Son İletiler

Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 10
61
Bizden Sizlere / İstekler
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Eylül 16, 2024, 07:45:39 ÖÖ »


İstekler

Resûlullah Efendimiz (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştu: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59)

İstekler ve ihtiyaçlar dünyasında yaşıyoruz. Hayatta kalabilmemiz ve huzurlu nefes alabilmemiz için temel ihtiyaçlarımızı karşılamak zorundayız. İhtiyaçlar doğal olarak istekleri doğuruyor. Yemek, içmek, uyumak istiyoruz. Hem de güzel yemekler yemek, leziz içecekler içmek, sağlıklı uykular uyumak istiyoruz. İhtiyacımız kadarıyla yetinmeyip daha fazlasını istediğimiz de oluyor. Daha güzel giyinmek, daha çok gezmek, daha büyük evde oturmak gibi. İsteklerin sonu gelmiyor. Çünkü içimizde onları büyüten ve çoğaltan bir ses var: Nefis…

Nefsin istemek üzere yaratılması ve kimi zaman şeytanla iş birliği yaparak meşru olmayan talepler fısıldaması hayatımızın gerçeği. Onu dizginlemek, törpülemek, aşırı isteklerine dur demek hepimizin vazifesi. Aslında benliğimizden bir parça olan nefsin öldürülmesi mümkün olmasa da eğitilmesi pekâlâ mümkün. Dolayısıyla istemenin sonu gelmese de insan kendisini özgür iradesi ile kontrol ederek isteklerine sınır çizebilir. Yeter ki iştah ve hırslarıyla mücadeleyi göze alsın, olgunlaşmak için emek vermeye niyet etsin…

Dünyaya dair makul isteklerimizin karşılanmasını, taleplerimizin gecikmeden cevap bulmasını hepimiz arzu ederiz. Kimi zaman insanlardan ister kimi zaman da Allah’a yalvarırız. Duaların, dileklerin, ricaların, arzların, dilekçelerin sürüp gittiği bu hayatta sadece kendimiz için istemek en büyük hatadır. “Onda olmasın bende olsun” diyen bencil ve pinti bir nefse uymak insan için en büyük yanılgıdır. Engin bir gönülle paylaşmak, dualarına sevdiklerini ve cümle ümmet-i Muhammed’i dahil etmek ise en nadide erdemlerdendir.

Mümin diğerkam olur: Nasıl sofranız bereketle taşsın, karnınız tok olsun istiyorsanız, Gazze’deki kardeşlerimiz için de aynısını isteyin.

Mümin cömert olur: Kazancınız ihtiyacınızı karşılasın, birikimleriniz çoğalsın diye çabalarken Gazze’deki kardeşlerimize de yardım ulaştırmanın yolunu arayın. Maddi yardımlar için güvenilir kanallar kullanın. Onlar için de kenara para koyun.

Mümin hassas olur: Güvenle başınızı yastığa koymayı ve sabah huzurla güne başlamayı ne kadar diliyorsanız, Filistinli kardeşlerimizin de güvene ve huzura kavuşması için dua edin.

Aileniz, dostlarınız ve kendiniz için ne istiyorsanız mazlum müminler için de aynısını hatta daha fazlasını istemeyi unutmayın.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
62
Biz Bize / Başak
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Eylül 16, 2024, 07:41:58 ÖÖ »


Başak

Habib-i Kibriya Muhammed Mustafa (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştu: “Mümin, yeşil ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu karşı tarafa yatırır. Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de böyledir; sıkıntı ve musibetlere maruz kaldığında eğilir (ama yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik sedir ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman bir defada kökünden söküp devirir.” (Buhârî, Tevhîd, 31)

Hayat ikliminin her mevsimi bahar değildir. Sert rüzgârların estiği nice kışlar kuşatır insanı… Hayat yolculuğunun her adımı düz yolda atılmaz. Sarp yokuşların tırmanıldığı nice karanlık sokaklar görür insan… Hayattan hep saadet, hep rahat, hep sağlık beklemek mümkün olabilir mi? Maalesef hayır. Mutsuzluk da meşakkat de hastalık da insan içindir. Çünkü hayatın öbür adı sınavdır.

Ölümü ve hayatı, “kimin daha güzel işler yapacağını görmek için” yaratan Rabbimiz, zorluklarla başa çıkabilecek bir aklı ve sabredebilecek bir yüreği de beraberimize vererek bizi dünyaya göndermiştir. Kimse nerede ve ne zaman dünyaya geleceğine karar veremediği gibi, sınavının şekline de karar veremez. Kimi zaman evlatla, kimi zaman mal ya da sağlıkla sınanabiliriz. Depremle sarsılabilir, sele kapılabiliriz. Başarımız da başarısızlığımız da sınavımız olabilir. Dolayısıyla varlığın da yokluğun da birer imtihan biçimi olarak karşımıza çıktığı dünya hayatında farkındalığımız yüksek olmalıdır.

Farkındalık ile sınavda olduğunun bilincinde olmayı kastediyoruz. Sınanmak demek çoğunlukla sıkıntı, stres, yorgunluk, emek hatta gözyaşına hazır olmak demektir. Acılar en az hayatın tatları kadar değerlidir. Acı yaşarken içine dönmek, varoluş sebebini hatırlamak, bu ulvi sebep uğruna biraz daha büyümek ise insana has bir erdemdir.

O halde hayat hep gülen bir yüzle karşımıza çıkmayacaktır. Yorduğu ve yıprattığı, zorladığı ve hırpaladığı zamanlar olacaktır. Ama Sevgili Peygamberimizin de ifade ettiği gibi, bu rüzgâr misali savuran zamanlar geçicidir. Elbet eğiliriz ama inancımız sayesinde yıkılmayız. Fırtına dindiğinde doğrulur, yaşama devam edecek ümidi ve gücü yine inancımızdan alırız.

