakında terfilerin yapılacağını, siyasi konjonktürü, ekonomik problemleri, fincancı katırlarını ürküterek elektrikleri üstüne çekmemesi gerektiğini, daha bu gibi faaliyetlerin erken olduğunu, kör olası hanede evlad ü iyalin bulunduğunu vs. vs. mazeretler zincirine ekleyip duracaktır.
Maddeler halinde saydığımız bütün bu hizmetlerin karşılığı Yüce Allah tarafından en az 1’e 10 mükâfat verilerek ödenecektir (Bak: Enam:6/160). Allah’ın yardımı tecelli edecek ve ayaklarımız kaymayacaktır. Niyazi, “vatandaş” iken SSK, Bağkur ve Emekli Sandığı’na kesilen primlerin hiç hesabını yapmıyordu. Nasıl olsa emekli parası olarak kendine döneceğinin rahatlığı içinde seve seve ödüyordu. Ama “Kul Niyazi”, “Zamanını, parasını ve eforunu Allah’ın dinine hizmette kullan ki, Allah da sana yardım etsin, ayağını sağlam bastırsın, 1’ine 10 versin ve sonunda seni cennetine koysun” anonsu karşısında ya boynunu büküp suskunlaşıyor, ya da mazeretler zincirine yenilerini ekleyerek savunmaya geçiyor.
Neden? Hep bundan. Yani Allah’a inandığı halde, SGK’ya güvendiği kadar O’na tam olarak güvenmemesinden… İşte kendi halimize terk edilmişliğin ve ataletimizin arka planında yatan gerçek budur. Çünkü Allah (c.c), Emrolunduğu gibi dosdoğru olmayan, O’nun rızasına uygun olarak dinine sahip çıkıp gayretlerini ortaya koyarak yardım etmeyenleri, kendi halleri ile başbaşa bırakır. İmam Azam’ın dilinde buna “Allah’ın hızlanı” denir.
Öyleyse gelin imanımızı masaya yatıralım. Allah’a olan güvenimizi tekrar gözden geçirelim. Allah’ın garantisine olan güvenimizde hiçbir sarsıntı duymadan O’nun dinine omuz verelim. Çünkü dünyamızı ve ahretimizi imar etmenin yolu buradan geçmektedir. Biz sefere çıkalım. Sefer için üzerimize düşen bütün hazırlıkları tamamlayalım. İnsan olarak yaşadığımız topraklarda Allah’ın dininin ihya ve inşası için bütün gücümüzü ortaya koyarak, var olan doğal enerjimizi tüketelim ve sonunda “Bittik ya Rabbî” dediğimizde Allah’ın yardım jeneratörü devreye girecektir. Hedefe varmak için üzerimize düşeni yapmadan, Allah yolunda tükenmeden Allah’tan yardım beklemek, Mehmet Akif’in tevekkülü anlatırken ifade ettiği gibi, -hâşâ- Allah’ı ırgat tayin etmektir. O halde unutmayalım ki, Allah’ın yardımı, O’nun dinine, gücümüzün sonuna kadar omuz verme ve enerjimizin tamamını o uğurda tüketme şartına bağlıdır. Allah yolundaki seferberliğimiz bu şekilde gerçekleşirse, Allah’ın yardımı da beraberinde tecelli edecektir. O zaman sefer bizden, zafer bahşetmek de Allahtan’dır. Eğer Yüce Allah, “Benim dinime yardım ederseniz, ben de size yardım ederim, elinizden tutar, ayağınızı kaydırmam” diyorsa, yardım eder ve elimizden tutar, ayağımızı da kaydırmaz. Çünkü Allah, şarta bağlı söz vermişse, o şart yerine getirilince, O da sözünü yerine getirir. Yani Allah vaadinden hulf etmez/caymaz. Biz müminler, imanımızın gereği olarak buna can-ı gönülden inanırız, inanmak zorundayız.
Ne mutlu Allah’a imanlarını, O’na güven ile taçlandıranlara!
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
15
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:16:07 ÖÖ »

Kur'an'da Eleştiri
Rasulullah (sav) ve dört halife döneminden sonra, kaybettiğimiz değerlerin başında eleştiri ve muhalefet kültürümüz gelmektedir. Hayat kitabımız Kur’an’dan vereceğimiz örneklerle İslam’daki eleştiri anlayış ve uygulamasını bu yazımızda ortaya koymaya çalışacağız.
Eleştirmek, seçici davranmak demektir. Toptan kabul veya toptan red hastalığına düşmeden, iradesini ortaya koyarak doğruyu yanlıştan çekip çıkarmaktır. Hakkı batıldan, eleyerek ayrıştırmaktır. Vahiyden beslenen aklını devreye sokarak iradeli hareket etmektir. Çünkü eleştiri, bir irade kullanma sanatıdır. İradesini kullanan seçiyor demektir. Çünkü irade, seçme işini gerçekleştiren bir melekemizdir. Neyi seçiyorsanız, eliyorsunuz demektir. Öyleyse eleştirmek, eleyerek almak demektir.
Akıl-irade ikilisini devreye koymazsak; “Sen beni izlemeye devam et. Ben pirizim sen de fişsin. Fişini benim pirize tak, benim gibi hareket et, benim gibi düşün, aklını, iradeni bende yok et” diyerek insanları tek tipleştirip sürüleştirenlerin konu mankeni haline geliriz. İşte insanlar böyle haşhâşileşirler.
Bir takım cahil çevrelerde “Şeyhim bana içki iç dese içerim, çünkü vardır bir hikmeti” şeklindeki yaygın sapmanın gerisinde, akıl ve iradeyi devre dışı bırakarak eleştiri yeteneğini kaybetmek yatmaktadır. Bu meleke kaybolunca da doğruyu yanlıştan eleyerek alma diye bir irade ortaya konamayacaktır.
1) Yüce Allah, hayat kitabımızda Nur suresi 11-20 ayetlerinde Hz. Aişe validemize zina iftirasında bulunanlar karşısında sessiz kalanlar, ya da onlardan etkilenenlerle ilgili eleştiri yapmıştır. Bilindiği gibi iftira söylentilerini birkaç kişinin yaydığı ifade olunmaktadır. Bunlar da Abdullan b. Übeyy, Zeyd b. Rifa, Mistah b. Üsase, Hassan b. Sabit ve Hanne bint-i Cahş idi. Bunlardan ilk ikisi münafık, kalan üçü ise yanlış anlama ve irade zayıflığından dolayı şerre karışmış Müslümanlardı. Hz. Aişe validemizin: "İftirayla ilgili söylentiler, şehirde bir ay kadar süreyle yayılmaya devam etti. İftira kampanyası, Hz. Peygamber'e (sav) büyük bir üzüntü ve yıkım kaynağı oluyordu. Ben çaresizlikten ağlarken, anne-babam da benim ızdırabımdan dolayı adeta hastalanmışlardı” (Mevdudi, Tefhim, III/501-502) dediği bu büyük iftira kampanyasına karşı Kur’an, müslümanların tutumunu şöyle eleştirmiştir:
“İftirayı duyduğunuzda, inanan erkek ve kadınlar kendi kendilerine iyi zanda bulunup da, “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? İftira edenlerin buna dört şahit getirmeleri gerekirdi. Onlar bu şahitleri getirmedikleri sürece Allah katında yalancıdırlar. Allah'ın size dünyada ve âhirette lütuf ve merhameti olmasaydı, bu iftiradan dolayı başınıza kesinlikle büyük bir felaket gelecekti. Çünkü siz bu olayı dillerinize dolayıp, hakkında herhangi bir bilginiz olmadığı halde aranızda yayıyordunuz ve onu basit bir hadise sayıyordunuz. Oysa bu, Allah katında büyük bir olaydır. Bu iftirayı duyduğunuzda, “Bunu dilimize dolamak bize yakışmaz; bu, büyük bir iftiradır” demeliydiniz.” (Nur:24/12-16)
2) Kur’an, fâsığın haberini araştırmadan harekete geçmeyi eleştirmiştir. Hz. Peygamber (sav) , Benî Mustalik kabilesi İslam'ı kabul ettikten sonra, zekât tahsil etmesi için Velid bin Ukbe'yi onlara gönderir. Velid oraya gider, ama onlardan korktuğu için geri dönerek, Hz. Peygamber'e onların zekât vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyler. Bu haberi duyan Hz. Peygamber (sav) öfkelenir ve onları cezalandırmak amacıyla bir ordu göndermeye niyetlenir. Fakat tam bu esnada, Benî Mustalık'ın reisi Haris bin Dırar'ın, yanında bir heyetle Hz. Peygamber'e geldiği ve "Allah'a yemin ederiz ki, değil zekât vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velid'i görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekât vermeye de hazırız" demiştir. (Bak: Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, VII/196; Mevdudi,Tefhim,V/437)
Bunun üzerine “Ey inananlar! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırınız. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptıklarınıza pişman olursunuz. Biliniz ki, aranızda Allah'ın peygamberi vardır. Şayet O, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurat:49/6-7) ayetleri indirildi.
