11
Filistin’in Tarihçesi
Filistin, Akdeniz’in güneydoğu ucunda, Afrika ile Asya arasında köprü konumunda bulunan târîhî bir bölgenin adıdır. Filistin’in doğusunda Taberiye gölü, Şeria nehri ve Lût Gölü; batısında Akdeniz ve Sînâ çölü; kuzeyinde Lübnan; güneyinde de Akabe körfezi vardır. 27.000 kilometre kare alanı olan bölgenin merkezi Kudüs şehridir. Gazze, Askalân, Halil, Yafa, Hayfa, Akkâ, Ramallah, Nablus, Beytüllahim de bölgenin diğer şehirleridir. Bölgenin en eski ve ilk sâkinleri Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan gelen Sâmî kavimlerdir. Bölgede adı geçen ilk kavim Amâlika’dır. Sırasıyla Ken’anlılar, Fenikeliler ve Ârâmîler görülmeye başlar. Daha sonra Filistler buraya yerleşmiş ve bölge adını bunlardan almıştır. Filistler’in Akdeniz kıyılarına yerleştiği tarihte Hz. Mûsâ, uzun yıllardan beri Mısır’da yaşayan İsrâiloğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtararak bu bölgeye doğru hareket etti. Hz. Mûsâ, bu yolculukta İsrâiloğulları’nın çok sıkıntısını çekti ve yolda vefat etti. İsrâiloğulları da yerli halkla savaşarak ve bin bir zorlukla gelip Filistin’e yerleştiler. Yerleştikten sonra da devletlerini kurdular.
İsrâiloğulları, kral Tâlût’tan sonra tahta geçen Hz. Dâvût (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) zamanında altın çağlarını yaşadılar. Altın çağlarından sonra çok zayıflayan İsrâiloğulları, Asurlular ve Babilliler tarafından bölgeden sürüldüler. Bölgenin idaresi daha sonra Persler ve Romalılar arasında el değiştirerek devam etti. Romalıların hâkimiyeti sırasında bölgedeki İsrâiloğulları’nın varlığı gittikçe azaldı. Hz. Îsâ (a.s)’dan sonra bölgede hıristiyanlık yayılmaya başladı. 312 yılında Roma kıralı Konstantinos’un hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra Filistin’e Romalı hıristiyanlar hâkim olmaya başladı. 395 yılında Roma imparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra Filistin, Bizans’ın hâkimiyetine geçti. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Yüce Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesinden bir yıl sonra, yani 611 yılında Sâsânîlerin istilasına uğrayan bölge, 614 yılında büyük bir katliama maruz kaldı. 629 yılında imparator Herakleios tarafından Kudüs dâhil bütün Filistin bölgesi yeniden Bizans’ın hâkimiyetine geçti. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in Rûm sûresinde bu olaylara kısaca temas eder ve yakında Rumların gâlip geleceğini haber verir. Netice de Allah’ın dediği gibi olur.
Mi‘rac dolayısıyla İslâm tarihinde önemli bir yeri bulunan Filistin’de İslâmiyet’in yayılması için başlatılan faaliyetler Asr-ı saâdet’e kadar uzanır. Hz. Peygamber, çeşitli hükümdarlara İslâm’a davet mektupları gönderirken bir mektup da Bizans’a bağlı olan Busrâ Emîri Şürahbîl b. Amr el-Gassânî’ye yollamış, ancak elçi Hâris b. Umeyr el-Ezdî öldürülmüş ve bu durum müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan Mûte Savaşı’na (8/629) yol açmıştı. Ertesi yıl bizzat Hz. Peygamber Tebük Seferi’ne çıktı ve vefatından kısa bir süre önce de Üsâme b. Zeyd kumandasındaki bir orduyu Mûte’nin intikamını almak üzere Belkā tarafına yollamak istedi; ancak ordu O’nun rahatsızlığı sebebiyle Medine’den ayrılamadı. Hz. Ebû Bekir halife seçilir seçilmez derhal Üsâme’yi tasarlanan bu sefere gönderdi (1 Rebîülâhir 11 / 26 Haziran 632). Daha sonra da Amr b. Âs’ı Filistin’in fethiyle görevlendirdi (12. yılın sonu veya 13. yılın başı, Şubat-Mart 634).
Müslümanlar önce Gazze üzerine yürüdüler; yakınındaki Dâsin veya Tâdûn denilen yerde bizzat Gazze valisinin kumanda ettiği düşman ordusunu yenilgiye uğratarak şehri ele geçirdiler. Müslümanların kısa sürede Güney Filistin’i fethedip Gamrülarabât’a kadar ilerlemeleri üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, kardeşi Theodoros kumandasındaki büyük bir orduyu Filistin’e sevk etti. Bizans kuvvetleri bölgeye yaklaştığı sırada Kaysâriye’yi kuşatmış bulunan Amr b. Âs bu orduya mukavemet edemeyeceğini anlayarak kuşatmayı kaldırdı ve halifeden yardım istedi. Hz. Ebû Bekir Hâlid b. Velîd’e haber gönderip yardıma gitmesini emretti. Neticede iki ordu Remle ile Beytülcibrîn arasındaki Ecnâdeyn mevkiinde karşı karşıya geldi ve savaş, İslâm ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı (28 Cemâziyelevvel 13 / 30 Temmuz 634). Bu zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları müslümanlara açıldı ve hemen arkasından Sebastiye, Nablus, Lüd, Yübnâ, Amvâs gibi şehirler fethedildi.
Özellikle Bizanslılar’ın yenilgiye uğratıldığı Yermûk Savaşı’nın (15/636) Filistin’in tarihinde önemli bir yeri vardır. Müslümanlar bu zaferle birlikte bölgede daha sağlam bir şekilde tutundular ve Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar. Halkın aman dilemesi üzerine Hz. Ömer Câbiye’ye geldi ve Patrik Sophronios başkanlığındaki Kudüs heyetini kabul ederek onlara cizye ve haraç ödemeleri şartıyla bir ahidnâme verdi; böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu (Rebîülâhir 16 / Mayıs 637). Kudüs’ün fethi müslümanlarla Bizanslılar arasındaki mücâdelede bir dönüm noktası teşkil eder. Amr b. Âs, İslâm ordularına karşı direnen Kaysâriye’yi tekrar kuşattığı sırada Mısır’ın fethiyle görevlendirilince yerini Yezîd b. Ebû Süfyân’a bıraktı; onun ölümü üzerine de kardeşi Muâviye kumandayı alarak şehri fethetti (19-20/640-641). Muâviye’nin Askalân’ı ele geçirmesiyle Filistin’in fethi tamamlandı ve burası Cündü Filistin adıyla askerî bir bölge haline getirildi; merkez olarak da Kaysâriye’nin yerine Lüd şehri seçildi. Hz. Ömer, Muâz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit ve Abdurrahman b. Ğanem’i halka İslâmiyet’i öğretmek üzere görevlendirdi; ayrıca Arap kabilelerinin buraya yerleşmesini teşvik etti.
637 yılından 1099 yılına kadar Filistin ve merkez şehir olan Kudüs, Müslümanlar tarafından Hz. Ömer’in ahidnâmesi esas alınarak idare edildi. Emevî halifelerinden Abdülmelik b. Mervan’ın Mescid-i Aksâ hudutları içerisinde 685 yılında yapımına başlayıp 691 yılında tamamladığı Kubbetü’s-sahra, şehre tamamen İslâmî bir kimlik kazandırdı. Hıristiyanların dînî lideri olan Papa ve ona bağlı olan devletler, Kudüs’ü geri almak için başlattıkları haçlı seferlerini yıllarca devam ettirdiler ve 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü işgal ederek binlerce Müslümanı katlettiler. Büyük komutan Selahattin Eyyûbî, 1187 yılında şehri haçlılardan geri aldı. Eyyûbîler’in ve daha sonra Memlûkler’in idaresinde kalan Kudüs, 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in kazandığı Mercidâbık meydan muhârebesi ile Osmanlıların idaresine geçti. Kanûnî Sultan Süleyman da çevresi ile birlikte bölgenin fethini tamamladı. Kanûnî ve sonradan gelen sultanlar, Kudüs’e çok ihtimam gösterdiler. Osmanlı döneminde ‘Arz-ı Filistin’ denilen bölge, idarî bakımdan Şam eyaletine bağlı Kudüs, Gazze, Nablus ve Safed sancaklarına ayrıldı. Bunların dışında doğrudan eyalet merkezine bağlı emirlikler de vardı.
1799 yılında Napolyon Bonapart, Mısır’ı ve Hayfa’yı işgal ederek Akkâ’yı kuşatıp Safed ve Nâsıra’ya kadar ilerlemişse de Cezzar Ahmet Paşa karşısında tutunamamış ve geri çekilmeye mecbur kalmıştı. 1832 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından ele geçirilen Filistin, 1840 yılında İngiltere ve Avusturya’nın yardımıyla tekrar Osmanlı idaresine girmiş, fakat bundan sonra büyük devletlerin ilgi odağı olmuştur. 1897 yılında Theodor Herzl, İsviçre’nin Basel şehrinde yahûdî kongresini topladı ve Filistin konusunu gündeme getirdi. Bu kongreden sonra dünyanın değişik yerlerindeki yahûdîler ve özellikle Rus yahûdîleri Filistin’e hicret etmeye başladılar. Theodor Herzl, 1901 yılında Sultan II. Abdülhamid ile görüşüp Osmanlı devletinin dış borçlarını ödeme karşılığında Filistin’den yer istedi. Sultan ‘kan ile alınan toprak parayla satılmaz’ diyerek onu huzurundan kovdu.
Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki’nin basiretsizliği neticesinde girdiği Birinci Dünya Savaşı’nda, Filistin cephesinde cereyan eden ve henüz aydınlığa kavuşturulamayan Kanal Harekâtı neticesinde Filistin’i kaybetti. İngiliz Mareşal Allenby, 11 Aralık 1917’de Kudüs’ü; 1918’de de Filistin topraklarını ele geçirdi. Bu tarihten sonra Filistin’in idaresini ele alan İngilizler, 1948 yılında da yahûdîlere İsrâil devletini kurdurdular. Bölgedeki nüfusun 1880’de %87’si, 1890’da %85’i, 1914’te de %83’ü Müslümandı. İngilizler, burayı alırken nüfusun sadece %2’si yahûdîydi. Sahipsizlikten dolayı bölge nereden nereye gelmiş ve biz ne ile meşgul oluyoruz? Kudüs, kurulduğu tarihten bugüne kadar 23 kere kuşatıldı, 52 kere işgal edildi, iki kere de tamamen yerle bir edildi. Şimdi yahûdîlerin işgali atında olan Kudüs ve Mescid-i Aksâ kurtarıcısını beklemektedir.
(Bu yazı, M. Lütfullah Kahraman’ın Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki ‘Filistin’ maddesinden yararlanılarak yazılmıştır.)