Müminin Allah’a karşı duyduğu muhabbet, teslimiyet ve tevekkül gibi duygular, onun her hâl ve şartta Allah’ın varlığını ve desteğini yüreğinde hissetmesini sağlar. İmtihan ne kadar ağır olursa olsun bir gün atlatılacağına dair müminin yüreğinde güçlü bir inanç vardır. Bu kesintisiz enerji kaynağının adı imandır. Musibetler karşısında mümince duruşun formu ise “Bu da geçer yâhû” cümlesidir. Metanetle, sekinetle, gayretle, el ele, rüzgârın dinmesini beklemek ve yeniden başını göğe kaldırmak…

Bu hâl size de Filistinli kardeşlerimizi hatırlatmadı mı?

“Bu sınav elbet bitecek ama bu topraklarda müminlerin sesi asla dinmeyecek” diyen, aylardır savaşa direnen kardeşlerimiz aklınıza gelmedi mi?

Onları dinlerken, “Bu nasıl bir imandır, bu nasıl bir kararlılıktır ve bu nice bir sabırdır!” demediniz mi?

Karşılarına dikilmiş kan kusan yedi düvelin yenilmez olduğu zannedile dursun, onlar “kuşkusuz bu sedir ağacı bir gün kökünden devrilecek” diye haykırmıyor mu?

Ve insanlık onların yıllardır taze bir başak misali eğilip doğrulmasını izlemiyor mu?

İmanları, cesaretleri ve Allah’ın inayeti ile bugüne geldiler. Bizler inanıyor ve dualarımızla teyit ediyoruz ki, zulmün devrilmesi yakındır; bâtıl yok olmaya mahkûmdur. Ama onlar asla yıkılıp yok olmayacaklar…

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
63
İslami Aşk ve Sevgi / Peygamber Sevgisi
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Eylül 16, 2024, 07:30:08 ÖÖ »


Peygamber Sevgisi

 Siyami Akyel Kur’an-ı Kerim’e bütüncül bakan her mümin, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e verilen önemi görecektir. Kur’an-ı Kerim’de, “O’nun, âlemlere rahmet olduğu (Enbiya, 107), bize Kur’an-ı Kerim’i, hikmeti ve bilmediklerimizi öğrettiği (Bakara, 151), Kur’an-ı Kerim’i açıkladığı (Nahl, 44), Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahyin dışına çıkmadan bize ulaştırdığı (Hakka, 44-46), nefsinden konuşmadığı (Necm, 3), bundan dolayı itaat edilmesi gerektiği (Al-i İmran, 132; Nisa, 80), çok güzel bir ahlak sahibi olduğu (Kalem, 4), almamız gereken güzel örneklere sahip olduğu (Ahzab, 21), itaat etmezsek amellerimizin boşa çıkacağı (Muhammed, 33), itaat etmemekte diretenlerin kâfir olarak (Al-i İmran, 32) cehenneme gideceği (Tevbe, 63) ve bu sondan dolayı pişman olacakları (Ahzab, 66)” beyân edilir.

Yine Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in emirlerine itaat edilmesi gerektiğinden, anlaşmazlığa düştüğümüz konuları O’nun talimatıyla çözmemiz gerektiği (Nisa, 59), eğer O’nu hakem yapıp verdiği hükme içimizde hiçbir sıkıntı duymadan tam teslimiyetle itaat etmezsek gerçekten tam iman etmiş olamayacağımız (Nisa, 59), O’na çokça salât ve selâm getirmemiz gerektiği (Ahzab, 56) beyan edilir.

Bu emirler, sadece Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e muttali olan yol arkadaşlarını değil, bütün müminleri kıyamete kadar ilgilendirmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz (s.a.v)’le alakalı iki hususun altı özellikle çizilmiştir. Bunlardan birisi itaat, diğeri sevgidir. İtaat hususunda “Kim Resulü’ne itaat ederse muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 80) denilirken; sevgi hususunda “Resulüm de ki: Eğer

Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” (Al-i İmran, 31) ayetiyle Allah’ın (c.c.) sevgisine nail olabilmek için Peygamber'ine tabi olmak şart koşulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de, “O gün, yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken “Vah bize keşke Allah’a itaat etseydik,

Peygamber'e de itaat etseydik” diyeceklerdir” (Ahzab, 66) ayetindeki tehdit varken O Nebiyy-i Muhterem’e itaat edilmez mi? Âlemlere rahmet bir rehber sevilmez mi? Nitekim, Peygamber Efendimiz (s.a.v) de, “Sizden biriniz beni annesinden, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamaz” (Buhari) buyurarak, Al-i İmran Sûresi, 31’inci ayetteki emre muvafık bir emir vermektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) başka bir hadis-i şeriflerinde, “Siz Allah’ı, size verdiği nimetleri için sevin. Beni de onun sevdiğinden dolayı sevin, Ehl-i Beyt’imi de ben sevdiğim için sevin” (Tirmizi) buyurmaktadır. Hz. Ali (r.a), “Evladınıza üç huy kazandırın.

Peygamberinizin sevgisi, O’nun ehl-i beytinin sevgisi, Kur’an okuma alışkanlığı…” Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen itaatin ve sevginin zirvesini ashâb-ı kiram yapmıştır. Bunun içindir ki ashâb-ı kiram Rasulullah aleyhisselamla konuşmaya, “Anam babam sana feda olsun ya Rasulallah” diye başlıyordu. Onun için ashâb-ı kiram, insanlık içinden çıkartılmış en hayırlı ümmetti (Al-i İmran, 110), onun için gökteki yıldızlardı.

Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i neden sevmemiz gerektiği konusundaki başka bir gerekçe ise “Kişi, sevdiği ile beraberdir” (Buhari, Müslim) hadis-i şerifidir ki, Allah-u Teâlâ gerek bu dünyada sünnet-i seniyyeye ittibâ ederek gerekse bu dünyadaki istikametimiz ve merhametiyle ahiret gününde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’le beraber eylesin. Âmin.

Siyami Akyel.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
64
Vehbi Tülek / İbâdetlerin En Kıymetlisi Namaz Kılmaktır
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Eylül 16, 2024, 07:23:33 ÖÖ »


İbâdetlerin En Kıymetlisi Namaz Kılmaktır

Namaz kılarken, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar.