Birçok müfessir, Hz. Peygamber'in (sav) Benî Mustalık hakkında Velid'in haberine dayanarak onların üzerine orduyu gönderme konusunda çekinceli davrandığı görüşündedir. Ordu gönderme konusunda ısrar eden kimseler şu şekilde eleştirilerek uyarılmıştır: "Sizler Allah'ın elçisinin aranızda bulunduğunu, hakkınızda en hayırlı olana onun karar vereceğini unutuyorsunuz. Hz. Peygamber'in, sizlerin görüşüne göre hareket etmesi hususundaki ısrarınız uygun değildir ve bu davranışınız yersiz bir cesaret göstergesidir. Şayet Hz. Peygamber (sav) sizin görüşlerinize göre hareket edecek olursa, birçok hatalar yapar ve bunun sorumlusu da sizler olursunuz." (Mevdudi, Tefhim, V/439)
Doğruluğu araştırılmadan, getirilen haberin etkisiyle nazik ve kritik bir dönemde, böylesine asılsız bir habere dayanılarak hareket edilseydi büyük bir faciaya yol açılabilirdi. Bu bakımdan Allahu Teâlâ, önemli bir konuda getirilen bir habere hemen güvenmemelerini, haberi getiren şahsın itimada layık olup olmadığını araştırmalarını, bu şahsın fâsık ve güvene layık bir kişi olmadığı anlaşılırsa, getirdiği haber doğrultusunda harekete geçmeden önce haberin doğruluğunu araştırmalarını müslümanlara eleştirel bir üslûpla bildirmiştir. Aslında Hucurat suresinin hemen hemen tamamı muhteşem bir eleştiri suresidir.
3) Yüce Allah, Tahrim suresinde de Rasûlünü ve iki eşini eleştirmiştir: “Ey Peygamber! Niçin Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun? Allah Ğafur ve Rahimdir.” (Tahrim:66/1)
Bu ayetin iniş sebebi ile ilgili, tefsir âlimlerimizce kabul edilmiş olan şu olay nakledilir: “Rasûlullah (sav), günlerini eşleri arasında taksim ederdi. Hz. Hafsa’nın günü gelince, anne ve babasını ziyaret için Peygamberimizden izin istedi. Rasûlullah da ona izin verdi. Hafsa gidince, cariyesi Mariye’ye haber gönderip onu getirtti ve Hafsa’nın evinde onunla birlikte oldu. Hafsa dönüp onu evinde görünce büyük bir kıskançlık hissetti ve şöyle dedi: “Ben yok iken onu evime sokup, yatağımda onunla birlikte mi oldun? Bunu sadece beni hakir gördüğün için yaptığın kanaatindeyim.”
Bunun üzerine Rasûlullah (sav), gönlünü almak için ona “Mariye’yi kendime haram kıldım. Bunu sakın hiç kimseye söyleme aramızda kalsın” dedi. Rasûlullah (sav) Hafsa’nın yanından çıkınca, Hafsa Hz. Aişe ile kendi arasındaki duvara vurdu ve Hz. Peygamberin “aramızda kalsın” dediği sırrı ona bildirdi. Hafsa ile Aişe validelerimiz birbirleriyle sıkıfıkı idiler. Rasûlullah (sav) bu olaya kızarak bir ay eşlerinin yanına gitmemeye yemin etti. Bunun üzerine Yüce Allah Tahrim suresinin ilk ayetlerini gönderdi. Başka bir nüzul sebebi olarak da, eşlerinin yüzünden bal şerbetini kendine haram kıldığı haberi nakledilmişse de müfessirlerce birincisi kabul görmüştür.” (Sabûnî, Saffetü’t Tefâsir, VI/492)
Ayetteki “Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi, eşlerinin hatırı için haram kılıyorsun? ifadesi, aslında bir soru olarak değil, yapılan davranışın beğenilmediğini ortaya koymak için kullanılmıştır. Yani maksat, Hz. Peygamber'in davranışının Allah tarafından hoş karşılanmadığının vurgulanmasıdır. Bu noktada Allah'ın helal kıldığı bir şeyi, Peygamber dahi olsa hiç kimsenin haram kılma yetkisinin olmadığı kuralı ortaya çıkmaktadır. Oysa Hz. Peygamber (sav) o şeyi akîdevî olarak ve şer'an değil, sadece kendi nefsine haram kılmıştı. Ancak O, sıradan bir insan konumunda değildi ve bir Peygamberdi. O'nun herhangi bir şeyi kendi nefsine haram kıldığında, ümmetin de o şeyi haram ya da en azından mekruh olarak kabul etme tehlikesi söz konusuydu. Veya ümmet içerisinde bazı kimseler, kendi kendilerine birtakım haramlar ihdas ettiklerinde, hiç kimse bunda bir beis görmeyebilirdi. Bu bakımdan Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber'in bu davranışını eleştirerek bundan vazgeçmesini emretmiştir. Hz. Peygamber'in helal olan bu şeyi kendi isteği ile değil, hanımlarını memnun etmek için kendine haram kıldığı anlaşılmaktadır.
Ancak burada helal bir şeyi kendisine haram kıldığı için sadece Hz. Peygamber (sav) değil, O'nun hanımları da eleştiriye muhatap olmuşlardır. Çünkü O'nlar bir Peygamber hanımı olmanın önemini idrak edememiş ve Hz. Peygamber'i helal bir şeyi haram kılma tehlikesi içine sokmuşlardır. (Mevdudi, Tefhim; VI/392)
Olaya sebep olan eşleri de, Yüce Allah tarafından şu şekilde eleştirilmiştir: “Bir gün Peygamber, eşlerinden birine (Hafsa’ya) bir sır vermişti. Ama sırdaşı hanım, bunu kumasına (Aişe’ye) anlatınca Allah, Peygamberini durumdan haberdar etmişti. Peygamber de ayrıntıya girmeden, durumu sırdaşı hanımına bildirmişti. Peygamber durumu bu şekilde anlatınca, sırdaşı (Hafsa), “Bunu sana kim söyledi?” diye sormuş, Peygamber de, “Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah” demişti.” (Tahrim: 66/3)
“Ey Peygamber eşleri! İkiniz de Allah'a tövbe etmelisiniz. Çünkü kalbinizi bozdunuz. Eğer Peygambere karşı işbirliği yaparsanız, Allah onun koruyucusudur. Cebrail, duyarlı müminler ve melekler, ona sahip çıkacaktır.” (Tahrim: 66/4)
4) Yine Kur’an, düşmana karşı savaşma konusunda ağır davrananları ve yere mıhlanıp kalanları da eleştirmiştir. Rasûlullah (sav), hicri dokuzuncu yılda Bizans İmparatorluğunun Müslümanları yok etmek için kırk bin kişilik orduyla geldiğini haber aldı. O da Bizans İmparatorluğuna karşı savaş ilan etti. Fakat münafıklar aleyhte propaganda yaparak Bizans’a karşı savaş ilan etmenin intihar olduğunu halk arasında yaydılar.