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
12
Cennetlik Kadınlar 3
Cennetlik hanımlardan Hz. Âsiye’yi ve Hz. Meryem’i anlatmıştım. Bu yazımda da onlardan biri olan Hz. Hatice’yi anlatacağım. “Hz. Hatice, 556 yılında Mekke’de doğdu. Soyu, dedelerinden Kusay’da Hz. Peygamberin soyu ile birleşir. Kureyş’in eşrafından olan babası Huveylid, kaynakların önemli bir kısmına göre Ficâr savaşından önce öldü. Annesi Fâtıma bint Zâide b. Cündeb el-Âmiriyye olup onun soyu da Lüey b. Gālib’de Hz. Peygamberin soyu ile birleşir. Hatice’nin üstün iffeti sebebiyle İslâmiyet’ten önce “Tâhire” lakabıyla anıldığı bilinmektedir. “Kübrâ” sıfatı ise Efendimizin en büyük hanımı olması sebebiyle daha sonraki dönemlerden itibaren kullanılmıştır.
Hatice evlilik çağına gelince amcasının oğlu Varaka b. Nevfel ile evlenmesi uygun görülmüşse de bu evlilik gerçekleşmemiştir. Hz. Peygamber ile evlenmeden önce iki evlilik yapan Hatice, ilk evliliğini Ebû Hâle Hind b. (Nebbâş b.) Zürâre et-Temîmî ile yaptı. Bu evlilikten, Efendimizin şemâiline dair rivâyetiyle tanınan ve onun terbiyesinde yetişen Hind adlı oğlu doğdu. Ebû Hâle’den bir de kızı olduğu söylenmektedir. Daha sonra Atîk b. Âbid el-Mahzûmî ile evlendi. Ondan da Hind adında bir kızı oldu. Araplar, Hind adını hem oğullarına hem de kızlarına verirlerdi.
İkinci kocasının ölümünden sonra Kureyş’in ileri gelenlerinden bazıları soylu, güzel ve zengin oluşu sebebiyle kendisiyle evlenmek istedi; ancak Hatice bu tekliflerin hiçbirini kabul etmedi. Güvenli bulduğu kimselerle ortaklaşa ticaret yapmaktaydı. Tanıdıklarının tavsiyesi üzerine, çevresinde üstün ahlâk sahibi ve güvenilir bir genç olarak bilinen Hz. Muhammed ile ortaklık anlaşması yaptı ve kölesi Meysere’yi de hizmetine vererek Suriye’ye gitmesini istedi. Dönüşte başarılı bir tâcir, dürüst ve doğru sözlü bir insan olduğunu gördüğü, Meysere’den ahlâkı ve davranışları hakkında bilgi aldığı, bütün bu özellikleri sebebiyle kendisine hayran kaldığı Hz. Muhammed’e evlenme teklif etti, o da bunu kabul etti. Bu evlilik sırasında Hatice muhtemelen kırk yaşlarında bulunuyordu. Hz. Muhammed (s.a.v.) ise o tarihte yirmi beş yaşındaydı. Hz. Muhammed ile Hatice’nin ilk çocukları Kāsım olup iki yaşına kadar yaşadı. Efendimiz, Ebü’l-Kāsım künyesini onun adından almıştır. Daha sonra Zeynep, Rukıyye, Ümmü Külsûm, Fâtıma ve Abdullah doğdu. Abdullah da küçük yaşta vefat etti.
Peygamberlik gelmeden önce Hz. Muhammed’in şehirden uzakta, özellikle Hira’da tefekkür yoluyla ibadet ettiği günlerde Hatice O’nunla hep meşgul olmuş, eve dönmesi geciktiği zaman hizmetkârları vasıtasıyla O’na ulaşmıştır. Hz. Hatice’nin, Rasûlullah’ın hayatındaki en önemli rollerinden biri, peygamberlik geldiği zaman kendisine herkesten önce iman etmesi ve O’nu bütün varlığı ile desteklemesidir. Hz. Muhammed, Hira mağarasında bulunduğu sırada daha önce hiç karşılaşmadığı Cebrâil O’na peygamber olduğunu tebliğ ettiği ve vücudunu üç defa kucaklayıp kuvvetlice sıktıktan sonra Alak sûresinin ilk beş âyetini öğrettiği zaman büyük bir heyecana kapıldı ve korkudan yüreği titreyerek evine döndü. Başına gelenleri anlattıktan sonra, ‘bana neler oluyor, Hatice?’ diyerek kendinden korktuğunu söyledi. Bunun üzerine Hz. Hatice Rasûlullah’ın korku ve endişelerini gideren şu sözleri söyledi:
“Öyle deme! Yemin ederim ki Allah, hiçbir zaman seni utandırıp üzmez. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, doğru konuşursun, işini görmekten âciz kimselerin elinden tutarsın, yoksulları kayırırsın, misafirleri ağırlarsın, haksızlığa uğrayan kimselere yardım edersin” Hatice, daha sonra Hz. Peygamber’i alıp amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. İbrânîce bilen, bu sebeple Tevrat ve İncil’i okuyan, daha önceleri Hıristiyanlığı kabul etmiş olan bu bilge, Rasûl-i Ekrem’i dinledikten sonra O’na görünen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi.
Hatice de Rasûl-i Ekrem’e, “senin Allah’ın rasûlü olduğuna şehâdet ederim” diyerek Müslümanlığı kabul etti. Hz. Hatice, yeryüzünde sadece üç Müslümanın bulunduğu İslâmiyet’in ilk günlerinde Rasûlullah ve Hz. Ali ile beraber bazen Kâbe civarında, bazen evinde ibadet etti. Abdullah b. Mes‘ûd, Mekke’ye ticaret için gittiğinde onların üçünü bir arada Kâbe’yi tavaf ederken gördüğünü, bu esnada Hz. Hatice’nin tesettüre riayet ettiğini söylemektedir. Hatice, müşriklerin zulmü ve haksızlığı karşısında Rasûlullah’ı hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Mekkeli müşrikler, Ebû Tâlib mahallesinde Müslümanları kuşattığında kendisi de Hz. Peygamber ile birlikte iki, üç yıl boyunca muhasaraya göğüs gerdi. Servetini O’nun davası uğrunda harcamaktan geri durmadı.
Hz. Hatice, yirmi beş yıl kadar süren mutlu bir evlilik hayatından sonra hicretten üç yıl kadar önce 10 Ramazan’da (19 Nisan 620) vefat etti ve Hacûn Kabristanı’na defnedildi. Kanûnî Sultan Süleyman tarafından Hz. Hatice’nin kabri üzerinde yaptırılan türbe, Mekke’nin Suud yönetimine geçmesi üzerine diğer türbelerle birlikte 1926 yılında yıktırılmıştır.
Resûl-i Ekrem, Hz. Hatice’nin vefatından sonra çeşitli hanımlarla evlendiği halde onu hiçbir zaman unutmamış, eşinin fedakârlığını ve dostluğunu her fırsatta anmış, evde koyun kesildiği zaman Hatice’nin eski dostlarına ondan birer parça göndermeyi ihmal etmemiştir. Bir defasında Hatice’nin kız kardeşi Hâle’nin içeri girmek üzere izin istediğini duyan Hz. Peygamber, onun sesini ve izin isteme tarzını Hatice’nin sesine ve tavrına benzeterek heyecanlanmış ve “Allah’ım, bu Huveylid kızı Hâle’dir!” demişti. Bu vefa duygusunu ve sevgiyi hazmedemeyen Rasûl-i Ekrem’in genç hanımı Âişe, bizzat itiraf ettiği gibi hayatında en çok Hatice’yi kıskanmış, ölüp gitmiş bir kadını ne diye hâlâ anıp durduğunu, üstelik Allah’ın kendisine ondan daha hayırlısını verdiğini söyleyerek bu duygusunu ifade etmiştir. Hz. Hatice’nin aleyhinde konuşulmasından rahatsız olan Resûl-i Ekrem, Âişe’nin kendisini ondan daha hayırlı görmesini tasvip etmemiş, davasına kimsenin inanmadığı günlerde onun inandığını, halkın kendisini yalanladığı sırada onun tasdik ettiğini, hiç kimsenin kendisine bir şey vermediği dönemde onun İslâm davasını malıyla desteklediğini, üstelik diğer eşlerinden çocuğu olmadığı halde Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ondan çocuk verdiğini söylemiştir.
Ayrıca onun bu ümmetin kadınlarının en hayırlısı olduğunu belirtmiştir. Nitekim bir defasında Cebrâil Resûlullah’a gelerek Hatice’ye hem Cenâb-ı Hakk’ın hem de kendisinin selâmını söylemesini ve ona içinde hiçbir gürültünün, çalışıp yorulmanın bulunmadığı oyulmuş inciden yapılma bir köşkün verileceğini müjdelemesini bildirmiştir. O hayatta iken bir başka kadınla evlenmeyen Hz. Peygamber, Âişe’nin belirttiğine göre hâtıralarını yâd edip kendisi için istiğfarda bulunmaktan büyük haz duyardı. Rasûl-i Ekrem’in kızı Zeyneb, kocası Ebü’l-Âs Bedir Gazvesi’nde Müslümanlara esir düştüğünde evlendiği gün annesinin kendisine hediye ettiği gerdanlığı onu kurtarmak üzere fidye olarak göndermişti. Hz. Peygamber, Hatice’nin gerdanlığını görünce duygulandı ve ashaptan gerdanlığın tekrar Zeyneb’e gönderilmesini rica etti. Rasûl-i Ekrem, Mâriye’den doğan İbrâhim dışındaki bütün çocuklarının annesi olan Hz. Hatice’yi hayatı boyunca minnet ve sevgiyle anmıştır.” (Yaşar Kandemir, DİA)
Hz. Hatice, hangi mezhebe bağlı olursa olsun bütün Müslümanlar tarafından çok sevilmiş ve sayılmış, Arap olan ve olmayan İslâm toplumlarında Hatice adı kız çocukları için yaygın bir isim haline gelmiştir. İşte biz, bu yazımızla Müslüman hanımların örnek alacağı cennetlik hanımları ön plana çıkarmak istiyoruz. Özellikle üniversitelerde okuyan kızlarımızın bu hanımları yakından tanımalarını istiyoruz.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
13
Cennetlik Kadınşar 2
Hz. Peygamber efendimizin ifadesine göre cennetlik kadınlardan birisi de Hz. Meryem’dir. Meryem adı Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi üçü Îsâ b. Meryem şeklinde olmak üzere otuz dört yerde geçmekte, ayrıca Kur’ân’ın on dokuzuncu sûresi bu isimle anılmaktadır. Hz. Meryem, Kur’ân’da ismiyle anılan tek kadındır. Babasının adı İmrân’dır. Annesinden, adı verilmeksizin İmrân’ın karısı diye bahsedilmektedir. Diğer İslâmî kaynaklarda annesinin adı Hanne olarak geçmektedir. Babası İmrân’ın soy kütüğü Hz. Mûsâ’ya kadar uzanmaktadır. Meryem’in kavminin ona hitap ederken “Ey Hârûn’un kız kardeşi” demesi de onun Mûsâ ve Hârûn’un soyundan olduğunu göstermektedir.