Rüstem Efendi Nakşibendî tarikatının büyüklerinden bir zat olup Sivas’ta doğdu. İstanbul’a giderek Mevlâna Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifelerinden Abdülfettah Akrî Efendinin sohbetlerine devam etti. Hilâfet verilerek memleketine gönderildi. 1863 (H. 1280) tarihinde memleketinde vefat etti. Bir sohbetinde buyurdu ki:
 
İslâmın binâsı beştir: Birincisi, (Eşhedü en-lâ-ilâhe-illallah) demek ve bunun mânasını bilmek ve inanmaktır. Buna (Kelime-i şehâdet) denir. Dördü de, namaz, zekât, oruç ve hacdır. Bu beş esastan biri bozuk olursa, İslâmiyet de bozuk olur.
 
Îtikatı düzelttikten ve şeriata uyduktan sonra, Sôfiyye-i aliyyenin yolunda ilerlemek lâzımdır. Allahü teâlânın marifeti, bu yolda hâsıl olur ve nefsin arzularından kurtulmak nasip olur. Sahibini tanımayan kimse, nasıl yaşıyabilir, nasıl rahat eder! Bu yolda marifet sahibi olmak için, (fenâ bil-mâruf) lâzımdır. Yâni, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak lâzımdır. Kendini var bilen kimse, marifete kavuşamaz. (Fena) ve (Bekâ) vicdânda, kalbde hâsıl olan şeylerdir. Anlatmakla anlaşılmaz. Marifet nîmetine kavuşmayanın, bunu dâimâ araması lâzımdır. Tahkîri emrolunan ve muvakkat olan şeyin tâmîri ile uğraşmamalıdır.
 
Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına (Şeriat) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emredilenlere (Farz), yasak edilenlere (Haram) denir. İbâdetlerin en kıymetlisi ve İslâm dîninin temeli her gün beş vakit (Namaz) kılmaktır.

Namaz kılan, Müslümandır. Namaz kılmayan, yâ Müslümandır, yâ kâfirdir. Namaz kılmakla hâsıl olan kurb-ı ilâhî [yâni, Allahü teâlânın sevmesi], başka ibâdetleri yapmakla nâdir nasip olur. Her gün, beş vakit namazı, cem'ıyyet ile [yâni dünya işlerini düşünmeden] ve cemaat ile ve tâdîl-i erkân ile ve abdesti dikkatli alarak ve müstehab olan vakitlerinde kılmalıdır. Namaz kılarken, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar.

Beş vakit namaz kılan, hergün beş kere yıkanıp temizlenen kimse gibi, günahlardan temizlenir. Her gün beş vakit namazı doğru olarak kılana yüz şehit sevabı verilir.
 
Ticâret eşyasının ve kırda otlayan hayvanların [ve tarladan, ağaçlardan elde edilen mahsûlün ve kâğıd liraların ve alacakların] zekâtlarını emrolunan yerlere seve seve vermelidir. Zekâtı verilen mâl azalmaz. Zekâtı verilmeyen mâl, Cehennemde ateş olur. Allahü teâlâ, çok merhamet ederek, ihtiyaçtan fazla olan mâl, nisap miktârı olursa, bir sene sonra zekâtını vermeyi emretti.

Vehbi Tülek.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
65
Ramazan Ayvallı Prof. Dr. / Her Müminin Resûlullahı Çok Sevmesi Gerekir
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Eylül 16, 2024, 07:17:22 ÖÖ »


Her Müminin Resûlullahı Çok Sevmesi Gerekir

“Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz”

 Sevgili Peygamberimizin Mevlidi [doğum zamanı], Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki [bu sene 14 Eylül 2024 Cumartesi’yi 15 Eylül 2024 Pazar’a bağlıyan] gecedir.
 
Resûlullah Efendimiz buyurmuştur ki:
 
“Peygamberleri anmak, hâtırlamak ibâdettir.” [Deylemî]
 
“Allahü teâlâ, bir kimseye söz ve yazı san’atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmânlarını kötülesin” hadîs-i şerîfine uyularak, asırlardır Mevlid kitapları yazılmış ve okunmuştur.
 
Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi farzdır. Ayrıca onun Ehl-i Beytini, Eshâbını ve yolunda olan bütün âlim, velî, sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.

Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır. 
 
Her mü’minin Resûlullahı çok sevmesi gerekir. Onu çok seven, onu çok zikreder, anar, çok över. [Bu da zâten îmânının gereğidir. Çok sevmek, kâmil mü’min olmanın da alâmetidir.] Çünkü, başta “Sahîh-i Buhârî” olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya'nî o kişinin îmânı kâmil, olgun olmaz.
 
Hadîs-i şerîfin diğer rivayetleri de şöyledir: “Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz”, “Beni ana-babasından, evlâdından ve herkesten daha çok sevmeyen, [kâmil] mümin olamaz.”
 
[Cenâb-ı Hak, hepimize, onu çok sevmemizi ve onun yüksek şefâatine nâil olmamızı ve Cennet’te onunla beraber olmamızı nasip buyursun inşâallah.]
 
Kur’ân-ı kerîmde medhedilen, bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak seçilip gönderilen, Allahü teâlânın Habîbi, yaratılmış bütün insanların ve diğer mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, son ve en üstün Peygamber Muhammed aleyhisselâm hakkında birkaç âyet-i kerîme zikredelim inşâallah:
 
Allahü teâlâ, Peygamber Efendimiz hakkında buyurmuştur ki:
 
“Biz, seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik” [Enbiyâ, 107],
 
“Biz, seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” [Sebe’, 28],
 
“Doğrusu Biz, seni, hem bir şâhit, hem bir müjdeci, hem de bir uyarıcı olarak gönderdik” [el-Feth, 8],
 
“Senin için bitmeyen-tükenmeyen [sonsuz] mükâfât vardır. Elbette sen büyük bir [en büyük] ahlâk üzeresin” [Kalem, 3-4],
 
“Allah ve melekleri, Resûle salât ediyorlar; ey îmân edenler, siz de O’na salât u selâm getirin.” [Ahzâb, 56] [Tefsîrlerde beyân edildiği üzere, Allahü teâlânın ona salât kılması rahmet etmesi; meleklerin salât kılmaları istiğfâr etmeleri; müminlerin salât kılmaları ise duâ etmeleri anlamındadır.] 