Yeni müslüman olmuş bazı kimseler bu propagandaya inandı ve savaşa katılmak istemediler. Fakat Rasûlullah ve ashabın gayretleriyle otuz bin kişilik ordu hazırlandı ve Tebuk’e kadar gidildi. Düşman ordusu, müslümanların geldiğini duyunca kaçıp gitti. (Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Diyanet Vakfı yayını, s.192)
Yüce Allah, münafıkların ve savaşa katılmak istemeyen müslümanların tutumunu eleştirerek şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda topluca savaşa çıkın!” denildiği zaman olduğunuz yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret yerine dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının sağladığı fayda, âhiretin yanında pek azdır.” (Tevbe: 9/38)
Kur’an’daki eleştirilere sayfalarca misal verebiliriz. Fakat maksadın hâsıl olduğuna inanıyor ve misalleri burada noktalıyoruz.
Görüldüğü gibi eleştiri, ilahî kaynaklıdır. Yüce Allah bizlere bu konuda örnek uygulamalar yapmıştır. Yanlışa dikkat çekmek ve doğruyu göstermek suretiyle, irademizi sağlıklı kullanmamızı istemiştir. Öyleyse eleştirmekten ve eleştirilmekten korkmamalıyız. Eleştirilemeyen kişi ve kurum olamayacağına inanarak doğruyu ve güzeli göstermek için eleştiri yapabilmeliyiz. Ama âlimi, cahil; yankesiciyi, hırsız; toto ve loto oynayanı da kumarbaz eleştirmemelidir. Çünkü eleştiri bir sorumluluk olduğu kadar aynı zamanda bir haktır. Bu hakkı da, hak edenler kullanmalıdır. Usulünce, âdâbınca ve erkânınca.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
16
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:11:03 ÖÖ »

İbadetlerde Devamlılık Esastır
İbadet, sırf Allah rızası için O’na tazim ve saygı göstermek, O’nun emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Ergenlik çağından itibaren başlayıp, ölüm anına kadar devam etmesi gereken bu görev, sadece belirli gün, saat ve dakikalara bağlı değildir. Bütün hayatı kapsamaktadır.
Allah’a kulluk için yaratılan ve dünyaya gönderilen insan, “Elbette sizi korku, açlık; mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz” (Bakara2/155) ayeti gereği çeşitli yönlerden imtihana tabi tutulmakta ve kulluk yapıp yapmadığı konusunda sınanmaktadır.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56)
“İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyâme, 75/36)
“Sizi sadece boş yere yarattığımız ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115)
“Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize Kulluk ediniz...” (Bakara, 2/21) gibi âyetler, insanın sorumlu bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Biz mü’minler, kıldığımız farz ve nafile namazlarımızın her rekâtında اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Rabbimiz!) Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz” (Fatiha, 1/5) diyerek her gün kulluğumuzu itiraf etmekte, ahdimizi yenilemekte ve ibadet hazzı ile yaratılış gayemizi hatırlamaktayız.
Merhum Muhammed Hamdi Yazır’ın ifadesiyle müminin, her gün “Kâinatta ben Allah’tan başkasına hürriyetimi veremem ve ancak O’na ve O’nun emrine boyun eğerim. İtaat etmeyi sever, isyandan nefret ederim, İyiliğe koşar, kötülükten sakınırım, iyiliğin başını da hakta bilirim. Allah’ın emrine uymayan, Allah hesabına yapılmayan hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem. Çünkü ben yoktum, O beni var etti ve terbiye edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve hürriyet bende O’nun emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz defalar daha yapabilir. Bundan dolayı O’nun yolunda her şeyi feda ederim. İstediği zaman yapabileceği, alacağı canımı da feda ederim, dünyayı da feda ederim. Bu uğurda acılara katlanır, iyilik ve hastalıklara göğüs gererim. Katlanamaz ve göğüs geremezsem ölürüm. O’nun emri gereği, zaten öleceğim. Ölürsem de böyle imanla, böyle bir dostlukla ölürüm. Başlangıcım toprak, sonum toprak olur. Allah’tan gelir, Allah’a giderim. İşte ben Allah’ın böyle bir kuluyum...” diyebilmesi ve buna içten bağlanması ne kadar büyüktür. İnsan için bundan daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? (Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1971, c.1, s.103)
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ “Sana ِlüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr, 15/99) ayeti kerimesi gereğince kulluk, süreklilik ister. Kullukta kesinti yoktur. Devamlılık onun temelidir. Bu açıdan kullukta tatil, izin, ara verme, istifa ve istirahat gibi dünyevi işlerde görülen kavramlar yoktur. Ancak kullukta, insanın fıtrî özelliklerine, sağlık durumlarına ve hayat şartlarına göre özel kurallar ve ruhsatlar vardır. İnsan, ergenlik çağından, ruhunu teslim edinceye kadar Allah’a kulluk yapmakla sorumludur.
Yüce Allah Kur’an’ın birçok yerinde müşriklerin itirazları ve inatlarına karşı; “Onlar, ne yaparlarsa yapsınlar, hangi hakarette bulunurlarsa bulunsunlar, seni ne şekilde incitirlerse incitsinler yılgınlık gösterme, tebliğ görevine devam et. Kulluk görevini ihmal etme. Secde edenlerden ol. Ölünceye kadar bana kulluk et” anlamında Hz. Peygamber’den ve ona tabi olan herkesten kulluğa devam etmelerini istemiştir.
Kulluk görevi süreklilik arz ettiğine göre, amellerde de devamlılık söz konusudur. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de (Bak:Bakara,2/284;Ankebût,29/3) ve gerekse hadislerde (Bak:Tirmizî, Kıyâmet, 1) insanın bütün ömür dakikalarından hesaba çekileceği, verilen hayat nimetini nasıl ve ne yolda tükettiğinin sorulacağı beyan edilmektedir. Kur’ân’da, ibadetlerin başı olan namaz konusunda “Namazlara devam edin…” (Bakar, 2/238) buyrulmaktadır. Yine Kur’ân’da mü’minlerin özellikleri şöyle anlatılır: “Gerçekten mü’minler kurtuluşa ermiştir. Onlar, namazlarında huşu içindedirler...Yine onlar, namazlarına devam ederler.” (Mü’minûn, 23/1, 2, 9); “Onlar, namazlarına da devamlıdırlar:” (Meâric, 70/23)
Bu ve benzeri âyetler ibadette devamlılığın esas olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamberimizin amellerin devamlılığı konusundaki uygulamaları ve sözleri de bu izahımız teyit etmektedir. Alkame (r.a) şöyle nakleder: Mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye: “Ey mü’minlerin annesi! Resûlüllah’ın ibadeti nasıldı? Günlerden birine tahsis ettiği bir şey olur muydu?” diye sordum. Bunun üzerine Aişe (r.a) bana şu cevabı verdi: “Hayır! Onun ameli devamlıydı…” (Buharî, Savm, 64, Rikâk,18; Ebû Dâvûd, Tatavvû, 27; Ahmed b. Hanbel, IV, 109)
Yine Hz. Aişe’nin anlattığına göre Resûl-i Ekrem şöyle buyurmuştur: “Allah indinde amellerin en makbulü, az da olsa devamlı olanıdır.” (Buharî, Îman, 32; Rikâk, 18; Müsafirûn, 216, 218; Münâfikûn, 78; Ebû Dâvûd, Tatavvû, 27; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl, 19; İbn Mâce, Zühd, 28; Ahmed b. Hanbel, V, 219)
Görüldüğü gibi ayet ve hadislerde, ibadetlerde devamlılık emredilmiştir. Devamlı surette yapılan ibadetlerin az da olsa ara sıra yapılan ibadetten hayırlı olduğu anlaşılmaktadır. Zira devamlı bir şekilde yerine getirilen ibadet, az bile olsa Allah’a itaati, bağlılığı ve O'nu sürekli hatırlamayı ifade eder. Bu açıdan devamlı yapılan bir ibadet, devam etmeyen çok amelin kat kat önüne geçer.