Meryem’in dünyaya gelişine dair Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda yer alan bilgiler şöyledir: İmrân ve Hanne çifti yaşlıdırlar ve çocukları olmamıştır. Bir gün ağaç üzerindeki bir kuşun yavrusunu beslediğini gören Hanne, Allah’a dua ederek kendisine bir çocuk vermesini diler ve eğer duası kabul edilirse doğacak çocuğu mabede (Beytülmakdis) adayacağını vaat eder. Bu vaat onun erkek çocuk beklediğini göstermektedir, zira yahûdî şeriatına göre mâbede erkek çocuklar adanmaktadır. Hanne’nin duası kabul edilir, fakat bir kız çocuğu dünyaya getirince şaşırır, ancak Allah, Hanne’nin adağını da kabul eder. Kur’ân’da İmrân’ın karısının doğacak çocuğunu rabbe adadığı, kız olunca ona Meryem adını verdiği, kovulmuş şeytana karşı onun ve soyunun korunmasını dilediği ve Allah’ın bu dileği kabul ettiği nakledilmektedir. Hadiste de Meryem ve Îsâ’nın günahtan korunmuşluğuna işaret edilmektedir. Çocuğa annesinin isim vermesi ve babasından hiç söz edilmemesi, Meryem’in babasının daha o doğmadan önce vefat ettiği şeklinde yorumlanmaktadır.
Hanne, adağı gereği çocuğunu doğar doğmaz veya sütten kesildikten sonra Hârûn soyundan din adamlarının bulunduğu Beytülmakdis’e götürerek onlara teslim eder. Zekeriyyâ, Meryem’in teyzesinin kocası olduğu için onu himayesine almak isterse de yahûdî din adamları, Meryem’in babası İmrân’ın kendi dinî liderleri olması sebebiyle çocuğu kendileri almak istediklerinden bunu kabul etmezler. Sonuçta Tevrat’ı yazdıkları kalemlerini suya atmak suretiyle kur’a çekerler. On dokuz veya yirmi dokuz kişi arasından sadece Hz. Zekeriyyâ’nın kalemi suyun üzerinde kalır; böylece Meryem’in himayesini o üstlenir.
Hz. Zekeriyyâ, Meryem’i himayesine alır ve evine götürüp teyzesine teslim eder, ayrıca ona bir sütanne tutar; Meryem ergenlik çağına gelince onu annesinin adağının gerçekleşmesi için mâbede götürür. Meryem orada bir odaya yerleşir. Kur’ân’da anlatıldığına göre Allah ona hüsnü kabul gösterir ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirir. Melekler ona, “Ey Meryem! Allah seni seçti; seni tertemiz yarattı ve seni bütün dünya kadınlarına üstün kıldı. Rabbine ibadet et, secdeye kapan, eğilenlerle beraber sen de eğil” diye tavsiyelerde bulunurlar (Âl-i İmrân 3/37, 42-43).
Ergenlik çağına gelen Meryem ya hiç âdet görmez veya âdetli günlerinde teyzesinin evine gider, âdeti bitince de geri dönerdi. Yaşı bir hayli ilerleyen Zekeriyyâ, artık Meryem’le ilgilenemeyecek hale gelince İsrâiloğulları’ndan Meryem’i himaye edecek birini bulmalarını ister. Çekilen kura sonucu Meryem amcasının oğlu Yûsuf’un himayesine verilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilen, diğerleriyle arasını bir perde ile ayıran Meryem’e düzgün bir insan şeklinde görünen melek, ona bir erkek çocuk doğuracağını müjdeler. Meryem’in, kendisine bir erkek eli bile değmemişken bunun nasıl olacağını sorması üzerine, “Allah dilediğini böylece yaratır. Bir işin olmasını dilerse ona ol der, o da olur” cevabını verir (Âl-i İmrân 3/35-47; Meryem 19/16-21; et-Tahrîm 66/12).
İslâmî kaynaklara göre Meryem ve amcasının oğlu Yûsuf, mâbed hizmetinde çalışmaktadır. Meryem on üç, on beş veya on yedi yaşında iken bir gün su almak üzere Silvan mağarasına gittiğinde parlak yüzlü, henüz sakalı çıkmamış, saçları dalgalı bir delikanlı şeklinde görünen Cebrâil ona bir çocuğu olacağını müjdeler. Kur’an’da, “İmrân kızı Meryem’e ruhumuzdan üfledik” denilerek hamile kalış keyfiyeti anlatılmaktadır (et-Tahrîm 66/12).
Kur’an dışı kaynaklara göre Meryem’le birlikte mâbed hizmetinde bulunan Yûsuf, Meryem’in hamileliğini fark edince büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Çünkü o, Meryem’in günah işlemeyeceğini bilmektedir. Meryem’in kendisine gerçeği anlatması üzerine Yûsuf, onun yorulmaması için mâbedin işlerini kendisi üstlenir. Ayrıca Meryem’in ve doğacak çocuğun başına bir kötülük gelmesinden endişe etmektedir. Doğum yaklaşınca Meryem’in İlyâ’ya (Kudüs) 6 mil mesafedeki Beytülahm’e gittiği veya Yûsuf’un onu Mısır’a götürdüğü nakledilir.
Meryem doğum sancısı başlayınca bir hurma ağacına yaslanır ve “Keşke daha önce ölseydim de unutulup gitseydim” der. Kendisine üzülmemesi, alt yanında bir ark meydana getirildiği, hurma dalını silkeleyip yemesi ve insanlarla karşılaştığında konuşmaması söylenir (Meryem 19/23-26).
Kur’an’da bildirildiğine göre doğumdan sonra kavminin yanına gelen Meryem’e halk, “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi, annen de iffetsiz değildi” diyerek onu kınar. Meryem hiç kimseyle konuşmama adağında bulunduğu için kendisi cevap vermeyip çocuğu gösterir ve çocuk kendini tanıtan açıklamalar yapar (Meryem 19/26-29).
Yûsuf’a, Kral Hirodes’in Îsâ’yı öldürmek istediği melek tarafından bildirilince Yûsuf, Meryem ve Îsâ’yı alarak Mısır’a gider ve orada on iki yıl kalırlar. Kur’ân’da Meryem ve oğlunun oturmaya elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirildiği belirtilir (el-Mü’minûn 23/50). Bu yerin Mısır, Dımaşk, İlyâ, Beytülmakdis, Remle olduğuna dair değişik rivayetler vardır. Hıristiyan dinî literatüründe olduğu gibi İslâmî kaynaklarda da Hz. Meryem’in bundan sonraki hayatıyla ilgili net bir bilgi yoktur.
Kur’ân’da ve hadislerde en çok övülen kadınların başında gelen Hz. Meryem iffet, ismet ve takvâ gibi faziletleri kendinde toplamış bir şahsiyettir.
Hz. Meryem bedenî ve ruhî saflığı, kendini Allah’a ibadete adaması, iffet ve namusunu koruması sebebiyle “Betûl” olarak adlandırılmıştır. Betûl ayrıca mânevî mükemmellikle birlikte fizikî güzelliği de ifade ettiğinden Hz. Meryem zamanının en güzel ve en mükemmel kadını olarak da tanımlanmaktadır. Meryem’in tertemiz olması (Âl-i İmrân 3/42) onun “maddî ve mânevî kötülük ve günahlardan uzak olduğu” şeklinde anlaşılmaktadır. Aynı âyette onun seçilmişliğinden söz edilmiş olması ise onun Âsiye, Fâtıma ve Hatice ile birlikte cennet kadınlarının önde gelenlerinden olduğunu ifade etmektedir (Müsned, III, 64, 80, 135).
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
14
Cennetlik Kadınlar 1
İnsan, bu dünyaya cenneti kazanmak için gelmiştir. İnsan, bu dünyada kâmil bir imâna, makbul bir amele ve güzel bir ahlâka sahip olacak ve bunlar sayesinde öbür dünyada cenneti kazanacaktır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’deki âyetlerle bizi cennete dâvet eder. Hz. Peygamber efendimiz de bize cennetin yolunu gösterir.
Yüce Allah, insanı kadın ve erkek olmak üzere iki cins halinde yaratmıştır. İkisi de insan olmak bakımından birbirine eşittir. İkisinin de kendilerine göre görev ve sorumlulukları vardır. Yaratılışı itibariyle erkek, ağır işlerde çalışacak; kadın da kendine uygun işler yaparak hayata katma değer katacaktır. Erkekler baba, kadınlar da anne olarak insan neslinin devamını sağlayacaklardır. Yüce Allah, nizâmı böyle kurmuştur.
İnsan, ister erkek olsun ister kadın olsun imân, amel ve ahlâk ile donanarak hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını mâmûr etmekle mükelleftir. Bu konuda kadınların işi biraz daha kolaydır. Yani onların cennete gitmeleri erkeklere nazaran biraz daha kolaydır. Biz, bu yazımızda Hz. Peygamber efendimizden bazı nakiller yaparak sizlere bu gerçeği göstermeye çalışacağız. Bunu da iki başlık altında yapacağız. Birinci başlıkta Hz. Peygamber efendimizin, isimlerini söyleyerek kendilerinin cennetlik olduğunu bildirdiği kadınları tanıyacak; ikinci başlıkta da yaptıkları iyilikler karşılığında cenneti kazanan kadınları tanıyacağız.
Abdullah b. Abbas’tan gelen bir rivâyete göre Rasûlullah (s.a.v.), bir gün toprak üzerinde dört çizgi çizdi ve sonra da şöyle buyurdu: “Bu çizgileri neden çizdiğimi biliyor musunuz?” Orada hazır bulunanlar “hayır, bilmiyoruz” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cennet kadınlarının en faziletlisi şu dört kişidir: İmrân’ın kızı Meryem, Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtıma ve Müzâhim’in kızı Âsiye.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 113; hadis no: 2958, 2959)
Yine Abdullah b. Abbas’tan gelen bir başka rivâyete göre Rasûlullah (s.a.v.), bir gün toprak üzerinde dört çizgi çizdi ve sonra da şöyle buyurdu:
“Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?” Orada hazır bulunanlar “Allah ve O’nun elçisi daha iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Cennet ehli kadınların en faziletlisi Huveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtıma, Firavun’un karısı yani Müzâhim’in kızı Âsiye ve İmrân’ın kızı Meryem’dir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, hadis no: 2668)
Abdullah b. Abbas’tan gelen bu iki hadis-i şerifte Hz. Peygamber efendimiz tarafından cennetlik olduğu bildirilen isimlerin sıralaması değişse bile mânâ ve muhteva bakımından değişen bir şey yoktur.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den gelen rivâyete göre de Hz. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kadınlardan kemâle erenler İmrân’ın kızı Meryem ve Firavun’un hanımı Âsiye’dir. Âişe’nin diğer kadınlara olan üstünlüğü tiridin (yani etli yemeğin) diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir.” (Buhârî, Enbiyâ, 48; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe, 69-70.)