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
66
Genel Konular / Zamanı Verimli Kullanma
« Son İleti Gönderen: melek Eylül 15, 2024, 08:39:12 ÖÖ »


Zamanı Verimli Kullanma

Zamanınızı akıllıca kullanmak için en önemli stratejilerden biri de, boşa harcadığınız süreyi büyük ölçüde azaltmaktır.

Zaman, günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Peki nedir zaman? Einstein’a göre zaman bir boyuttur ve biz bu boyutta akıp gidiyoruz.

Veysel’e göre de: “İki kapılı bir handa gidiyoruz, gündüz gece”dir. Haddizatında akıp giden zaman değil, biziz. Biz zamanda ilerliyoruz.

Başarılı insanlar zamanın değerinin farkındadırlar. Onlar bulundukları her yeri yaşanılır hale getirirler. Zamanlarını inci taneleriyle doldururlar. Zaman dakikalardan ve saatlerden meydana gelir. Başarılı insanlar zamanın yönetimini ellerinde tutarlar. Zamanlarını nasıl geçireceklerinin plânlarını yaparlar. Defter tutarlar ve zamanlarını en verimli şekilde kullanırlar. Zamanı planlamak, onu en iyi kullanmanın yoludur. Örneğin çoğu zaman telefonla çok uzun, gereksiz konuşmalar yapıyoruz. Bunu azaltabiliriz. Hem kaynaklarımızı, hem de zamanımızı tüketiyoruz.

Telefonda hayat hikâyesi anlatılmaz. Bir metin yazdırılmaz, havadan sudan şeyler de konuşulmaz. Çok önemli ve kısa olacak bir bilgiyi, acil olduğu düşüncesiyle karşı tarafa iletebilirsiniz

Zaman, sizce paradan daha kıymetli değil mi? Belirli bir yerde, söz verdiğiniz zamanda hazır olmak, sizin değerinizi ve güvenirliğinizi artırır. Karşı tarafa, zamana ve kendisine çok değer verdiğinizi göstermiş olursunuz.

Her işi kendiniz yapmaya çalışmayın. Hem zamanınızı, hem de enerjinizi tüketirsiniz.

Yapacağınız bazı işleri başkalarına da yaptırabilirsiniz. Onlar yanlış yapar diye çekinmeyin. Yanlış yapsalar ne olur? İnsanlar yanlış yaparak hayatı öğrenirler. Herkes yanlış yaparım endişesine kapılsaydı, kimsenin iş yapmaya cesareti olmazdı.

Farkında olsak da olmasak da, hayatımızın her gününden dakikalar, saatler akıp gidiyor. Zaman insan için hiç şüphesiz paradan daha değerlidir. Para bulunabilir, ancak geçen zamanı bir daha geriye getirmek mümkün mü? Zaman, her gün bize 24 saat verir. 24 saat ise, 86.400 saniyedir. Her günün bize verdiği 86.400 saniyeyi iyi kullanmayı başaramazsanız, o zamanı bir daha geriye gelmemek üzere ebediyen kaybedersiniz.

Başarılı insanlar zamanın kıymetini bilerek ve onu değerlendirerek başarı elde etmişlerdir.

Elektriği icat eden Edison’a “Dünyanın en önemli şeyi nedir?” diye soranlara; “Zaman” diye cevap vermiştir. Hayatın merdivenleri olan zamanı, çoğu kez boşa harcıyoruz. Hepimiz istisnasız günde 24 saate sahibiz. Bunu kullanmamız tamamen bizim denetimimiz altında olmalı. Bu 24 saatin efendisi veya kölesi olmak bizim elimizdedir.

“Birçok insan başarıya ulaşmak için ne kadar kısıtlı zamanı olduğunu hiç düşünmez. Şimdi ortalama 70 yıllık bir insan ömrünün nasıl geçtiğini bir hesaplayalım:

20 yıl uykuda,

16 yıl tahsil (8 yıl ilköğretim + 4 yıl lise + 4 yıl yüksek tahsil),

4 yıl yemek yiyerek,

4 yıl vasıtalara binip seyahat ederek,

5 yıl tıraş, giyinmek, toplantı, kuyrukta beklemek,

3 yıl ziyaret, aramak, telefon etmek vs.

3 yıl sinema, tiyatro ve tv izlemek, 1 yıl kayıp bir şeyi aramak.

Toplam: 56 yıl 70- 56 = 14 yıl Evet; hayatımızı kazanmamız, çalışarak başarılı olmamız için sadece ve sadece 14 yılımız vardır. Bu zaman bir ömür süresinin 1/5’i kadardır.

İnsanların bu kadar çok zaman kaybetmelerinin en önemli nedeni zamanlarını plânlamamaktır. Evet; zaman tasarrufu yapmanın en iyi yolu, düşünerek plân yapmaktır.

Kesinlikle bugünün işini yarma bırakmayalım, belki yarını göremeyebiliriz. Akıllı insan tek bir nefesini bile boşa harcamaz. Zira o bilir ki, hayat sayılı nefeslerden ibarettir ve her biri en kıymetli pırlantalardan daha değerlidir.

Sonuç olarak, hayatı yaşanır hale getirmenin en önemli esprisi, zamanın kıymetini iyi bilmek ve onu en iyi şekilde değerlendirmektir. Vesselam…

Hayata Yeniden Başlamak

Her sabah yeni bir başlangıçtır. Yeniden diriliş manasını taşıyan sabah, öyle mübarek bir vakittir ki, Kur’an’da muhtelif ayetlerde adına yemin edilir. 1

“Andolsun, aydınlandığı zaman sabaha...” 2  (Vessubhi izâtenefffese)

Ayette geçen “teneffese” kelimesini merhum Ömer Nasuhi Bilmen şöyle izah eder:

“Teneffüs, esasen nefes almak, soluk alıp rahat etmek manasındadır. Burada, parlayıp nuraniyeti zuhur etti demektir. Sabah olup güneş tulûa başlayınca sanki sabah vakti sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtulup rahatça nefes almış olacağından o vaktin öyle aydınlanmaya başlamasına teneffüs denilmiştir.” 3

Gerçekten sabah, yeni bir nefestir. Hayata yeniden ve yenilenerek başlayışın ifadesidir. Önümüzdeki günün aynasıdır. Günü iyi değerlendirmek için sabah vaktinin kıymetini iyi bilmek gerekir. Merhum Elmalılı, “Uykunuzu da bir dinlenme yaptık.” 4

Ayetinin tefsirinde uykunun, “devamlı olmayıp bir müddet zarfındaki sükun ve yorgunluk içinde bir dinleniş ile o yorgunluğun kesilip ba’sü ba’de’l-mevt (yeniden diriliş) gibi uyanmak üzere hayatın istikbâline yeniden bir istirahat” olduğunu belirtir. 5

İnsanın gününün nasıl geçtiğini anlayabilmek için sabahının nasıl geçtiğine, güne nasıl başladığına bakmak lâzımdır. Zira neticeler, mukaddimelere, başlangıçlara bağlıdır.