Farz ve vacip olan ibadetlerde kesinti söz konusu olamaz. Bunların miktarları ve vakitleri kesin olarak tayin edilmiştir. Ayrıca beş vakit farz namazlarla birlikte ve belli bir devamlılık içinde kılınan revâtip sünnetlerde de süreklilik esastır. Dolayısıyla azlık-çokluk bu ibadetler için söz konusu olamaz. Rasulullah’ın çoğunlukla yapıp, ara-sıra terk ettiği prensibine uyarak bu revâtip sünnetlerde de devamlılık esas olmalıdır. Bunların dışında tatavvû/gönüllü olarak yapılan ibadetler, isteğe bağlıdır. Bir mü’min bu konuda prensip sahibi olmalı, gönüllü olarak ifa edilen ibadetlere de kendisini azar azar alıştırmalı ve devamlılık prensibini uygulamaya çalışmalı ve nefsini bu yönde terbiye etmeye gayret etmelidir.
Hz. Aişe validemizin anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.v), ayakları şişinceye ve patlayacak dereceye gelinceye kadar namaz kılardı. “Geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde, kendine bu şekilde niçin zahmet veriyorsun” sorusuna Hz. Peygamber, “Şükreden bir kul olmayayım mı?” diyerek cevap vermiş ve yaptığı bu uygulamanın kulluğun bir şükranesi olduğunu ifade etmiştir. (Buharî, Teheccüd, 6; Müslim, Münâfikûn, 79-81; Nesâî, Kıyâmü’l-Leyl17; Tirmizî, Salât, 187)
Bütün bu açıklamalar, kulluğun sadece belli günlere tahsisinin uygun olmadığını göstermektedir. Allahu Teâlâ’nın Ramazan ayı, kadir gecesi, Cuma günü, seher vakti gibi kıymetli, rahmetinin ve bağışlamasının bol olduğu günleri tahsis etmesinin sebebi, mü’minlere olan engin rahmetinin sonucudur. Allahu Teâlâ’nın diğer günleri de kulluğun yerine getirilmesi, ibadetlerin ifa edilmesi için önemli ve anlamlıdır. Akıp giden zaman içerisinde kulluk ve onun gereği olan ibadetlerin de kesintisiz ve noksansız devam etmesi gerekir. Mü’min, emanet olarak verilen hayatın, hiç ara vermeden tükendiğini unutmamalı ve kulluğun, sonsuzluğa uzanan çizgide sürekli devam etmesi gerektiğini aklından asla çıkarmamalıdır.
Ramazan ayını tamamladığımız şu günlerde, Ramazan mektebinde edindiğimiz “ibadetlerde devamlılık” hasletimizi aksatmadan devam ettirmeliyiz ki, yaratılış gayemize uygun olarak yaşadığımızın şahidi olsun.
Amin.
17
« Son İleti Gönderen: webtasarim Dün, 11:04:46 ÖÖ »
İslam'da Kadının İş ve Sosyal Hayatı
Rasûlüllah (sav)’in 23 yıllık peygamberlik hayatını iki maddede özetler misiniz diye sorulacak olsa, şu cevabı veririz:
1-Bedevî bir toplumdan medeni bir toplum çıkarmıştır.
2-İnsan yerine bile konulmayan, bir mal gibi alınıp satılan ve sadece cinsel obje olarak kullanılan kadına itibarını iade etmiş ve onun, bir bütünün yarısı olduğunu ortaya koymuştur.
Bu gerçeği tespitten sonra konuya, Rasûlüllah ve Raşid Halifelerden sonraki dönemlerde, kadınla ilgili tarihî çarpıtmalardan girip kadın ve kızımızın bugün devlet, vakıflar ve sivil toplum örgütlerindeki çalışma hayatında gelmiş oldukları durumu ortaya koymak istiyoruz.
Sosyal bir varlık olan insanoğlu, kadın ve erkeği ile bir bütünü oluşturur. Bu iki varlık, hayatı beraberce omuzlar, Allah’ın (c.c) dinini üslenip topluma taşımada da her ikisi pay sahibidir. Yüce Allah (c.c) "Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirinin velileri/dost ve yardımcılarıdır. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar…" (9Tevbe:71) buyurmak suretiyle kadının da fıtratına uygun olarak Allah'a kullukta erkekten farklı olmadığını ortaya koymaktadır. O da iyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesini üstlenebileceğine göre, “ma'ruf” ve “münker”in neler olduğu konusunda bilgi ile donanması gerekmektedir.
Kur'an, sosyal hayatı paylaşırken hem erkeklerin hem de kadınların dikkat etmeleri gereken ahlaki kuralları belirlemiştir: "Mü'min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır... Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları hariç, zinetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarını kapayacak şekilde örtsünler..." (24Nur:30-31)
"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle..." (33Ahzab:59) diye buyuran ayet-i kerimeler bu ahlaki ilkeleri ortaya koymuştur.
Hz. Peygamber zamanında medenî, ahlakî ve edebî ölçüler içinde kalmış kadın-erkek ilişkilerinde kısıtlama yoktur. Müslüman hanımlar, Peygamberleriyle serbestçe görüşebildikleri gibi kendisinin idari halefleri durumunda olan ilk büyük halifeler de hanımlara karşı aynı davranışı göstermişlerdir.
Mesela kadınlar ile erkeklerin karşılıklı selamlaşmaları, İslam terbiyesi gereğiydi. Buhari’nin el-Edebü’l Müfred”inde “Kadınlar erkeklere selam verirlerdi” rivayeti nakledilmektedir. (Buhari, Edebü’l Müfred, rakam 1046)
Mesela kadınla erkeklerin birlikte sofraya oturmalarında bir sakınca görülmüyordu. Halifeliğinin son senesinde Hz. Ömer, ordudan kendisine haber getiren, önceden tanışık olmadığı bir müslümanı evinde kabul ediyor, yemek hazırlatıyor ve kendi hanımını, kendileri ile birlikte yemesi için sofraya davet edebiliyordu. Camide olsun, sokakta olsun Hz. Ömer gibi bir zata, hanımlar gayet sert tenkitler yöneltebiliyor ve bu büyük insan, onların haklı görüşlerini kabul etmekte tereddüt etmiyor, kendi fikrinden dönebiliyordu. (Prof. Dr. M.Said Hatiboğlu, Kültürel Mirasımızı Tenkid Zarureti, s.119)
İslam’ın getirdiği bu medeni hayat ne var ki, pek devam edemedi. İlk asırlarda tohumları atılan sosyal çalkantıların, fitne tehlikelerinin, kadınları sarsmasından korkan erkek takımı, onları duvarların arkasına hapsetmeyi çare zannettiler. Bu sakat düşüncelerini tatbik ettirebilmek için de Hz. Peygamber’e yalan isnad ettiler. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e, işlerine yarayacak ayet eklemek ellerinden gelmiyordu, hadisi kullanmaya mecbur kaldılar. Hudeybiye anlaşmasından sonra hanımı Ümmü Seleme’nin görüşüyle hareket eden bir Peygamberin modeli ortada iken “Kadınlarla istişare edin fakat dediklerinin zıddını yapın ki, doğruya erişesiniz” emrini O yüce insana isnad etmekten utanmayan müslümanlar zuhur etti. Hem de “Ben söylemediğim halde bana yalan isnad eden, cehennemdeki yerine hazırlansın” mütevatir hadisi ortada durduğu halde!!!