Hz. Peygamber efendimizin, kendilerinin cennetlik olduğunu söylediği bu kadınları hepimiz tanıyoruz. Bunların ortak noktası kalplerindeki sağlam imân, Allah’a ve peygambere tam itaat, evlerine bağlılık, eşlerine sadâkât, çocuklarına düşkünlük ve bir de bunlara ilâve olarak kendilerinde var olan edep, hayâ ve iffettir. Yüce Allah, bunlardan Hz. Âsiye’yi ve Hz. Meryem’i mümin kadınlara örnek gösterir ve şöyle buyurur:
“Allah, imân edenlere Firavun’un karısını örnek gösterdi. Hani o, ‘Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavun’dan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!’ demişti. Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmrân kızı Meryem’i de inananlara örnek gösterdi. O, itaat edenlerdendi.” (Tahrim sûresi, 66/11-12)
Mısır’daki zâlim Firavun’un, İsrâiloğulları’nın erkek çocuklarını öldürdüğü bir sırada Hz. Mûsâ dünyaya gelmiş ve annesi O’nu vahiy ve ilham gereği bir sandık içinde Nil nehrine bırakmıştı. Sandık, Firavun’un sarayı yakınına gelince onu alıp saraya götürdüler. Âsiye, kocasını ikna ederek Mûsâ’yı öldürtmedi ve şöyle dedi: “Benim de senin de gözün aydın olsun. Bu çocuğu öldürmeyin, belki büyüyünce işimize yarar veya onu evlat ediniriz. Hâlbuki onlar, ileride olacaklardan habersizdiler.” (Kasas sûresi, 28/9)
Yüce Allah, Hz. Mûsâ’yı Firavun’un sarayında ve Âsiye’nin elinde büyüttü. Hz. Mûsâ büyüyüp peygamber olunca O’na ilk imân edenlerden birisi de Hz. Âsiye olmuştu. Onun imân edişiyle alakalı iki rivâyet vardır. Bir rivâyete göre sarayda bir hizmetçi kadın Allah’a imân ettiği için fırında yakılmış, onun ruhunun melekler tarafından gökyüzüne çıkarıldığını gören Âsiye, Yüce Allah’a ve O’nun peygamberi Hz. Mûsâ’ya imân etmişti.
Diğer bir rivâyete göre ise Âsiye, Hz. Mûsâ’nın sihirbazlara karşı üstün gelmesi üzerine imân etmişti. Âsiye, Yüce Allah’a imân ettiği için ellerinden ve ayaklarından kazıklara bağlanmış, güneş altında bırakılarak kendisine işkence edilmişti. Üzerine büyük bir kaya parçası atılacağı sırada yukarıdaki âyette geçtiği şekilde Allah’a duâ etmiş ve duâsı kabul olmuştu. Kaya parçası altında ezilmeden Yüce Allah, onun ruhunu almış ve kendisini cennete koymuştur. O, Allah’ın varlığına, birliğine ve Hz. Mûsâ’nın nübüvvetine inanan, bu uğurda işkencelere maruz kalan ve girdiği yoldan dönmeyen bir kararlılık örneği olarak zikredilmiştir. Hadislerde de Âsiye’den övgüyle söz edilmiş ve Hz. Meryem ile birlikte o da en yüksek kemâle ermiş bir kadın olarak gösterilmiştir.
Âyetlerde ve hadislerde cennetlik olduğu bildirilen Hz. Meryem’i, diğer kadınları ve yazımızın ikinci başlığında anlatacaklarımızı sonraki yazılarımızda anlatmaya devam edeceğiz inşâallah.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
15
Muallim - Öğretmen - Peygamber
Kâbe’yi ilk yapan Hz. Âdem (a.s.)’dır. Hz. Âdem (a.s.) tarafından yapılan Kâbe, Nuh tûfanında sulara ğark olunca, Yüce Allah’ın emri ile Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail, aynı yere yeniden yaptılar. Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yaptıktan sonra şöyle dua etti:
“Ey rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir peygamber çıkar, bize ibâdet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları kötülüklerden temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin.” (Kur’ân-ı Kerim, el-Bakara sûresi, 2/128-129.)
Hz. İbrahim’in bu duâsını kabul edip, O’nun neslinden olan Muhammed Mustafa (s.a.v)’i âhir zaman peygamberi olarak gönderen Yüce Allah, O’na gönderdiği kitapta, dedesinin bu şekilde duâ ettiğini de haber vermektedir. Sevgili peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:
“Ben, ceddim İbrahim’in duâsı, İsâ’nın müjdesi, annemin rüyâsıyım” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 128; Hâkim, Müstedrek, II, 453; İbn Hibbân, Sahih, XIV, 313). Hz. İbrahim, Yüce Allah’a yaptığı duâda, neslinden gelecek bir peygamberin, şu üç görevi yerine getirmesine vurgu yapar:
1-) İçinden çıktığı insanlara senin âyetlerini okuyacak,
2-) Onlara kitap ve hikmeti öğretecek,
3-) Onları kötülüklerden temizleyecek ve arındıracak.
Yüce Allah, Hz. İbrahim’in duâsını kabul ettiğini Kur’ân-ı Kerim’de bize şöyle haber verir: “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti tâlim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.” (Kur’ân-ı Kerîm, el- Bakara sûresi, 2/151)
Hz. İbrahim’in duâsını kabul eden Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede O’nun neslinden gönderdiği peygamberin görevlerini hatırlatmakta ve bu görevlere vurgu yapmaktadır. Bu peygamber.
1-) Gönderildiği topluma Allah’ın âyetlerini okuyacak,
2-) Gönderildiği toplumu kötülüklerden temizleyecek, onları her türlü kirden arındıracak,
3-) Gönderildiği topluma Kitâb’ı ve hikmeti tâlim edip, bilmediklerini de öğretecek.
Peygamberler, Yüce Allah tarafından insanlar içerisinden seçilip, insanlara gönderilen öğretmenlerdir. İlk insan olan Hz. Âdem (a.s.), hem ilk insan hem de ilk peygamberdir; yani ilk öğretmendir. Bu öğretmenlik zincirinin son halkası da bizim peygamberimizdir. Peygamberler, insanları eğitirler ve yetiştirirler; toplumu dönüştürürler. Biz, onların bu konuda başarılı olduklarını iddia ediyoruz. Önemli olan, başarılı olduklarını iddia etmek değil; onları başarıya götüren yolu tesbit etmektir.
Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa, 610 yılında kendisine peygamberlik görevi verildiğinde yapayalnızdı. 632 yılında vefat ederken çevresinde büyük bir sahâbe topluluğu ve müminler kitlesi bırakarak gitti Rabbinin huzuruna. Mekke’de başlayan dâvet bütün Arap yarımadasına yayıldı. O’nun vefatından sonra da hızla bütün dünyaya yayıldı. Hz. Peygamber’in puta tapan insanları kısa zamanda İslâm’a kazandırması, O’nun gerçek bir muallim olduğunu göstermektedir. O’nun bu konuda takip ettiği yol şudur:
Hz. Peygamber, önce insanları bilgilendirir, onların eline hak ile bâtılı birbirinden ayıracak teraziyi verirdi. Elbette ki, o terazi Kur’ân ve ilahî bilgidir. Hz. Peygamber, çevresindeki insanlara Kur’ân’ı hem okur hem de öğretirdi. Her yerde öğretirdi; herkese öğretirdi. Câmide, yolda, evde, çarşı-pazarda, seferde, savaşta, barışta her zaman ve her yerde öğretirdi. Çünkü peygamberler muallimdirler. Çevresindeki insanları güzel bir şekilde bilgilendiren Hz. Peygamber, sonra da onları, verdiği bilgiler doğrultusunda eğitir, yetiştirir ve terbiye ederdi. Yüce Allah’ın âyette belirttiği gibi onları tezkiye eder ve kötülüklerden arındırırdı.
Peygamberler, insanları bilgi hamalı olarak görmezler. Sadece bilsinler ve öğrensinler diye bilgiyi yüklemezler onlara. Peygamberler bilgiyi insana, insan-ı kâmil olsun diye öğretirlerdi. Muhâtaplarını insan-ı kâmil mertebesine çıkarmak için uğraşırlardı; bunu da başarırlardı.
Mekke döneminde ve Medine döneminde, çevresindeki insanları öğretim ve eğitim tezgâhından geçiren Hz. Peygamber’in bu konudaki başarısı, O’nun “örnek olma” özelliğinde yatmaktadır. Eğitim ve öğretimden geçen insanlar O’nu bir örnek şahsiyet olarak görüyor ve O’na benzemeye çalışıyorlardı. Bugün eğitim ve öğretimin önündeki en büyük engel, eğitilenlerin eğitenleri örnek olarak görmemesidir. Okul binalarına, sıralara, masalara, kitap ve defterlere, ders araç ve gereçlerine önem verenler bu konuya önem vermiyorlar. Bu sebepten dolayı da eğitim ve öğretimden istenilen netice alınamıyor.
Hz. Peygamber, toplumun her kesiminin öğretmenidir. Özellikle de câmisinin avlusunda ikamet eden öğrencilerinin, yani ashâbu’s-suffa’nın öğretmenidir. Onların her şeyi ile ilgilenir ve onları geleceğe hazırlardı. Bizim peygamberimiz okumaya, öğrenmeye, öğretmeye, ilme değer veren bir peygamberdi. Şu olayı dikkatle izleyelim:
Sahâbe-i kiram’dan Abdullah b. Amr anlatıyor: “Hz. Peygamber, bir gün, mescidin bitişiğindeki odalarının birinden çıktı ve gelip mescide girdi. O sırada insanlar mescidde iki grup halinde oturuyorlardı. Birinci grup Kur’an okuyor ve Allah’a duâ ediyordu. İkinci grup ilimle meşgul oluyor, birbirlerinden bir şeyler öğreniyorlar ve öğretiyorlardı. Bu durumu gören Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ‘Bunların her biri, hayırlı bir işle meşgul olmaktadırlar. Şunlar, Kur’an okuyorlar ve Allah’a duâ ediyorlar. Allah, isterse onlara verir; isterse vermez. Şunlar da ilim öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim.’ Hz. Peygamber, böyle dedikten sonra öğrenen ve öğreten grubun yanına oturdu.” (İbn Mâce, Mukaddime, 17)
Bu olay, Hz. Peygamber’in öğrenmeye ve öğretmeye verdiği ehemmiyeti gösterir. Yapılan güzel işler içerisinde, eğitim öğretimin daha güzel olduğunu göstermek için onların yanına oturmayı tercih etmiş ve ‘Rabbim beni de bir muallim, bir öğretmen olarak gönderdi’ diye buyurmuştur.