Şeytanın Düğünleri

“Biriniz uyuduğu zaman şeytan onun ense köküne üç düğüm atar. Her bir düğüm attığı yere, ‘Gecen uzun olsun, yat, uyu!’ diye eliyle vurur. Şayet o kimse uyanarak Allah’ı anarsa, düğümlerden biri çözülür. Abdest alırsa, bir düğüm daha çözülür. Bir de namaz kılarsa, şeytanın attığı bütün düğümler çözülür ve böylece neşeli ve huzurlu bir şekilde sabahlar. Allah’ı anmaz, abdest alıp namaz kılmazsa uyuşuk ve tembel bir halde sabahlar.” 6

Hz. Peygamber’in yanında, bütün gece sabaha kadar uyuyan bir adamdan söz edilince Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Öyleyse o adamın kulaklarına şeytan işemiştir.” 7

Bu hadislerden anlaşıldığı üzere, teheccüd namazı, sabah namazı insanı dinçleştirerek yeni bir güne şevkle ve huzurla başlamasını sağlamaktadır. Her yeni gün herkes için yeni bir âlemin kapısıdır. Bu âlemin şekli ruh dünyamızın rengine bağlıdır. Eğer sakin ve huzurlu bir şekilde güne başlayabilirsek, o günü akşama kadar aynı huzur içinde götürmemiz kolaylaşır. Önümüzdeki işlere şevk ve zevkle eğilir, faaliyetin lezzetini ve muvaffakiyetin tadını bütün ruhumuzla hissedebiliriz. Ortaya çıkabilecek beklenmedik üzüntü ve sıkıntılara daha rahat mukavemet edebiliriz. Bu hal, nefsinin ve şeytanın telkinlerine rağmen sıcak yatağından kalkıp, günün başlangıcında Rabbinin huzurunda namaza duran ve O’ndan yardım isteyen bir kula, rahmet sahibi Rabbinin bir ihsanı ve ikramıdır.

Buna karşılık, “şeytanın düğümlerini” çözemez, uyku sersemliği ve gevşekliği içinde, “Şeytan kulaklarımıza işemiş” olarak günlük işlerimize başlarsak, bu durumdan doğan isteksizlik gün boyunca devam eder. Dikkatimiz dağılır. Sinirlerimiz gerginleşir ve verimimiz düşer. Zira yaşadığımız o güne, o günün taşıdığı önemi hakkıyla idrak etmeksizin girmişizdir.

Halbuki ömür bize Cenab-ı Hakk tarafından verilen ve yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayan çok kıymetli bir sermayedir. Bu sermayeyi günlük taksitler halinde harcıyoruz. Bu bakımdan hayatın gayesini tam manasıyla kavrayarak yaşayışını o istikamette tanzim eden bir kimse için sabah, hayatında yaşadığı günler sayısınca tekrarlanan bir dönüm noktasıdır. Bir imtihan dönemecidir. Nefisle olan mücadelesinde seheri, sabahı kazanan, bir manada hayat imtihanını da başarıyla verme yoluna girmiş demektir. Sabah vakti, yaratıcımıza verdiğimiz sözü hatırlamamız ve doğru yolda kararlılığımızı pekiştirmemiz için en müsait anlardan biridir.

Hz. Peygamber’in: “Allah’ım! Ümmetime gündüzün ilk vaktini bereketli kıl!” 8  duasından yararlanmak için de seher ve sabah vakitleri iyi değerlendirilmelidir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir seriyye göndereceği zaman, onu sabah erkenden gönderirdi. Hz. Fatıma (r.a.) şöyle anlatır:

“Bir gün sabahleyin (gün doğmadan önce) ben uzanmış idim. Rasülullah (s.a.v.) bana uğradı ve mübarek ayağı ile bana dokundu. Sonra:

‘Kızcağızım! Kalk Rabbinin taksiminde hazır bulun, gafillerden olma. Çünkü Allah fecir ile güneşin doğması arasındaki vakitte insanların rızkını taksim eder’ buyurdu.” 9

Sözün özü; sabahı kazanan günü kazanır, günü kazanan ömrünü bereketlendirmiş olur.

Bir insanın Allah nazarında iyi bir insan olması, Hz. Mevlana’nın ifadesiyle adam olabilmesi namaz kılmasıyla mümkündür. Hz. Mevlana, “Adam olabilmek için elif gibi kıyamda, dal gibi rükuda ve mim gibi secdede duruş vaziyeti almamız gerekir.” der.

Yeniden Diriliş Şart!

“Biz (Musa’dan sonra) birçok ümmetler (nesiller) yarattık da, onların (devirlerinin) ömrü uzayıp gitti.” 10

Peki sonuçta ne oldu? “Mürur-u zamanla (zamanın geçmesiyle) kocadılar, şaşkınlaştılar.