İşin en acıklı tarafı, bu istismarın farkında olmayan bazı safdil âlimlerimizin sergiledikleri manzara olsa gerektir. Hâkim-i Tirmizi’nin bu çerçevede yürüttüğü safsata, ibret alınacak mahiyettedir: Miladi 9. Asrın muhaddisi, Nevâdiru’l Usûl adlı hadis kitabında; “Hanımlarınızı sokağa bakan odalarda oturtmayın, onlara yazı yazmayı da öğretmeyin”(Hakim-i Tirmizi, Nevâdiru’l Usûl, s.270.) ibaresini Hz. Peygamberden nakletmekte ve bu emrin hikmetini açıklamayı da vazife bilmektedir. Güya kadın yazı öğrenirse, söyleyemediğini yazıya geçirip fitneye düşürebilirmiş! Öyleyse suyu başından kesmek gerekirmiş. (Mehmet Said Hatiboğlu, a.g.e. s.122-123)
Bu konuda Hz. Ömer’e de yalan isnad etmekten geri kalmamışlardır. İbn-i Kuteybe’nin Uyûn’ul Ahbâr’ında kadınlara karşı sürdürülecek siyaset konusunda Hz. Ömer’e şu yalan haber isnad edilmiştir: “Onlara karşı çıplaklıktan yardım isteyin/fazla elbise almayın ki, dışarı çıkıp fitneye düşmesinler. Onlara çokça ‘hayır’ deyin. ‘Evet’ veya ‘olur’ demek onları daha çok istemeye teşvik eder.” (İbn-i Kuteybe, Uyûn’ul Ahbâr, 4/78.)
Tarihin derinliklerinde bir kısım ulema, sahih hadisleri görmezden gelerek yaşadığı devrin kadın algısının baskısıyla, kadınlara karşı bu denli tefrit duruşu sergilemişlerdir. Bu tefrit, zamanla ifrat görüşleri tetiklemiş ve günümüzde olduğu gibi İslam’ın kadına verdiği o asil makam yozlaştırılmıştır.
Yaratanın yaptığı vazife taksiminde, vücut teşekkülü ve ruh muhtevası bakımından taşıdığı özellikler sebebiyle kadının asli vazifesi anneliktir. Anne, ailenin mimarıdır, aile de toplumun ana rahmidir. Sağlıklı toplumları inşa edenler annelerdir. Kadının bu asil görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için yorucu işlerde yıpranmaması gerekir. Çocuğun ruhi kabiliyetleri üzerinde gebelikten itibaren anne hayatının etkisi büyüktür. Çocuk ana rahminde iken annenin vaktinde yemek yeyişinin, uyuyuşunun, dinlenmesinin çocuğa ilk terbiyeyi verdiği bilinmektedir. Dünyaya gelince bu terbiyenin etkisi görülüyor ve böyle çocuk, vaktinde uyuyor ve uyanıyor. Çocuk süt emerken intizama alıştırılır. Üç saatte bir çocuğa süt veriş, geceleyin altı saat sütsüz bırakış çocuğa verilebilen ilk terbiyedir. (Bak: Dr. Mazhar Osman, Tabâbet-i Rûhiye, 1/244)
İş hayatına atılmış bir kadının bunca işleri yapmasına imkân yoktur. Çünkü kadın iş hayatında kadın maddeten ve manen yıpranır. Bir ev kadınının memuriyet ve iş hayatına atılmasının büyük bir ekonomik faydası da yoktur. Çünkü kazanacağı para, ev işleri ve çocuk bakımı, ayrıca daima dışarıda, insanlar arasında bulunacağından giyimi ve diğer hususları için yapacağı masraftan pek fazla olmayacaktır. Diğer taraftan işsizlik yüzünden boş kalan erkekler, işsizliğin ruhta yaptığı tahribat ile toplumun başına bela kesilen zararlı bir unsur haline gelmektedir.
Kadın, ev ve aile ortamından uzaklaştıkça evlilik bağları da gevşemektedir. Yirmi dört saatin mühim bir kısmını başkalarının emri ve kumandası altında çalışmakla geçiren, hayat mücadelesinin dalgaları arasında yıpranan narin yapılı ve ince ruhlu kadın, yavaş yavaş hırçınlaşmakta ve sinirlenmektedir. Akşamleyin yorgun argın evine gelince çocuklarına ve eşine verecekleri de pörsümüştür. Hatta bazı çalışan kadınlar o kadar erkekleşirler ki, kimseye minnet edecek değillerdir. Kendi ekmeğini kendi eliyle kazanmaktadır. İstediği zaman eve gelir, istediği zaman çıkar. Arzu ettiği meclis ve eğlencelere gider.
Yukarıdan beri dediklerimizi özetleyecek olursak, İslam; müslümanlara uymaları gereken kurallar koymuştur. Tesettürlü de olsa bir kadına şehvetle bakmayı yasaklamıştır.(Bak:24Nur:30)
Kadını toplumdan tecrid etmeyen İslam, bazı sosyal ve tabii ihtiyaçlar neticesinde erkeklere muhatab olan kadınlara ve kadınlara muhatab olan erkeklere yönelik bir takım uyulması gereken edep kuralları koymuştur.
Kadının konuşurken fitne uyandıracak bir üslupla konuşmaması, (Bak:33Ahzab:32) ayaklarını yere vurmaması, zinet yerlerini göstermemesi, halvet halinde olmaması, erkeklerle ihtiyaçtan fazla konuşmaması gibi edeb kurallarına uyulduğu takdirde, toplum içerisinde erkekler, kadınların işlerini sevk ve idare edebilirler.
Kadınlar da bu ahlak ve edeb kurallarına riayet etmek kaydıyla erkeklere muhatab olabilirler. Mecburiyetler bunu meydana getirebilir. Fitne korkusu her zaman vardır. Müslümanların cemaati, fıtne ihtimali olan kapıları mümkün mertebe kapadıktan sonra, kadınlarla olan sosyal ve eğitim işlerini deruhte etmelidirler.
Görüldüğü gibi İslam toplumunda kadının kayıtsız şartsız serbest hayata atılması tasvip edilmemiştir. Aynı zamanda kadının, ev içindeki terbiye ve idare vazifesi çok önemli olduğu ve zaten ailenin masrafına katılmakla sorumlu olmadığı için, iş hayatına da katılması âdet değildir. Ancak aslî vazifelerini ihmal etmemek ve İslam ahlak sınırlarını aşmamak şartıyla kendini fazla yormayacak işlerde çalışmasında bir sakınca yoktur. (Bak: Bekir Topaloğlu, İslam’da Kadın, s.257 vd.)
Bugün, devlet, vakıf ve diğer sivil toplum örgütlerinde çalışan bayanlarımız bu ölçülere ne denli uymaktadır? İşte bu tartışılır.
Sosyete bayanları bile kıskandıracak tarzda yüzlerine yaptıkları makyaj, sürdükleri parfüm, seslerindeki eda, erkekler karşısında ciddiyet ve vakardan uzak yılışık tavır ve hareketler, tesettürü sadece başörtüsü sanıp altına giydikleri pantolonlarla vücut hatlarını ortaya koyan, Rasûlüllah’ın ifadesiyle “Giyinmiş ama çıplak” durumunda olan kadın ve kızlarımızın, İslam’ın getirdiği edep ve ahlak kurallarına uyduklarını söylememiz mümkün değildir.
Bu bir yozlaşmadır. Kadının iş ve hizmet alanında bu şekilde istihdam edilmesine fetva vermek için din simsarı olmak gerekir.
Allah bizi bundan korusun
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR.
18

Şeytan'ın Vesveseleri
Rabbimiz, dünyaya imtihan için gönderdiği kullarını, başıboş bırakmamıştır. İmtihan araçlarını onlara haber vermiş, onlardan korunma yollarını da öğretmiştir. İmtihan araçlarının en önemlilerinden biri de lanetli şeytandır. Şeytan lanetlenip kovulduktan sonra, Rabbinden insanların son bulacağı ana kadar mühlet almış, Âdem ve Havva ile başlayan saptırma mücadelesinde samimi, yılmadan, usanmadan, şevk ve heyecanla devam etmektedir. Mücadeleyi de yalnız yürütmüyor, hem kendi cinsinden, hem de saptırdığı insanlardan, piyade ve süvarileriyle insanlar üzerine saldırmaktadır. Şeytanın en güçlü silahı vesvesedir o da samimi mümine tesir etmez.