Evet, öğretmenlik peygamber mesleğidir. Öğretmenler, peygamberlerin vârisleridir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Âlimler, ancak ilim mîrası bırakan peygamberlere vâris olanlardır. Bu ilim mîrasını alan, bol ve kâmil bir nasib almıştır.” (Buhârî, İlim, 10)
Toplumun her kesimi ile yakından ilgilenen Hz. Peygamber, çocuklara özel ilgi gösterirdi. Onları hem bilgilendirir hem eğitir hem de terbiye ederdi. Çocuklar arasında ayırım yapmazdı; birini diğerine tercih etmezdi. Ashâbın çocuklarını, kendi çocuğu ve kendi torununu sever gibi severdi. Kendi çocukları ve torunlarını hem sever hem de onların işleri ile yakından ilgilenirdi. Çocukların işlerinin ihmale gelmeyeceğini, ilgili işleri yaparak gösterirdi.
Çocuklarımız ve öğrencilerimiz, her zaman bizden ilgi ve alaka beklerler. Hz. Peygamber, bu ilgi ve alakayı onlardan esirgemezdi. Onları sever, başlarını okşar, kendilerini öper, çeşitli hediyeler verir, çocukları hiçbir zaman azarlamazdı. Çocukların ağlamasına tahammül edemez, onların her zaman gülmesini isterdi. Anne ile küçük çocuğunun arasının ayrılmasını istemezdi. Bu konuda şöyle buyurmuştur: “Anne ile çocuğunun arasını ayıranı, Allah da kıyamet günü sevdiklerinden ayırır.” (Tirmizî, Büyû, 50.)
Hz. Peygamber efendimiz, çocuklara şahsiyet kazandırırdı. Onları güzel alışkanlıklara yönlendirirdi. Dinî duygu ve yaşantılarının sağlam olması için özen gösterirdi. Eğitim ve öğretim ile ilgilenen öğretmenlere, çocuk terbiyesini önemseyen anne ve babalara, güzel bir nesil yetiştirmek isteyen Müslümanlara okumaları ve gereği gibi amel etmeleri için şu kitabı hararetle tavsiye ediyorum: Bekir DEMİR, Hz. Peygamber ve Çocuk Eğitimi, İnsan Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
16
« Son İleti Gönderen: KOYLU Aralık 20, 2024, 11:18:19 ÖÖ »
Dar Günlerin Adamı Hz. Osman
Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın peygamber olarak gönderildiği sırada Arap yarımadasının Hicaz bölgesinin Mekke, Tâif ve Medîne’den ibâret üç büyük şehri vardı. Bölgenin liman şehri olan Cidde sonradan kurulmuştur. Bu şehirlerden Mekke’nin ziraata elverişli toprakları yoktu, Kâbe ve zemzem kuyusunun çevresi taşlık ve kayalık bir araziydi, yakındaki dağlar da böyleydi. Mekke’ye uzak yerlerde otlaklar vardı, Mekkelilerin hayvanları oralarda otlardı. Mekke ve çevresinde ağaç, tarla, bağ bahçe yoktu; o zaman da yoktu, şimdi de yok.
Hicaz bölgesinin ikinci şehri olan Tâif, Mekke’ye 80 km uzaklıktadır. Mekke’nin rakımı 360 metre Tâif’in rakımı ise 1700 metredir. Görüldüğü gibi Tâif, yüksek bir yayladır. Arazi bakımından Mekke’ye hiç benzemez; tarlaları, çayırları, bağ ve bahçeleri vardır. Hayvancılık ve ziraatın merkezidir, o zamanki Mekkelilerin her birinin özellikle zenginlerin Tâif’te yazlıkları ve üzüm bağları vardı.
Hicaz bölgesinin üçüncü şehri olan Medîne de Tâif gibi hayvancılık ve ziraat merkezidir, özellikle de hurma ambarıdır. Mekke’ye 450 km uzaklıkta olan Medîne’nin rakımı 619 metredir. Medine, hurma bahçelerinin alabildiğine geniş olduğu, 40-50 metre derinlikten bol ve temiz suların çıktığı bir şehirdir. Havası hoş, suyu boldur.
Bu üç şehrin sakinleri de şöyledir: Mekke’de Kureyş kabîlesi, Tâif’te Sakîf kabîlesi, Medîne’de de Arap kabîlelerinden Evs ve Hazrec, Yahûdî kabîlelerinden de Kaynuka oğulları, Nadîr oğulları ve Kurayza oğulları oturmaktadır. Her biri birer Arap kabîlesi olan Kureyş, Sakîf, Evs ve Hazrec müşrikti. Yahûdî kabileleri de Mûsevî idiler.
Bu üç şehirden Mekke ticâret merkezi, Tâif ile Medîne de hayvancılık ve ziraat merkeziydi. Mekkeliler hayvancılık ve ziraata elverişli arazilerden mahrum olma durumlarını, kafalarını çalıştırarak avantaja çevirmiş ve ticârete başlamışlardı. Mekke’de ticâret olgusu, şehrin kuruluşu ile yaşıttır. Mekkelilerin her biri iyi bir tüccardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Kureyş sûresinden öğrendiğimize göre ticâret için kışın Yemen’e, yazın da Suriye’ye giderlerdi. Yemen’den aldıklarını Hicaz ve Suriye’de satarlar, Suriye’den aldıklarını da Hicaz ve Yemen’de satarlardı, yani ithâlât ve ihrâcât işiyle uğraşırlardı. Bu yüzden de zengindiler, her biri para babasıydı.
Zengin olan Mekkelilerin her birinin ticâret işinde çalıştırdıkları işçileri (köleler ve câriyeler) vardı. Bu yüzden Mekke’de karışık ve mozaik bir insan yapısı vardı. Dînî ve ticarî bir merkez olan Mekke’ye her yerden insan akını vardı. Arap yarımadasının değişik bölgelerinden, hemen hemen her kabileden Habeşistan’dan, Suriye’den, Fars ve Bizans’tan insanlar vardı, ama Tâif ve Medine böyle değildi. Oralarda yerli halk yaşardı.
Mekke’de herkes ticaret yapardı, ama bazı âileler ve bazı kişiler bu işi daha güzel yaparlardı. Hz. Osman’ın babası Affan da ticareti güzel yapanlardan biriydi. Kureyş kabilesinin Ümeyye oğulları koluna mensup olan Affan, ticaretle uğraşan zengin bir kimseydi. Ticaret için çıktığı bir seyahat esnasında Şam’da öldü, ondan oğlu Osman’a büyük bir servet, büyük bir zenginlik kaldı. Osman da baba mesleği olan ticareti devam ettirdi, iyi para kazandı ve elindeki imkânlarla daima halkına yardım ve iyiliklerde bulundu. Bu sebepten dolayı halkı onu sever ve kendisine saygı gösterirlerdi. Müslüman olduktan sonra da ticaretini devam ettirdi.
Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde Medine’nin ticareti Yahûdîlerin elindeydi, Medine’ye yerleşen Mekkeli muhâcirler kısa zamanda Medine’nin ticaret hayatına hâkim oldular. Medine’nin ticaretini ellerine geçiren Müslüman muhâcirler kısa zamanda Medine’nin de en zenginleri oldular. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman gibi zengin muhâcirler kazançlarını İslam uğruna ve Müslümanların lehine harcadılar.
Hz. Osman Medine’ye hicret ettikten sonra Rûme kuyusunu satın alıp Müslümanların hizmetine sundu. Çeşitli gazâlarda ve özellikle Tebük seferinde İslam ordusuna çok yardımlarda ve bağışlarda bulundu. Hz. Ebû Bekir’in devlet başkanlığı zamanındaki kıtlık senesinde insanların imdâdına yine Hz. Osman yetişti.
Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında bir kıtlık yaşanmıştı, insanlar halifeye başvurarak: “Ey Allah’ın elçisinin halifesi! Ne yağmur yağıyor, ne toprak yeşeriyor, insanlar açlıktan ölme korkusu içindedirler. Bu konuda ne düşünüyorsun?” demişlerdi.
Halife Hz. Ebû Bekir de “Gidin, biraz bekleyin, Ümit ediyorum ki, Allah Teâlâ, size bir kapı açacaktır” dedi. Bir yandan vatandaşlarını teselli etmeye çalışmış, diğer yandan da hummalı bir arayış içine girmişti, O gün akşama doğru Hz. Osman’a ait bir ticaret kervanının Şam’dan gelmekte olduğu ve ertesi sabah kervanın Medine’ye ulaşacağı haberi geldi. İnsanlar sevinç içindeydi. Kervan şehre yaklaşınca herkes seyre çıktı.
Hz. Osman’ın Medine’ye yaklaşan ticaret kervanı bin yüklü deveden oluşuyordu. Develerin yükleri buğday, zeytinyağı ve kuru üzümdü. Develer, Hz. Osman’a ait alana alınıp yükleri indirilince şehir esnafı gelip karşısına toplandılar, Hz. Osman onlara “Evet, ne istiyorsunuz?” diye sorunca esnaf “Ne için geldiğimizi biliyorsun, şu malını çabucak bize sat da gidelim. Bak halkımız aç ve perişan, bu malı bekliyorlar.” dediler. Bunun üzerine Hz. Osman “Peki, hay hay, ama söyleyin bakayım, bana ne kadar kâr bırakacaksınız?” diye sorunca “Ölçek başına bir veya iki dirhem veririz.” dediler. Hz. Osman “Bundan daha fazlasını veren oldu.” diye itiraz edince “Peki, dört dirhem verelim.” diyerek pazarlığa devam ettiler. Fakat Hz. Osman, bu kez de yine “Bundan daha fazlasını verdiler.” dedi. Esnaf, bu sıkı pazarlık karşısında “Peki, beş dirhem verelim, yetmez mi?” deyince Hz. Osman “Hayır, daha fazlasını verdiler.” diye diretti. Bu durumu hayretle karşılayan esnaf şöyle dediler:
“Ey Osman! Medine’de bizden başka esnaf yok. Bizden önce de buraya başka birileri de gelmediğine göre, sana bundan daha fazla kâr veren kim olabilir?” diyerek hayretlerini ifade ettiler. Bunun üzerine Hz. Osman tarihe mal olacak şu sözü söyledi: “Yüce Allah her dirheme karşılık bana on mislini vaat etmiştir, Siz bu kadarını verebilir misiniz?” diye sorunca, esnaf “Elbette hayır.” dediler.
Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Hz. Osman, içinden müthiş bir karar vermişti. İşte şimdi bu kararını açıklıyordu. Medine’nin toptancı esnafına şöyle hitap etti: “Bakınız, Yüce Allah şahidimdir. Bu kervanın yükünün tamamını sırf Allah rızası için perişan durumdaki insanlara ve Müslümanların yoksullarına sadaka olarak dağıtmaya niyet etmiş bulunuyorum.” diyerek niyetini gerçekleştirdi ve dediğini yaptı.