O neş’e köreldi. O iman dinçliği, o amel kudreti kalmadı. Kalpler katılaştı, din duygusu söndü. Türlü bid’atler, ihtilaflar, tahrifler ile din ve ahkam bozuldu. Özellikle sonlarına doğru fısk ve fetret çoğaldı.” 11

“İman edenlerin Allah’ı anma ve hak olarak inen (Kur’an’a) karşı kalplerinin saygıyla yumuşaması zamanı gelmedi mi? (Mü’minler) sakın bundan önce kendilerine kitap verilip de (onunla alakayı keserek) üzerlerinden uzun zaman geçmiş, kalpleri artık katılaşmış kimseler gibi olmasınlar, çünkü onlardan çoğu (Allah’ın emrinden çıkmış) fasıklardır.” 12

Bu ayette mü’minlere büyük uyarı vardır. Rivayete göre; mü’minler, Mekke döneminde daha gayretliydiler. Medineye hicret ettiklerinde rızık ve nimete kavuştular ve kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Ayet, bunun üzerine nazil oldu. 3

Aradan uzun zaman geçmesi ile hissiyat kocayarak neşesini kaybeder. Şevke fütur, kalbe kasvet gelir. Bu ruhî kasvetten dolayı, fertler gibi toplumlar da dini neş’elerinde, meydana geliş, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık gibi tavırdan tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu şekilde ihtiyarlayan toplumlar, ancak neş’enin yenilenmesi yoluyla “ba’sü ba’de’l-mevt” (ölümden sonra dirilmek) gibi yeniden hayat kesbederek varlıklarını idame ettirebilir ve yine o şekilde gelişimini istihsal/elde edebilirler. 14

Tekrar bir şahlanış ve diriliş için ümitvarız. Zira imanı olanların imkanları tükenmez, inananlar hiçbir zaman umutlarını yitirmezler. Ümitsiz olamayız. Zira ümit biziz. “Kim ‘İnsanlar helak oldu’ derse, en felakette olan kendisidir.” 15

“Battık, bittik, tükendik...” gibi felaket tellallığı yerine: “Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah ve Rasülü’nün davetine uyun.” 16  emrinin gereği yerine getirilmelidir.

Bu diriliş, sadece sözle değil, İslâm’ı yaşayarak gerçekleşir. Çünkü hayat boşluk kabul etmez. Yaşamayanlar, yaşatamazlar. Yaşayanlar, yaşatanlar öldükten sonra da yaşarlar. Nasıl mı? İşte böyle:

İkinci Ömür Veya Yâd-ı Cemil

Her insan ardından hayırla anılmayı, amel defterinin kapatılmamasını ister. Hz. İbrahim de iyi bir namla anılmasını istemiş: “Rabbim! Bana hikmet ver ve beni salihler (zümresi)ne kat. Sonra gelecekler için de beni hayırla, doğrulukta anılanlardan eyle” 17
diye dua etmişti.

Duası makbul olmuş, bundan ötürü her ümmet ona ayrı bir sevgi duymuş ve adını övgüyle anar olmuştur.

Şair Baki ne güzel söyler:

“Avâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal.

Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş.”

Gök kubbede hoş bir seda bırakabilmenin çeşitli yolları vardır. Kimi eserleriyle, kimi evlatlarıyla, kimi cömertliğiyle, kimi adaletiyle kimi de sesiyle bu sıfatı kazanır. Geride hoş bir seda bırakabilmek yani “hayırla anılabilmek” halka sunulan hizmetlerle ilgilidir. Bu hizmetin önemi ve kalitesine göre de hizmet sahipleri halkın gönlünde yaşar, ölümsüzlesin

İnsanlara hizmet götürmenin birçok vasıtaları olduğu gibi, geride iyi bir ad bırakabilmenin de çeşitli yolları vardır. Sevgili Peygamberimizde: “İnsan öldüğünde ameli (amel defteri) kapanır. Yalnız şu dört sınıfın sevabı devam eder:

Allah yolunda hizmet ederken ölen,

Öğrettiği ilimle amel edilen alim,

Verdiği para ile yaptırdığı faydalı eseri, ayakta duran hayır sahibi,

Kendisine dua eden hayırlı evlat bırakan kimse” 18) buyurmuşlardır.

Son söz yerine; hayatı yaşanılır kılmak için mücadele vermeli, ömrümüzü bereketlendirecek şeyler yapmalı, bereketsizleştirecek şeylerden uzak durmalı, gafillerden olmamalı, gök kubbede hoş bir seda bırakmalı, ikinci ömrün yaşanması için çalışılmalıdır.

--------------------------------------------------------------------

1 - Müddessir Sûresi: 74/34; Tekvir, 81/18

2 - Tekvir Sûresi: 81/18

3 -  Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, 8/3979

4 - Nebe Sûresi:78/9

5 - Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 8/5536

6 - Buhari, Teheccüd 12; Müslim, Müsafirin, 207; Ebu Davud, Tatavvu, 18; İbni Mâce, İkamet, 174

7) - Buhari, Teheccüd, 13; Müslim, Müsafirin, 207; Nesai, Kıyamü’l-Leyl, 5

8 - Ebu Davud, Cihad 78; İbni Mâce, Ticarat 41; Darimi, Siyer 1; Ahmed, Müsned 1/154, 156, 3/416-417

9 - İbni Mâce Tercüme ve Şerhi, 6/232

10 - Kasas Sûresi: 28/45

11 - Elmalılı, a.g.e., 5/3740

12 - Hadid Sûresi: 57/16

13 - Bursevi, Ruhu’l-Beyan Tefsiri, 8/491; Kurtubi, el-Camiuli Ahkamil-Kur’an, 17/91

14 - Elmalılı, a.g.e., 7/4744

15 - Ebu Davud, Edeb, 85; Müslim, Birr, 139

16 - Enfal, 8/24

17 - Şuara, 26/83-84

18 - Ahmed, a.g.e., 5/261, 269; Münavi, Feyzu’l-Kadir, 1/471

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
67
İslamda Aile / İslâm ve Aile
« Son İleti Gönderen: melek Eylül 15, 2024, 08:30:24 ÖÖ »


İslâm ve Aile

AİLE toplumun en küçük birimi olmakla beraber, aynı zamanda toplumun temel taşıdır. Aile toplumu etkilediği gibi, toplumlarda aileleri etkilemektedir. Dolayısıyla sağlıklı aile demek, sağlıklı toplum demektir.