Şeytan düşmandır.
İnsanlara “elinde silahla düşmanın geliyor” denilse kaçacak yer arar. Rabbimiz binbir çeşit silahı olan şeytanın, bizim düşmanımız olduğunu haber veriyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor.
“Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” (Bakara,168)
Mü’min, Rabbimizin düşman ilan ettiği, şeytanın peşine takılmaz. Çünkü onun taraftarlarını götüreceği yer cehennemdir. Hayvanlar bile yavrularına düşmanlarını öğretir de ondan kaçarlar. Akıl sahibi insan nasıl olur da Rabbinin düşman ilan ettiğini düşman bilmez?
“Biz her Peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.” (En'am, 112)
Şeytanlar sadece cin şeytanlarından ibaret değildir. İnsanlardan şeytanlar da vardır. Allah’ın dinine savaş açan, insanların Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışan, ahlaksızlık ve hayâsızlıkları insanlar arasında yaymaya çalışan insanlar da birer şeytandır.
Şeytan ve dostlarıyla savaş
“Şeytanın dostlarına karşı savaşın, şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)
Rabbimiz şeytana ve taraftarlarına karşı da savaşmamızı emrediyor. Bu savaş insanı gafletten kurtarır, Şeytan ve avanesine karşı sürekli teyakkuz halinde olmayı sağlar.
“Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.” (En'am, 121)
Şeytan, dostlarını sürekli mü’minlerle mücadeleye çağırır, kendinin de bu mücadelede yardımcı olacağını söyler. Fakat Rabbinin mü’minlere melek orduları ile yardımını görünce de, hemen oradan sıvışır ve kandırıp savaşa sürüklediği adamlarını yalnız bırakır. Şeytanla mücadele günübirlik bir mücadele değil ömür boyu sürmesi gereken bir mücadeledir. Çünkü şeytan mücadelesine hiç ara vermemektedir.
“Şeytan onlara yaptıklarını süslemiş ve ‘Bu gün artık insanlarda size galip gelecek yok, mutlaka ben de size yardımcıyım.’ demişti. Fakat iki taraf yüz yüze gelince gerisin geriye dönüp, ‘Ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyler (Melekler) görüyorum. Ben Allah'tan korkarım. Allah, cezası çetin olandır.’ demişti.” (Enfal, 48)
Şeytan vesvese verir.
“Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?” (Ta-Ha, 120)
İnsan faniliği sevmiyor, fakat dünya fani. Bakiye kavuşmak için, fani dünyadaki engelleri aşması gerekiyor, Bunları aşabildiğinde Rabbinin yanında ebedi mutluluğa kavuşuyor.
“Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar.” (Hac, 53)
Aslında şeytanın yaptığı, sadece kalplere vesvese tohumları saçmak. Nasıl ki hasta vücutlara mikroplara açıksa, hasta kalpler de şeytanın vesveselerine açıktır. Onları besler, büyütür. Vesveselerin girdabında boğulur gider.
“Kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler sonra hemen gözlerini açarlar.” (A'raf, 201)
Şeytanın vesvesesi her kalbe saçılır. Mü’minlerin kalbi vesvesenin yeşermesine elverişli olmadığı için şeytanın vesvesesi orada yok olur.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah'a hamdolsun.”buyurmaktadır.
Şeytan korkutur
“O şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın eğer mü’min iseniz benden korkun.” (Al-i İmran, 175)
Şeytan insanların kalplerine çeşitli korkular salarak onların imanlarını, ibadetlerini ve ahlaklarını bozmaya çalışır. Şeytan her zaman kâfirlerin gücünü büyük göstererek, mü’minleri onlarla mücadeleden alıkoymaya çalışmıştır. Tarih şahittir ki, Rablerinin yardımına müstehak olan mü’minlerin korkacağı hiç bir şey yoktur. Ecelin Rabbin elinde olduğuna inanan mü’min kimden korkar? Zaten korkunun da ecele hiç bir faydası yoktur.
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size, çirkinliği ve hayâsızlığı emreder.” (Bakara, 268)
Şeytanın korkuyla insanların ayağını kaydırdığı hususlardan biri de, rızık endişesi, dolayısıyle fakirlik korkusudur. Bu korkuya kapılan insan da helal demez, haram demez her yolla mal yığmaya çalışır. Ölçüde, tartıda hile yapmaya başlar. İnsanları aldatır. Neticede ölçü tanımaz olur, çirkin yollarla, hayâsızca mal edinmeye çalışır.
Şeytan vaadde bulunur
“Onların mallarına ve evlatlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun." Hâlbuki şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez.” (İsra, 64)
Şeytan, besmelesiz her şeye ortak olur. Mü’min her işinde besmele çekip Rabbine sığınmalıdır. İnsanları aldatmak için de yalan, yanlış bol vaatlerde bulunur. Ne gariptir ki insan Rabbinin vaadlerini kulak ardı eder de şeytanın vaadlerine kanar. Öyleyse mü’min iş bitmeden, ecel almadan şeytanın vesveselerinden kurtulmalıdır. Yoksa şeytanı değil kendimizi kınamak zorunda kalırız.
“İş bitince şeytan da diyecek ki: ‘Şüphesiz Allah size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana güvendiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim.’ Şüphesiz zalimlere elem dolu bir azap vardır.” (İbrahim, 22)
Şeytan saptırır.
“Şeytan dedi ki:"Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” (A'raf, 16)
Azgınları savunma psikolojisi, hata ve kusurlarını başkalarının üzerine yıkmak, kendilerini masum kabul etmek. Kendine kulluğa davet eden Rabbimiz, kendine samimi olarak yönelenlerin ayaklarını kaydırırım. Rabbimize ne büyük bir iftira.
“Ey Âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın.” (A'raf , 27)
Rablerine samimi olarak iman edip itaat edenlere, şeytan bir yol bulamaz. Mü’min Rabbine olan iman ve itaatini güçlendirmeli ki, şeytan onu aldatmasın.
Şeytan bazı şeylerle aldatır
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 90)
İçki, kumar ve şans oyunları, her zaman insanlığın başının belası olmuştur. Bu kötülükler de her türlü pisliğin anası olmuş, toplumları helake sürükleyen felaketlerin de başında gelmiştir.
Şeytan ara bozar
“Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu.” (Yusuf, 100)
Yusuf aleyhisselam kardeşleri suçlu oldukları halde onları itham etmemiştir. Şeytanın vesveselerine kapıldığı sürece, anne, baba, evlatlar, dost ve kardeşler birbirine düşman olur.
“Kullarıma söyle: En güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar.” (İsra, 53)
Bunun için şeytana fırsat vererek, düşmanlığa sebep olacak, çirkin söz ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Çünkü bunlar şeytanın insanların arasını bozmak için kullandığı şeylerdir.
Şeytan Allah’ı anmayı unutturur
“Şeytan onları hâkimiyeti altına alıp kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın tarafında olanlardır.” (Mücadele, 19)
Şeytanın hâkimiyetine girenlerin en bariz özelliklerinden biri de Rablerini unutmalarıdır. Rabbi unutmamak içi her an onunla beraber olma şuuruna ermek lazım.
Şeytan boş ümitlere düşürür
“Kendileri için hidayet yolu belli olduktan sonra gerisin geri dönenleri, şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür.” (Muhammed, 25)
İbnu Abbas der ki: Abdullah ibnu Sa'd ibni Ebi's'Sarh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin kâtipliğini yapıyordu. Şeytan ayağını kaydırdı, adam irtidat ederek kâfirlere sığındı. (Nesei, Ebu Davud)
Hiç kimse nefsinden emin olmamalı, uyanık olmalı, Rabbinden yardım dilemelidir.