İçinde yaşadığımız dünyada Hz. Osman gibi zengin Müslümanlara ne kadar da çok ihtiyacımız var, değil mi? Özellikle de bu dar ve sıkıntılı günlerde, değil mi? Dünyanın değişik yerlerindeki zor durumda olan Müslümanlara, bu mübârek Ramazan ayında yardım elini uzatacak, Hz. Osman gibi Müslümanları arıyor gözlerimiz. Filistin’de, Gazze’de, Çeçenistan’da, Bosna’da, Afganistan’da, Afrika’da ve Asya’daki yoksul, mazlum, mağdur ve mustaz’af Müslümanlara yardım edecek Müslümanlara ne de çok ihtiyacı var bu ümmetin.
Ya Rab! Ramazan ayı hürmetine, bu dar günlerde yoksullarımıza sabır, zenginlerimize de anlayış lütfeyle.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
17
« Son İleti Gönderen: KOYLU Aralık 20, 2024, 11:13:16 ÖÖ »
İhlas ve Samimiyet
Sınıfta ders anlatırken öğrencilere, sohbet ederken sohbet halkasında bulunanlara, câmide vaaz ederken cemaate, evde yemek yerken çocuklara, sokakta yürürken karşılaştığım arkadaşlara şu soruyu soruyorum: “Acaba şeytan nerede oturuyor, biliyor musunuz? Şeytana “git bir ikametgâh senedi al da gel!” desek, adres olarak nereyi yazar?” Bu soruyu kendisine sorduğum herkes, aşağı yukarı birbirine yakın cevaplar veriyor ve şeytanın bulunabileceği yer olarak şu yerleri sıralıyorlar: “Kahvehânede, meyhânede, kumarhânede, plajlarda, alışveriş merkezlerinde, düğün salonlarında, eğlence merkezlerinde ve buna benzer yerlerde.”
Bu şekilde cevap verenlere ben, ikinci soruyu soruyor ve şöyle diyorum: “Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz? Bu cevabı nereden veriyorsunuz, Kur’ân’dan mı, hadislerden mi?” Bu sefer cevap verenler susuyorlar. Ben de diyorum ki: “Bizim dinimizin iki ana kaynağı vardır, birincisi Kur’ân-ı Kerîm, ikincisi de hadis-i şerif, değil mi?” Hepsi “Evet!” diyorlar. Ben de devamla diyorum ki: “Bu sorumun cevabını verirken Kur’ân’a ve hadise dayanarak cevap vermeniz gerekirdi.” Bu sefer hepsi yüzüme bakıyor ve şöyle diyorlar: “Öyle ise sizden öğrenelim, şeytan nerede oturuyor?” Bende onlara, size meâlini verdiğim şu âyetleri okuyorum:
“And olsun sizi biz yarattık, sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere “Âdem’e secde edin!” diye emrettik. İblîs’in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Yüce Allah şöyle buyurdu: “Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?” İblîs şöyle dedi: “Ben, ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” Allah da “Öyle ise in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Defol! Çünkü sen aşağılıklardansın!” buyurdu. Bunun üzerine İblîs de “Bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver!” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Haydi, sen kendisine mühlet verilenlerdensin.” İblîs de dedi ki: “Öyle ise beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun (sırât-ı müstakîmin) üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” Bunun üzerine Allah, şöyle buyurdu: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak defol, çık oradan! And olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!” (Kur’ân-ı Kerîm, el-A’râf sûresi, 7/11-18)
İblîs yani şeytan, Yüce Allah’ın emrine karşı gelip Âdem’e secde etmeyince, Allah da onu cennetten veya meleklerin içindeki yüksek makamından kovdu. Bunun üzerine Yüce Allah ile şeytan arasında yukarıdaki konuşma meydana geldi. Neticede Allah ona, kıyâmete kadar yaşama, Sırât-ı müstakîm’in üstüne oturma ve insanları doğru yoldan saptırma fırsatı verdi. Fakat kim şeytana uyarsa, onu da şeytanla beraber cehenneme atacağını haber verdi.
Yukarıdaki âyetlerden şeytanın, Sırât-ı müstakîm’in üstünde oturduğunu ve kıyâmete kadar insanları doğru yoldan saptıracağını öğrendik. Hem de bu saptırma eyleminden hiçbir zaman bıkmayacağını öğrendik. İnsanın sağından, solundan, önünden, arkasından sokulacağını ve bu uğurda çok gayret sarf edeceğini öğrendik.
Şimdi de şöyle bir soru soralım ve bu sorunun cevabını da Kur’ân-ı Kerimde arayalım. “Acaba şeytan, olanca gayretine rağmen herkesi doğru yoldan saptırabilecek mi? Yoksa yanına yaklaşamayacağı şanslı kimseler de var mı? Yani, Yüce Allah’ın koruması altında olanlar da var mı?” Bu sorunun cevabı için de yine Kur’ân-ı Kerîm’den şu âyet-i kerimelerin meâlini veriyoruz:
“… İblîs şöyle dedi: “Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım.” Allah da şöyle dedi: “Doğrusu ki, -ben hep doğruyu söylerim- sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım!”(Kur’ân-ı Kerîm, Sa’d sûresi, 38/82-85)
Saygı değer okuyucularım! Bu âyetlerden de öğreniyoruz ki şeytan, ihlâs sahibi olanlara yani samimi olanlara zarar veremiyor ve onların ayağını kaydıramıyor. Bildiğiniz gibi ihlâs, bir insanın ibâdetlerini ve bütün işlerini yüce Allah’ın rızasını gözeterek yapmasıdır. Eğer bir insan, her işini Yüce Allah’ın rızasını ve onun hoşnutluğunu gözeterek yaparsa bu işlerin hayrını hem dünyada hem de âhirette görür. Buyurun, Hz. Peygamber efendimizin bir hadis-i şerifinin meâlini birlikte okuyalım:
“Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:
“Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine: “Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a duâ etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz.” dediler. İçlerinden biri söze başlayarak şunları anlattı:
“Allah’ım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Bir gün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde baktım ki, ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetçilerin bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet annem-babam, uyanıp sütlerini içtiler.
Ey Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al!” Onun bu yalvarmasından sonra kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.
Bir diğeri söze başladı ve şunları söyledi: “Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivâyete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim, kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.
Allah’ım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır!” İkinci şahsın bu yalvarmasından sonra kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.
Üçüncü adam da şunları anlattı: “Allah’ım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet meydana geldi. Bir gün bu adam çıkageldi ve bana: “Ey Allah’ın kulu! Ücretimi ver!” dedi. Ben de ona: “Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden çoğaldı.” dedim. Adamcağız: “Ey Allah’ın kulu! Benimle alay etme!” deyince “seninle alay etmiyorum” diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.
Ey Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıdan bizi kurtar!” üçüncü şahsın bu yalvarmasından sonra mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler.” (Buhârî, Büyû` 98; Müslim, Zikir 100)
Hadîs-i şerîfte iyi niyetle, ihlâs ve samimiyetle yapılan davranışların Allah Teâlâ’yı hoşnut ettiği belirtilmektedir. Cenâb-ı Hak kendi rızâsını elde etmek için yapılan güzel hareketlerden ve azâbından korkularak terk edilen kötü işlerden dolayı kulundan memnun olmaktadır. O’nun bu hoşnutluğu insanı hem dünyadaki hem de âhiretteki birçok sıkıntılardan kurtarmakta, her iki dünyada bahtiyar olmasını sağlamaktadır.
Efendimiz’in anlattığı bu kıssada ana babaya hizmet, nefse hâkimiyet ve insan hakkına hürmetin önemi belirtilmektedir. Birinci kıssa, ana babaya yapılan iyiliğin, onların gönlünü hoş tutmanın değerli bir hareket olduğunu göstermektedir. Aslına bakılırsa, insan ana babasına iyilik yapmaya mecburdur. Çünkü onlar vaktiyle kendisine birçok iyilik yapmışlardır. Şimdi ise iyilik yapma sırası evlâda gelmiştir. Buradaki güzel davranış sadece ana babayı içine aldığı, öteki kıssalarda ise başkalarına iyilik söz konusu olduğu için, onlar daha değerli görülmektedir.
Bu üç güzel hareketin en değerlisi, amcasının kızına sahip olmasına hiçbir engel yokken sadece Allah’tan korktuğu için nefsinin isteklerine meydan vermeyen kimsenin davranışıdır. Böyle birinin cennetlik olduğunu şu âyet-i kerîme de göstermektedir:
“Rabbinin huzurunda (suçlu) durmaktan korkarak nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranlar için şüphesiz varılacak yurt cennettir.”(Kur’ân-ı Kerîm, en-Nâzi`ât sûresi, 79/40-41)
İnsan sıkıntıya düşünce, kendisini bu sıkıntılardan kurtarması için Allah Teâlâ’ya duâ ve niyaz etmelidir. Bu esnada samimiyetle yaptığından emin olduğu bazı güzel hareketlerini anarak, onların hâtırına kendisine yardım etmesini söyleyip Allah Teâlâ’ya yalvarabilir. Bu hiçbir zaman başa kakma anlamına gelmez. İnsanın sıkıştığı zamanlarda duâ vesilesi yapabileceği ihlâslı işlerinin olması ne güzeldir.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
18
« Son İleti Gönderen: KOYLU Aralık 20, 2024, 11:09:53 ÖÖ »
Zekat İslam’ın Köprüsüdür
Herkesin bildiği gibi İslâm’ın şartlarından biri de zekâttır. Zekât, temizlemek ve artırmak mânâlarına gelir. Yüce Allah’ın emri gereği zengin Müslümanların, mallarından belli ölçüler dâhilinde yoksullara vermelerinden ibâret olan bu ibâdet, verenin malını hem temizler hem de artırır.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de sekiz yerde “Namazı dosdoğru kılınız ve zekâtınızı veriniz.” diye emir buyurmaktadır. Yüce Allah, emrine itaat ederek zekâtını güzelce veren kullarının nefislerini bencillik, cimrilik, mal ve dünya sevgisi gibi mezmûm sıfatlardan temizleyerek onları güzel ahlâk sahibi kullarının içine katar. Bununla birlikte, mallarını da temizler ve artırır. Bu gerçeği Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade eder:
“Onların mallarından sadaka al, bununla onları (günahlardan) temizler ve arındırıp yüceltirsin…”(Kur’ân-ı Kerîm, et-Tevbe sûresi, 9/103)
“Siz hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerine daha iyisini verir.” ( Kur’ân-ı Kerîm, Sebe’ sûresi, 34/39)
Birinci âyette geçen “sadaka” kelimesi, burada zekât mânâsındadır. Âyet ve hadislerde sık sık geçen bu kelime, yerine göre bağış, yerine göre de zekât manasına gelir. Zekât, sahibinin imânındaki sadakat ve olgunluğa işaret ettiği için ona “sadaka” da denilir.