Bir yapının sağlıklı olup olmaması, o yapının İslâmi değerlere göre şekillenip şekillenmemesiyle doğru orantılıdır. Günümüzde, değer yargılarını Allah ve Rasul’ünden almayan aile ve toplumların halleri ortadadır... Aile yuvalarının perişanlığının tek sebebi vahiyle inşâ edilmeyen evliliklerdir... Seküler düşünce yapısıyla kurulmuş aileler örümcek ağı gibi dayanaksızdır. Beşer ideolojileri aile yapılarını tarumar etti. Günümüzde yaşanılan mutsuzlukların ve artan boşanma vakıalarının, ihanetlerin sebeplerinin çok iyi tefekkür edilmesi gerekir... İslâm, hayatın her alanına  çeke düzen veren bir dindir. Evlilik hususu insan ve toplum için en önemli hususlardan birisidir. Evlilik konusu Kur’an ve Sünnet’te en ince ayrıntısına kadar belirtilmiş, hükümleri vaz edilmiştir. Allah (cc) İnananların evlerini, evliliklerini şekillendirmiştir.

Allah ve Rasulü’nün istediği şekilde şekillenmiş aileler ise, beşer ideolojilerinin aile yapılarından ayrışan “Özgün Aileler”dir. Özgün aileyi ise ancak özgün bireyler kurabilirler. Özgün bir kimlik ve kişiliğe sahip olmayan birinden, özgün aile kurması beklenemez. Bu nedenle kulluk bilincine sahip olmak, önce kimlik ve kişiliğin farkında olmak gerekir. .

Kimlik,”Ben kimim, kimlerdenim?” sorusuna verilen net bir cevaptır. Kimlik, “Kimsiniz kimlerdensiniz sorusuna? verilen cevaptır. Ne tercih ettiğinin, niçin tercih ettiğinin farkında olarak...

Kimlik için üç ön şart gerektir.

1: Bulmak ki; İman

2: Tanımlamak ki; İslâm

3: İtisam ki, korumak...

Kişisel kimlik; İnsanın seçtiği değer yargısı ile söz ve davranışlarının ahengine, uyumuna denir... Diğer bir ifade ile kimlik, kim olduğunuz

kişilik, kim olduğunuz ile ahenk içinde olan, uyum içinde olan söz ve davranışlardır... Tercihini İslâm’dan yana yapmış olan birinin kimliğinin üç ana esası vardır;

a: Her türlü şirk, hurafe, batıl inanç ve Tağut’a kulluktan arındırılmış bir “İman”

b: Böyle bir İmanın en tabii sonucu olan “Salih amel”

c: Ve yine bu imanın tabii sonucu olarak, güzel ahlâk sahibi olmak... Bu da Kur’ an ve Sünnet’te vaz’ edilen ahlâki prensiplerle ahlâklanmak demektir... Kimlik tercihini İslâm’dan yana yapmış, la ve illa’sının farkında olmayan bir insanın kulluğunu ifa edebilmesi mümkün olmadığı gibi, tercih ettiği kimliğin sınırlarını da koruması mümkün olmaz... Bu kulluk bilinci ile, niçin evlendiğinin, evliliğin kendisine yüklediği sorumlulukların farkında olabilmesi için evliliğe niyetlenen kişiye, evlilikle alakalı ilimleri öğrenmek farz-ı ayn olur. Zirâ kişi bulunduğu halin ilmini öğrenmekle mükelleftir... Ayrıca aile kurmaya niyetlenen kızın mutlaka çocuk pedegojisi eğitimini de içine alan “Ana”lık ilmini, erkeğin de “Baba”lık ilmini öğrenmesi evlilik işlemlerinin başında gelmelidir. Neslin devamı için kurulan yuvalarda, kız ya da erkek olsun, her iki tarafın çocuk eğitimi ve pedegojisi dalında, en az bir insan yetiştirecek kadar bilgi birikimine sahip olmaları kaçınılmaz bir görevdir. Çocuklarımıza karşı görevlerimizin en önemlisi, sağlıklı birer birey olmalarını sağlayabilmektir... Maalesef günümüzde, evlilik arefesinde, bir yığın fuzuli hazırlıkların arasında çoğu kere, çocuk eğitimi ihmal edilebilmektedir ki, bunun sorumluluğu büyüktür...

Evliliğe adım atarken dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de niyettir!.

Niyetin sağlamlığı ve halis olması... Amellerin niyetlere göre değerlendirildiği bilinmektedir...

Rehberimiz, Peygamberimiz (sav) bir Hadisi Şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

-“Ameller niyet iledir ve herkese, neyi niyet etmişse o vardır. Kim ki Allah ve Rasulü yolunda hicret etmişse, hicreti Allah ve Rasulünedir. Kim ki dünyalığı elde etmek ve ya bir kadınla evlenmek için göç etmişse onun da hicreti niyet ettiği şeyedir.” (Buhari ve Muslim)

Her şeyde olduğu gibi, evlilikte de niyeti Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır... Evlenmiş olmak için evlenilemeyeceğinin unutulmaması gerekir. Ve yine ilk sırada duyguları ön plana alarak yapılan bir evlilik yuvanın saadeti için yeterli değildir. Yine gözden kaçırılmaması gereken önemli bir husus ise pembe hayallere kapılmamaktır. Zira evlilik, eşin belli gün ve gecelerde kırmızı gül getirmesi demek değildir... Evlenilmeli ama evcilik oynanmamalıdır!. Allah’ın hududunu her alanda korumak mükellefin vazifesidir.

İslâm’ın, insan hayatına dair söz söylemediği hiçbir nokta yoktur. A dan z’ ye tüm işlerimiz Efal-i Mükellefin içerisinde beyan edilmiştir. Yaptığımız bir iş ya İslâm’dan ya da cahiliyyettendir. Üçüncü bir alternatif yoktur çünkü... Bu bağlamda, hayatın beraber omuzlanacağı, imanın imtihanında beraberce sınav verileceği ve İslâm davasını beraberce göğüsleyeceği insanı seçerken, dikkat edilmesi

gereken hususları şöyle sıralayabiliriz:

1: İmanı Bütün Olmalı ve İmanını Yaşamak Noktasında Hassas Olmalı

Dini hükümlere bağlılığı olmayan, ahlâki yönden zayıf bulunan kişiler (Fâsık), iffetli, saliha bir kadının dengi değildir (İslâm ansiklopedisi)... Aynı zamanda salih bir beyefendinin dengi de ancak saliha bir hanımdır...