Şeytanlar kime iner
“Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar her günahkâr yalancıya inerler. Bunlarda şeytanlara kulak verirler. Onların çoğu ise yalancıdır.” (Şu'ara, 221-222-223)
Şeytan kendine kulak veren, her dediğini yerine getiren yalancıları çok sever ve onlardan hiç ayrılmaz. Onları bir günahtan diğerine koşturur durur.
Şeytan kötülükleri güzel gösterir
“Şeytan, onların işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi.” (Ankebut 38)
Bazı kimseler, kendilerini çok uyanık, açıkgözlü zannederler. Şeytanın kötü işlerini süsleyerek, aldatıp günahlara sürüklediği kişiler kendilerini uyanık, açıkgözlü zannetmesinler.
Şeytana tapanlar
“Babacığım! Şeytana tapma!” (Meryem, 44)
Bu hitap İbrahim aleyhisselamın babasına hitabıdır. Rabbimiz şaşırtmasın, en mükemmel şekkilde yaratılan insan, nasıl oluyor da şeytana tapıyor. Evlat Rahmanın dostu bir peygamber İbrahim aleyhisselam, baba şeytana tapan kişi.
Şeytanın dost arkadaş ve taraftarlarının akıbeti
“Şeytan, kendi taraftarlarını alevli ateşe girecek kimselerden olmaya çağırır.” (Fatır, 6)
“Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır.” (Nisa, 38)
“Şeytanlara kardeş olanlara gelince, şeytanlar onları azgınlığın içine çekerler.” (A’raf, 202)
“Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o apaçık bir hüsrana düşmüştür.” (Nisa, 119)
Rabbimiz, kendine dost olanları cennetle müjdeliyor, şeytana dost olanları ise cehennemle müjdeliyor. Âdemoğulları yolunuzu seçin.
Şeytanın şerrinden Rabbimize sığınmak gerekir
“Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse hemen Allah'a sığın.” (A’raf, 200)
Şeytan, Rabbimizin yolundan alıkoymak için, kalplere sürekli mesaj gönderiyor, Bu mesajları reddedilenler listesine alamadığımıza göre, derhal silelim ki, izi kalmasın.
“Allah’ın size lutuf ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” (Nisa, 83)
Şeytanın vesveseleri zayıf olmasına rağmen, Rabbimiz biz aciz kullarına lutfediyor, merhamet ediyor da şeytana karşı yardım ediyor.
Şeytanı haklı çıkartmayalım
Şeytanın öncekiler hakkında zannının doğru çıktığı gibi, bizim hakkımızda da zannını doğru çıkarmayalım. İşte o zaman, yazık bize, vah bize.
"Şeytanın onlar hakkındaki zannı doğru çıktı. İnananlardan bir gurup dışında hepsi ona uydular." (Sebe, 20)
Şeytan mü’minlere zarar veremez
“Şeytan Allah’ın izni olmadan, mü’minlere hiçbir zarar vermez. Öyleyse mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” (Mücadele, 10)
Mü’minler olarak, ne zaman Rabbimize hakkıyla tevekkül edebilirsek, işte o zaman tüm gereksiz kaygı ve sıkıntılarımızdan kurtulup huzura ereriz.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
19

İslam'ı Yaşamak Kolaydır
Dünyayı ve dünyadaki her şeyi, gökleri ve oradaki bütün varlıkları insanların hizmetine yaratan Yüce Allah, yine insanların saadeti için rehber ve yol gösterici olarak kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Ancak hiçbir zaman altından kalkamayacağı bir yükle kullarını sorumlu kılmamış, sadece insanların iyiliğini murad etmiştir.
“Allah insanlar için kolaylık ister, güçlük çekmelerini istemez.“
“Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz” (Bakara,185, 286)
İslam’ın özünü oluşturan helal ve haramlar incelendiğinde de; can, mal, akıl, din ve neslin korunmasının amaçlandığı net bir şekilde görülür.
Kur’an der ki;
“Ey Muhammed! De ki: “Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve sınırı aşmayı, bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
“Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar.” (Araf,33,157)
Haram ve helalleri belirlemek sadece Allah’a aittir. Bununla ilgili Kur’an şöyle buyurur;
“De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı süsü, temiz ve iyi rızıkları kim haram kıldı?” (Araf,32)
“Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah adına yalan söyleyerek yasaklayanlar muhakkak ki ziyana uğramışlar, yoldan sapmışlardır.”(Enam,140)
“Ağzınıza geldiği gibi yalan yanlış konuşarak, “Bu helâldir, bu haramdır” demeyin; çünkü Allah hakkında asılsız şey söylemiş olursunuz. Allah hakkında asılsız şey söyleyenler de kesinlikle iflah olmazlar.” (Nahl,116)
“Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve güzel şeyleri haram saymayın, sınırı da aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” (Maide,87)
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi kendine niçin haram ediyorsun?” (Tahrim,1)
Hz. Peygamber de buyurur ki;
“Helâl bellidir; haram da bellidir.” (Müslim, Müsâkât,107)
“Helâl, Allah'ın Kitabı’nda helâl kıldıklarıdır. Haram da Allah’ın Kitabı’nda haram kıldıklarıdır. Hakkında bir şey demedikleri ise müsamaha gösterdiği şeylerdendir.” (Tirmizî; İbn Mâce)
Ayetler ve hadislerin ışığından yansıyan sonuca göre, insanların kendi kafalarına göre bir şeye helâl veya haram demeleri haddi aşmak ve Allah’ın kabul etmediği davranıştır. Bu nedenledir ki, sırat-ı müstakim yolunda rahat yürüyebilmek için Kur’an’da zikredilen haramları ve emirleri bilmek önemlidir.
İşte Kur’an’da geçen haramlar;
Allah’a ortak koşmak.
Haksız yere bir kişiyi öldürmek.
Geçim endişesi nedeniyle çocukları öldürmek.
Kendini öldürmek, intihar etmek.
Savaştan kaçmak.
Zina yapmak.
Eşcinsellik.
Falcılık/büyücülük yapmak.
Yalan söylemek ve iftira atmak.
Yalan şahitlik yapmak.
Domuz eti, kan ve leş yemek.
İçki içmek.
Hırsızlık yapmak.
Kumar oynamak.
Rüşvet alıp vermek.
Faiz parası yemek.
İsraf yapmak.
Emanete ihanet etmek.
İnsanları çekiştirmek.
Bilgisiz konuşmak.
İnsanlarla alay etmek, dalga geçmek.
Kur’an’da geçen Yüce Allah’ın başlıca emirleri de şunlardır;
Sadece Allah kul olmak.
Namaz kılmak.
Zekat vermek (Zengin olanlar).
Oruç tutmak (sağlıklı olanlar).
Hacca gitmek (zengin ve yolculuğa gücü yetenler).
Anne babaya iyi davranmak.
Ölçü ve tartıda dürüst olmak.
Adaletli olmak, adaleti ayakta tutmak.
Emaneti ehline vermek (liyakat)
Ahiret yurdu ve dünya için çalışmak.
İnsanlara iyilik yapmak.
Sözünde durmak.
Örtünmek.
Gençleri evlendirmek.
Kur’an’da sayılan haramların bir çoğu, inanmayan insanların bile kendisini koruduğu ve yapılmasını çirkin bulduğu, bir kısmı ise kendisi yapsa bile tavsiye etmediği davranışlardır. İçki içen veya kumar oynayan baba, çocuğunu ve ailesini içki ve kumardan korumaya çalışır, kimseye de tavsiye etmez. Dolayısıyla, hırsızlık, insan öldürmek, rüşvet, ihanet, aldatmak gibi fıtratın kabul etmediği davranışlardan kendisini koruyan; adalet, emanet, iyilik yapmak ve dürüst olmak gibi emirleri uygulayan kimse büyük oranda İslam’ın kurallarına fiilen uymuştur. İman edip, namaz gibi Allah’a karşı ibadetleri yerine getirir ve insan haklarını korumaya yönelik Allah’ın emir ve yasakları hakkında titizlik gösterirse müslümanlığı hayata geçirmiş demektir.