Zekâtın pek çok ferdî faydalarının yanında toplum nizâmı açısından da çok önemli faydaları vardır. Zekât, farklı seviyelerdeki insanlar arasında kurulan ve cemiyeti bütünleştiren bir köprüdür. Zenginlerle yoksullar arasındaki mesafeyi aza indirir. Yoksulların sayısını azaltarak, bu sebeple meydana gelebilecek birçok tatsız olayın önüne geçer. Yoksulların gönüllerinde zenginlere karşı doğabilecek haset, kıskançlık ve kin duygularını söndürür. İnsanları sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarıyla kaynaştırıp bir araya getirir. Zekât sayesinde toplum birbiriyle iyice kenetlenir, bir güç olur. Bu gerçeği sevgili Peygamberimiz şöyle ifade eder: “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (Beyhakî, Şuab, III, 20; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 62)
Bu hadisi-i şerif, zekâtın zenginler ile yoksullar arasında bir köprü olduğunu ifade ettiği gibi, cennet ile cehennem arasında köprü olduğunu da ifade eder. Çünkü hadisin bir başka rivâyet şekli de şöyledir. “Zekât, cehennem ile cennet arasında bir köprüdür. Kim zekâtını öderse köprüyü geçerek cennete ulaşır.” (Abdurrezzak, Musannef, IV,108)
Evet, zekât gerçekten bir köprüdür. Bizi, dünyanın en uzak yerindeki yoksul ve yetim Müslümanlara ulaştıran; Allah rızası için cihâd eden mücâhitlerle bizi buluşturan bir köprüdür. Biz, zekâtlarımızı İslâm dünyasının yetimlerine ulaştırdığımızda sanki onları bağrımıza basmış ve koklamış gibi manevî bir zevk alıyoruz. Lütfen bu köprüyü yıkmayalım; iyice tahkim edelim, kuvvetlendirelim.
Zekât, sahibini ya doğrudan cennete ulaştıran bir köprü veya cehenneme düşmüş olanı oradan cennete kavuşturan bir köprüdür. Çağımızın Müslümanları zekâtı önemsemiyorlar ama yanlış ediyorlar, kendi malları ve kendi elleri ile kendi kuyularını kazıyorlar. Çünkü zekâtını vermeyenlerin âkıbetlerinin kötü olacağını hem Rabbimiz hem de Peygamberimiz haber veriyor.
Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurur: “Yüce Allah bir kimseye mal verir, o da malının zekâtını vermezse, bu mal kıyâmet günü zehirli büyük bir yılan halinde karşısına çıkarılır. Yanaklarının üzerinde (gazap ve zehrinin şiddetini gösteren) iki siyah nokta vardır. O gün bu azgın yılan, mal sahibinin boynuna dolanıp ağzıyla adamın iki yanağından şiddetle ısırır ve: “Ben, senin (dünyada çok sevdiğin) malınım, ben senin biriktirdiğin hazinenim.” der.
Hadîs-i şerîfi rivâyet eden Ebû Hureyre radıyallahu anh diyor ki: “Rasûlullah aleyhisselam sözlerine delil olarak şu âyet-i kerimeyi okudu: “Allah’ın, fazlından kendilerine verdiği nimetleri infak hususunda cimrilik edenler, sakın bunu kendileri için hayır sanmasınlar. Aksine bu onlar için şerdir, kötülüktür. Cimrilik ettikleri şeyler kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/180) (Buhârî, Zekât 3)
Zekât vermeyen zengin Müslümanların cehennem azabı hakkında Yüce Allah şöyle buyurur: “Altın ve gümüş biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (O paralar) Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!” (et-Tevbe sûresi, 9/34-35)
Aklı olanlar, Yüce Allah’ın kendilerine verdikleri malın zekâtını verir, hem bu dünyada hem de öbür dünyada kendilerini korurlar. Aklı olmayanlara ise söylenecek söz yoktur.
Aklı olan kardeşlerim! Ben, sizi muhatap alıyor ve size nasihat ediyorum. Yukarıya aldığım âyet ve hadis meâllerinin ışığı altında diyorum ki, geliniz hep birlikte İslâm dünyasındaki mazlumları, mağdurları, yetimleri, öksüzleri, yoksulları, darda kalmış olanları zekât, sadaka, fitre ve bağışlarımızla sevindirelim. Biz, onları bu dünyada sevindirelim ki, Yüce Allah da bizi öbür dünyada sevindirsin.
Siz, bu mazlum ve mağdurlardan biri olsanız, zengin Müslüman kardeşlerinizden yardım beklersiniz, değil mi? Onlar da haklı olarak sizden bekliyorlar. Bu kardeşlerinizi fazla bekletmeyin! Haydi, bayramdan önce onları sevindirin!
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
19
« Son İleti Gönderen: KOYLU Aralık 20, 2024, 10:58:52 ÖÖ »
Kurtuluş İslâm’dadır
Yüce Allah, dünya ve âhiret saâdetini elde edebilmeleri için insanlara peygamberler göndermiştir. Hz. Âdem aleyhisselam ile başlayan peygamberler zincirinin son halkası bizim peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam’dır. Bilindiği gibi Hz. Muhammed aleyhisselam, Arap yarımadasının Mekke şehrinde doğdu. Doğduğu esnada Allah’ın evi olan Kâbe, putlarla doluydu. O sırada Mekke’de ve Arap yarımadasında yaşayan insanlar hem Allah’a inanıyorlar hem de putlara tapıyorlardı. Yıllar önce bu topraklarda yaşayan Hz. İbrâhim aleyhisselam’ın ve oğlu Hz. İsmâil aleyhisselam’ın yaydığı tevhîd inancını bozan Araplar, sosyal hayatı da bozmuşlardı. İnsanlar birbirinin kurdu olmuş, cemiyet hayatı tamamen bozulmuştu. Bu bozulmanın yanında kendini muhâfaza eden insanlar da vardı elbet. Hz. İbrâhim’in bıraktığı mîrası yaşatan veya en azından olumsuzluklara bulaşmamış olan insanlar da vardı. Bozulmuş olan insanların da kötü huylarının ve olumsuzluklarının yanında iyi tarafları vardı. İnsanlık tam mânâsıyla bir hercü merc yaşarken, Hz. Peygamber geldi ve bu insanlara “Lâilâhe illallah deyin ve kurtulun” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 492) Hz. Peygamber’in bu dâvetine kulak veren ve mü’min olanlar hem dünyada hem de âhirette kurtuldular. Bu gerçeği yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade eder: “Muhakkak ki, mü’minler (dünyada ve âhirette) felâha erdiler.” (el-Mü’minûn sûresi, 23/1)
Yüce Allah’ımızın ve sevgili peygamberimizin dediği gibi oldu. Hz. Peygamber efendimize kulak veren ve O’nun çevresinde toplanan o bahtiyar insanlar hem bu dünyada hem de öbür dünyada kurtuldular. Mü’min olmadan önce birbirinin kurdu olan bu insanlar, mü’min olduktan sonra birbirinin dostu, arkadaşı ve yardımcısı oldular. Bu dünyada güzel bir hayat yaşadı, alın açıklığı ve yüz aklığı ile öbür dünyaya gittiler. Giderken de kendilerinden sonraki çocuklarına ve torunlarına her şeyi ile güzel bir mîras bıraktılar. Onların bıraktığı bu güzel mîras yıllarca dünyamızı ihyâ etti. Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılan İslâm, gittiği her yere hak, adâlet ve insanlık götürdü. Bu coğrafyada İslâm’a gönülden bağlı olan Müslümanlar, bir taraftan Yüce Allah’ın öğrettiği “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellikler ver, âhirette de güzellikler ver ve bizi (cehennem) ateşinin azâbından koru!” (el-Bakara sûresi, 2/201) diye duâ ederken, diğer taraftan da dünyalarını cennet haline getirmek için birbirleriyle yarıştılar.
Yirminci yüzyılın başlarında İslâm’ın iktidardan uzaklaştırılması ve bu güzel dinin cemiyet hayatından sürgün edilmesiyle birlikte dünya, yeniden bir câhiliye girdâbına düştü. Bütün insanlık şu anda bu girdapta boğulma ve yok olma tehlikesiyle baş başa bulunmaktadır. Her gün işlenen cinâyetler, kirletilen nâmuslar, öldürülüp çöp tenekelerine atılan yeni doğmuş çocuklar, herkesi tehdit eden gasp ve hırsızlıklar, yıkılan yuvalar, sönen ocaklar içinde bulunduğumuz durumun vahâmetini göstermeye yeter ve artar. İşte biz, böyle bir zamanda bütün insanlığa “Kurtuluş İslâm’dadır.” diye haykırıyor ve herkesi İslâm’a dâvet ediyoruz. Öncelikle, Müslümanım diyenleri İslâm’a dâvet ediyoruz. Yani kendimizi, seni, beni, bizi dâvet ediyoruz. Biz, bu dâvete kulak vermez ve meselenin önemini kavramazsak, bütün bir insanlık hem bu dünyada hem de öbür dünyada helâk olup gidecektir.
Yirminci asrın câhiliye bataklığından yine İslâm’ın kurtarıcı soluğu ile kurtulacağız. Bu kurtuluş, kendini iyi yetiştirmiş şuurlu Müslümanların eli ile olacaktır inşâallah. Bu ağır vazifeyi yüklenecek olan şuurlu Müslümanların kendilerine düşen görevleri iyice idrâk etmeleri ve eksiksiz yerine getirmeleri gerekmektedir. Biz, bize düşen görevleri ibâdet aşkı ile yaparsak Rabbim, bize güzel günler gösterecektir inşâallah. “Bize düşenler nedir?” diye sorarsanız, ben de bu görevleri şu şekilde sıralayabilirim:
Bizim birinci vazifemiz İslâm’ı iyice anlamak ve yeterince kavramaktır. İslâm’ı anlamak ve kavramak her şeyden önce gelir. Yani biz, dünya ve âhiret saâdetimizin İslâm’da olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Kurtuluşumuzun İslâm’da olduğunun bilincine varmalıyız. Daha doğrusu Allah’a ve Allah’tan gelenlere yeni baştan inanmalı ve imânımızı yeniden bir gözden geçirmeliyiz. Rabbimizin razı olacağı îmâna sahip olmalıyız. Biz, buna kâmil îmân diyoruz. Kâmil îmân sahibi olmadan yola çıkmak doğru değildir.
İkinci vazifemiz, kurtuluşumuzun reçetelerini içinde bulunduran İslâm’ı iyice bir öğrenmektir. Biz Müslümanlar gece-gündüz okumalı ve dinimizi iyice öğrenmeliyiz. Dinimizi öğrendikçe onu daha çok sevecek ve ona daha iyi bağlanacağız. Câhil adamla yola çıkılmaz. Câhil adam sadece kendisine zarar vermekle kalmaz, etrafına da zarar verir. İslâm’ın ilk emrinin “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz. Biliyoruz da niçin okumuyoruz? İslâm ümmeti okuduğu zaman yükselmiş, câhil kaldığı zaman ise sürünmüştür. Sürünmekten kurtulmanın, dimdik ayağa kalkmanın ve doğrulmanın yolu okumaktan ve bilmekten geçer. Müslüman, dinini iyi bilen insandır. Çocuklarımızın iyi bir Müslüman olmalarını istiyorsak onlara yaz ve kış iyi bir okuma programı uygulamalıyız.
Üçüncü vazifemiz, bizi dünyada ve âhirette saâdete ulaştıracağına inandığımız ve çok iyi öğrendiğimiz dinimizi yaşamaktır. Yaşamadığımız din, bizim değildir. Yaşanmayan din, canlı değil, ölüdür. Bizim dinimiz her zaman canlıdır; kıyâmete kadar da canlı kalacaktır. Yaşamayanlar kendilerini yok etmekte ve kendilerini öldürmektedirler. Yaşayanlar da kendilerini cana getirmekte ve İslâm ile kendilerini diriltmektedirler. İslâm dini bize bu dünyada lazımdır. Bu dünyada yaşadığımız İslâm, bizim öbür dünyamızı mâmur edecektir, ezberlediğimiz ama yaşamadığımız din değil.
Biz Müslümanlar, nerde olursak olalım, dinimizi yaşamakla mükellefiz. Dini, öğrenip de yaşamayanlar kendilerine yazık etmekte ve çevrelerine kötü örnek olmaktadırlar. Onlar, şeytanın kulları ve şeytanın askerleridir. Çünkü şeytan da çok bilgiliydi, ama bilgisi kendi başına belâ oldu; kibirlendi, böbürlendi ve Hz. Âdem’in şahsında Allah’a secde etmedi. Yüce Allah’a secde etmeyen şeytan, kâfir oldu ve dergâhtan kovuldu. İslâm’ı bilen ve fakat yaşamayan, secdeye varamayan insanlar bu olayı yeni baştan bir daha okusunlar, ibret alarak okusunlar. İslâm, felsefe değil ki bilmekle yetinelim. İslam, bir dindir; hayat nizâmıdır. Bu hayat nizâmını biz evimizde ve hayatımızda yaşamalıyız ki, şehirlerimize, köylerimize, sokaklarımıza ve caddelerimize İslâm hâkim olsun. Kurtuluşun İslâm’da olduğunu biz hayatımızda göstermeliyiz. Hayatımızdaki güzellik, evimizdeki huzur, yüzümüzdeki tebessüm, gönlümüzdeki kanaat, dilimizdeki duâ, işimizdeki çalışkanlık, kalbimizdeki iyi duygular bu iddiamızın bizim üzerimizdeki canlı delilleridir.
Dördüncü vazifemiz, bu güzel dini yaşatmaktır. Îmân ettiğimiz, iyice öğrendiğimiz ve yaşadığımız dini yaşatmak, hayata hâkim kılmak da bizim görevimizdir. Bu dini, bu dünyaya hâkim kılamaz ve bu insanlara yaşatamazsak bütün dünyayı alev-ateş alır. Biz de bu ateşin içinde yanarız. Hem zaten bu uğurda çalışmak bizim dînî görevimizdir. Yüce Rabbimiz tarafından bize havâle edilen görevlerdir benim bu saydıklarım. Biz bu görevleri ibâdet aşkı ile yapacağız. Önce nefsimizden başlayıp, eşimizden, çoluk-çocuğumuzdan tutun da çevremize ve yakınlarımıza kadar herkesle ilgilenip onların İslâm’ı yaşaması ve çevrelerine de yaşatmaları için gece-gündüz gayret edeceğiz.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
20
« Son İleti Gönderen: KOYLU Aralık 20, 2024, 10:55:38 ÖÖ »
Tevhid ve İstikâmet
Birinci dünya savaşından sonra Haçlılar, Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşmışlar, İstanbul’u da işgal etmişlerdi. Gayeleri, Müslümanları öldürmek ve İslâm’ı yeryüzünden yok etmekti. Bu zavallılar, İslâm’ın sahibinin Yüce Allah olduğunu ve bu güzel dinin kıyâmete kadar yaşayacağını bilmiyorlardı. İstanbul’un Haçlılar tarafından işgal edildiği işte o günlerde Anglikan kilisesinin “İslâmiyet, fikre ve hayata ne getirmiştir?” sorusuna, o zamanlar “Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye” âzâsı olan Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretleri, “İslâm, fikre tevhîd; hayata istikâmet getirmiştir.” diye cevap vermişti. Üstad Bedîüzzaman hazretlerinin verdiği bu cevap, çok doğru ve çok güzel bir cevaptır. Bir cümlelik bu cevabı, İslâm tarihinden bir olayla iyice anlaşılır hale getirelim:
Hz. Peygamber efendimizin yaşadığı dönemde Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde üç önemli şehir vardı: Mekke, Medine ve Tâif. Mekke’de Kureyş kabilesi, Medine’de Evs ve Hazrec kabileleri, Tâif’te de Sakîf kabilesi otururdu. Medine’de ayrıca Yahûdî kabileleri de vardı. Medine’ye yapılan hicretten sonra Evs ve Hazrec kabilesine mensup olanların tamamı İslâm’ı kabul edip Müslüman olmuşlardı. Bunların içinde çok az sayıda münâfık vardı. Mekke’de oturan Kureyş kabilesi de Mekke fethinden sonra Müslüman oldular. Hz. Peygamber, Mekke fethinden sonra Tâif’i kuşatmış fakat alamamıştı.
Bu kuşatmada istediği neticeyi alamayan ve işin gittikçe uzayacağını gören Hz. Peygamber, kuşatmayı kaldırmış ve Medine’ye dönmüştü. Kuşatmayı kaldırmadan önce, Hz. Peygamber bir rüya gördü. Süt ile dolu büyük bir bardağı önüne koymuşlar, Rasûlullah aleyhisselam henüz içmeden bir horoz, kanadıyla bardağı devirmiş ve süt dökülmüştü. Hz. Peygamber, bu rüyayı Hz. Ebûbekir’e anlattı. O da, Hz. Peygamber’in rüyasını bu sene Tâif şehrinin fethinin mümkün olmayacağı şeklinde tabir etti. Hz. Peygamber, “Ben de öyle tabir ediyorum.” diyerek bu kuşatmayı kaldırdı. Ashâb-ı kirâmdan bazıları, Hz. Peygamber’in Tâif’te oturan Sakiflilere lânet okumasını istediler. Hz. Peygamber, bunu kabul etmedi; onların hidâyete ermesi için şu şekilde duâ etti: “Allah’ım! Sakîf kabilesi mensuplarına hidâyet ver, onları hidâyete ermiş olarak bizim huzurumuza getir.” Hz. Peygamber’in bu duâsı kabul oldu. Aradan bir yıl geçmeden Sakîf kabilesine mensup kişiler kendi arzu ve istekleriyle Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’in huzurunda İslâm dinini kabul ettiklerini beyân etti ve Müslüman oldular. Sakîf kabilesinin temsilcileri ile birlikte Medine’ye gelenlerden birisi de Süfyân b. Abdullah idi.
Süfyân b. Abdullah, bu görüşme esnasında Hz. Peygamber’den bir istirhamda bulunmuştu: “Ey Allah’ın elçisi, bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” Hz. Peygamber de, Süfyân’ın şahsında bütün ümmete şu ölmez, pörsümez ve solmaz ölçüyü veriyordu: “Allah’a inandım de, sonra da istikâmet üzere ol!” Hz. Peygamber’in bu nefis ve veciz cevabı ile Kur’an-ı Kerim’in âyetleri arasındaki uyum pek açıktır. Bu âyetleri bir daha hatırlayalım.
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner ve onlara ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Gafûr ve rahîm olan Allah’ın ikrâmı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır.’ derler.” (Fussilet, 30-32)
“Rabbimiz Allah’tır diyenler, sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün. Onlar cennetliktirler. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.” (Ahkâf, 13-14)
Bir olan Allah’a inanan ve doğruluğu (istikâmeti) hayat prensibi edinenler için korku ve hüzün söz konusu değildir. Böylesi insanlar cennetliktir. Îmân ve istikâmet, ebedî mutluluk sebebidir. Buna tevhid ve istikâmet de diyebiliriz. İstikâmet yani dosdoğru olmak her şeyden önce hâlis bir tevhid inancına dayanmalıdır. Temelinde tevhid bulunmayan istikâmetten söz edilemez. Hayata istikâmet veren Allah’ın birliği inancıdır. Zira gerek âyetlerde gerekse hadislerde “Rabbim Allah” dedikten sonra “dosdoğru olmak”tan söz edilmektedir. Ancak hemen ifade edelim ki, “tevhid inancına sahip olan herkes, istikâmet üzere bir hayata sahiptir” de denilemez. Çünkü istikâmet, tevhidin zarûrî neticesi değil; aksine tevhid, istikâmetin vazgeçilmez ön şartıdır.
Biz bu yazımızda, okuyucularımıza, bu asırdaki Müslümanların hem tevhid inancına sahip olmaları lazım geldiğini hem de dürüst olmalarını tavsiye ediyoruz. Herkesin ve her şeyin bize düşman olduğu bu zamanda bir de biz dürüst olmaz ve dik duruş sahibi olamazsak inancımızın ve davamızın en büyük düşmanı bizleriz demektir. Lütfen, doğru ve dürüst olalım; istikâmet sahibi olalım. İnancımız bunu gerektirmektedir. Yamuk-yumuk, içi boş, eğri, omurgasız, kimliksiz ve kişiliksiz insanlardan çok çektik. Boş çuval gibi ayakta duramayan Müslümanların sürüden ne farkı var? Biz, sürü istemiyoruz. Kimlikli, kişilikli, şahsiyetli, onurlu insanların meydana getirdiği cemaat istiyoruz. İslâm ümmeti dediğimiz zaman akla kalabalık değil, cemaat gelir.
İstikâmet sahibi olan insanın kalbi, kafası, dili ve bütün organları mü’mindir. Böyle olan bir insanın bütün vücudu iman etmiştir. Kalb, beden ülkesindeki tüm organların reisidir. Tek Allah’a iman edip dürüstlüğü benimseyen bir kalb, diğer organları etkiler. Dil, kalbin tercümanıdır. Onun doğruluğu ve eğriliği de diğer organların tavırlarına tesir eder. O halde, özümüzle ve sözümüzle dosdoğru olmamız gerekmektedir.
Bizler, bu hayatı yaşarken, yaşadığımız hayatın ne kadar İslâmî olduğunu sık sık kontrol etmeliyiz. Aksi takdirde, hayatın içindeki şeytanlar, farkında olmadan elimizden tutup bizi başka yollara sürükleyebilirler. Bilmiş olalım ki, bizim en büyük düşmanımız Şeytan’dır. Ondan ne kadar uzak olursak Rabbimize o derece yaklaşmış oluruz.
Bu asrın mücâhidinin imânı sıradağlar gibi muhkem, ameli eksiksiz, duruşu da fidan gibi olmalıdır. Böyle olmak istiyorsanız “Cihâd Dersleri” köşemizden ayrılmayın ve bizi izlemeye devam edin.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
|