Ancak ne yazıktır ki, din adına söylenen ve Kur’an’a ters olan hurafe sözler ve hurafeleri fırsat bilen İslamofobi faaliyetleri İslam hakkında, yaşanmaz bir din izlenimi vermekte ve gençlerin Allah’tan uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Tabi ki gençleri Allah’ın yolundan saptıran sebepleri sadece hurafecilere yıkmak da sorumluluktan kurtarmaz.
İlim ehli bilginlerin meydanları boş bırakmamaları gerekir. Çünkü, oluşan boşluğu birileri mutlaka doldurur ve telafisi imkansız zararlar verir.
İslam’da yeri olmayan hurafe sözlerin tehlikesine dikkat çeken Peygamberimizin şu uyarısı çok manidardır;
“Kuşkusuz Allah, ilmi kullarının arasından çekip almaz. Bilakis âlimlerin vefatıyla ilmi alır. Sonunda hiç âlim kalmayınca, insanlar cahil kimseleri önder edinirler. Onlara birtakım sorular sorulur, onlar da bilgisizce fetva verirler. Böylelikle hem kendileri sapar hem de (insanları) saptırırlar.” (Buhârî, İlim, 34)
İlim ehli Peygamber varislerinin, sahih din bilgisiyle her platformda kendilerini daha canlı göstermeleri gerekmekle birlikte, insanların da din konusunda bilgilerine başvurdukları kimseleri araştırmaları gerekir. Bilinmelidir ki, her söz doğru değildir. Hele, yalan dolanın hızlı yayıldığı teknoloji çağında, özellikle dinle ilgili söylenenleri elekten geçirmeden kanaat belirtmek yanıltıcı olur.
Din, Kur’an ile tamamlanmıştır. İlave ve çıkartma kabul etmez. Kur’an’da Yüce Allah, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım”(Maide,3) buyurarak, dinle ilgili söylenmesi gerekenleri Hz. Muhammed’e bildirdiğini ve onu son peygamber olarak gönderdiğini açıkça duyurmuştur.
Kur’an, insanlara Allah’ı tanıtıp sadece O’na kul olmayı emreder, din konusunda Allah’a ortak kabul etmez, dünyada barış ve güveni hakim kılmayı amaçlar ve cennete giden yolu öğretir.
“İnsanları Allah’a çağıran, din ve dünyaya yararlı iş yapan ve “Ben müslümanlardanım” diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussılet,33).
Dolayısıyla, Allah’tan başkasına çağıranlar ve onlara kanıp umut bağlayanlar, dini ve dünyayı tahrip edenler Allah’ı tanıyamamıştır.
Kur’an, müslümanları bölük paça edenleri ve fitne çıkaranları reddeder. Bununla ilgili Kur’an şu uyarıyı yapar;
“Ey Muhammed! Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir alakan yoktur.
Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.”(Enam,159)
“Şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp her bir grubun kendindekini beğendiği fırkalara ayrılanlardan olmayın.”(Rum,32)
“Hep birlikte Allah’ın ipi Kur’an’a sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın.”
“Parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayınız. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Al-i İmran,103,105). Dolayısıyla, insanları bölük parçaya ayırmak, toplumun huzur ve güvenliğini bozmak, şahsiyetlerini yüceltme uğruna gruplar oluşturmak Allah’a davet değildir.
Kur’an, sadece uyarıcıdır. Kimseyi zorlamaz, kişi kendisi istemedikçe kimse kimseyi de hidayete erdiremez. Hidayet Allah’a aittir, O da isteyene verir.
“Ey Peygamber! Kuşkusuz sen istediğini hidayete erdiremezsin.” (Kasas,56)
“Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın!” (Yunus,99). İslam kimliğiyle ortaya çıkanlar da, hem güzel örneklikle hem de Kur’an’ın öğrettiği metodla davet görevini yerine getirirler;
“Rabbinin yoluna hikmetle (delille) ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış.” (Nahl,125)
Kur’an’ın, sert bir üslupla uyardığı bu yasakları dikkate almadan, din konusunda Allah’a ortaklık yapanlar, dini bölük parçaya ayırıp kendi grubundan olmayanları tekfir edecek kadar haddi aşanlar, Allah’ın helal dediğine haram, haram dediğine helal diyerek dini tahrif edenler, hem kendileri Allah’ın yolundan sapıyor hem de insanları saptırıyorlar.
Sonuç itibariyle, fıtratı bozulmamış ve insanlığı kaybolmamış kimseler için İslam, yaşanması kolay bir dindir. İslam’ın güzelliğini ve kolaylığını gölgeleyen hurafe engelleri de aşılırsa, kulun Allah ile buluşması daha kolay olacaktır.
Mahmut Göl.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
20

Sadaka, Müslümanlığı Ölçen Terazidir
Sadaka, mali bir ibadet olmanın yanısıra, içerdiği anlam itibariyle sadakat, doğruluk, samimiyet ve gönül kazanmaya yarayan bütün güzel davranışlardır.
Hz. Muhammed (sas);
"Her Müslümanın sadaka vermesi gerekir.”
buyurdu. Bunu duyanlar bir an için şaşırdılar.
Çünkü aralarında zengin olmadıkları için mal ile sadaka veremeyenler de vardı. Hemen sordular:
"Sadaka verecek mal bulamayana ne dersin?"
Allah Resûlü, "Eliyle emek verir çalışır. Hem kendisi faydalanır, hem de sadaka verir." buyurdu.
Sahabe tekrar, "Ya buna gücü yetmezse ne dersin?" diye sordular.
Peygamber, “İhtiyaç sahibi, darda kalmış ve mazlum kimselere yardımcı olur.” dedi.
Sahabe tekrar; “Ya buna gücü yetmezse ne dersin?” diye sorunca Resûlullah;
İyiliği veya hayrı ister.
Bunu da yapmazsa ne dersin?” diye dördüncü kez sorunca, “Kötülükten uzak durur. Bu da bir sadakadır.” buyurdular. (Müslim, Zekât, 55)
Hz. Muhammed başka hadislerde;
"Güneşin doğduğu her gün, insanın bütün eklemleri için sadaka vermesi gerekir, buyurmuş ve sadaka türlerini şöyle sıralamıştır;
İki kişinin arasını düzeltmek sadakadır.
Bir kimseyi kaldırarak hayvanına binmesine yardımcı olmak veya eşyasını ona yüklemek sadakadır.
Güzel söz sadakadır.
Namaza giderken atılan her adım sadakadır.
Yoldaki rahatsızlık veren şeyleri kaldırmak sadakadır.
Kendini doyurmak için harcadığı sadakadır.
Çocuğuna yedirdiği şey sadakadır.
Eşine yedirdiği şey sadakadır.
Hizmetçisini doyurduğu şey sadakadır.
Müslüman kişinin bir insana selâm vermesi sadakadır.
Müslüman kardeşine güler yüzlü davranmak sadakadır.
Kovasındaki suyu paylaşmak sadakadır.
Kaybolan birine yolu tarif etmek sadakadır.
İyi göremeyen birine rehberlik etmek sadakadır.
Üzerinde hakkı olduğu kimseye veya borçlusuna anlayışlı davranarak süre tanımak sadakadır.
Bir kimsenin diktiği ağaç veya ekinlerden her türlü canlının yedikleri sadakadır."
Müslüman kimse, her gün güneş battığında kendisine şu soruyu yöneltmelidir;
Bugün ben sadaka adına ne yaptım?
Dert ve sıkıntı gideren, yüzleri gülümseten, kalpleri okşayan bir iş yapmışsa, hatta bunlardan hiç birini yapamamakla birlikte hiç bir canı acıtmadıysa, incitmediyse o günün sadaka borcunu ödemiştir.
Ne kadar bol sadaka, o kadar bol İman ve İslam.
Sadaka, imanı ve müslümanlığı ölçen terazidir.
Mahmut Göl.
İNTERNET RADYOMUZ 24 SAAT YAYINDADIR. Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
|