Bu konuda Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:

“Allah’la birlikte başka şeylerin ilahlığını da tanıyan müşrik kadınlarla, iman edinceye kadar evlenmeyin. Çünkü inanmış bir kadın, böyle müşrik bir kadından, bu sizin hoşunuza gitse de kesinlikle hayırlıdır. Allah’la birlikte başka şeylerin ilahlığını tanıyan müşrik erkeklerle iman edinceye kadar, kadınlarınızı nikahlamayın. Zira inanan bir mü’min erkek, böyle müşrik bir erkekten bu sizin hoşunuza gitse bile kesinlikle

hayırlıdır. Müşrikler sizi ateşe çağırırlarken, Allah ta sizi kendi izniyle cennete ve günahlardan temizlemeyip bağışlamaya çağırır. Ve Allah mesajını insanlığa açıklar ki, ondan ders çıkarsınlar” (Bakara:221)...

2: Dinini Yaşamaya Gayretli ve Güzel Ahlâklı Olmalı Rasulullah (sav) bir Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kadın dört şey için nikah edilir. Malı, soyu-sopu, güzelliği ve dindarlığı için. Sen dindar olanı seç, huzur bulursunuz”(Buhari, nikah. 15)

Ve yine Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır:

“Size dini ve ahlâkı hoşunuza giden bir erkek kızınızı istemeye gelirse, onu evlendirin.” (İbni mace) Esasında üç noktanın bir kişide cem olması , sağlıklı bir birey, sağlıklı bir kişilik demek anlamına gelir. Bunlar: a. İman ki; Tahkiki ve Ettiği imanın farkında olunması. b. Amel ki; Kalp temizliğine aldanmışlığın ötesinde,

 kalpteki imanın kendisini yöneten bir hayatı yaşaması. c. Ahlâk ki; Hadisi Şerif’te huy güzelliğine dikkat çekildiği gibi, ”Ahlâk”, İslâm’ın temel taşlarından birisidir.

Bu üç noktadan sonra, eş seçilirken dikkat edilmesi gereken zahiri bir takım hususlar da vardır. Fıkıh kitapları onları şöyle sıralamıştır:

1: Evleneceklerin birbirlerini görmesi.

2: Bekarların tercih edilmesi

3: Kefâet; yani denklik. Evleneceklerin bazı konularda denk olması gerekir. Bunlar ise şöyle sıralanmıştır:

a: Din

b: İslâm

c: Hürriyet

d: Nesep(soy)

e: Mal

f: Meslek (M. kasadar, Kadın ilmihali)

Evlilik nesillerin devamı için şarttır. Nesilleri,  kul olarak yetiştirebilmek için, ilim esastır.

İslâm davasının yer yüzüne hakim olması ancak temeli sağlam atılan ailelerden yetişen dava erlerinin elleriyle olacaktır... Babalar İbrahim , Analar Hacer, evlatlar İsmail olduğu zaman Allah, zemzemi hediye verecektir!..

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
68
İslamda Nişan Nikah Boşanma / Boşanma/Talak Muamelesinin Keyfiyeti Üzerine Notlar
« Son İleti Gönderen: melek Eylül 15, 2024, 08:26:14 ÖÖ »


Boşanma/Talak Muamelesinin Keyfiyeti Üzerine Notlar

İSLÂM’da aile hayatının temel hedefi; hayırlı evlatlar yetiştirmek, insanlara iyilikleri emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan muallimleri hazırlamak, Allah (cc) yolunda (fi sebilillah) cihada çıkan kahramanların yetişmesine vesile olmaktır. Bunun için Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) “Ailesini seven ve çocuk doğuran kadınla evlenin. Ben (kıyamet günü) sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim”(1) buyurduğu malûmdur.

Evlenen insanların, mü’minlerin velâyeti ve fütüvveti noktasında titizlik göstermeleri zaruridir. Birbirlerinde hoşlanmadıkları bir hal ortaya çıkarsa, Allah’ın (cc) rızasını kazanmak niyetiyle sabretmeleri ve güzel yönlerini görmeye çalışmaları gerekir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, aile reislerine hitaben; ”Onlarla (hanımlarınızla) maruf vech ile muaşeret ediniz. Eğer kendilerinden hoşlanmadınız ise; olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiştir” (En Nisa Suresi: 19) hakikati beyan edilmiştir. Buradaki “Onlarla (hanımlarınızla) maruf vech ile muaşeret ediniz’den maksad; “nafaka hususunda insaflı ve cömert olmayı, hiçbir iyiliği başa kakmamayı, söz ve sohbette güler yüzlü olmayı ve hukuka titizlikle riayeti” bir vecibe bilmektir. Müfessirler, “Olabilir ki, birşey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur” hükmünü izah ederken, şu tesbitte bulunmuşlardır: “O kadından salih bir çocuk vermek suretiyle sizi rızıklandırır veya hoşunuza giden bazı vasıflar ihsan eder. Bu hususları dikkate alarak, meşrû hududları tahrip etmeyiniz. Affedilmesi mümkün olan kusurları görmemezlikten geliniz”(2)

Nikâh sebebiyle ortaya çıkan dünyevi ve uhrevi maslahatlar ortadan kalkar; eşler İslâmî hükümleri edâ edemez hale gelirlerse, önce “niçin bu noktaya gelindiğini” araştırmalarında fayda vardır. Bu araştırma esnasında; birbirlerini suçlamak yerine, “nerede hata ediyoruz?” sualine cevap ararlarsa, hikmete uygun davranmış olurlar. Zira Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Allah’ın (cc) katında mübahların en sevimsizi talâktır”(3) buyurduğu malûmdur.

Bu girişten sonra, talak muamelesi ile ilgili hükümleri maddeler halinde izah edelim.

I. Talak Nedir ve Nasıl Meydana Gelir?

Talâk, Arapça’da “bağlı bir şeyin bağını çözmek” manasına gelir. İslâm hukukuna göre bu kelime “tatlik” manasında isimdir. Tatlik de, “nikah bağını çözüp salıvermek” yani “boşanmak” anlamındadır.(4)

Fıkıhta ise bu kelime nikah bağının çözülmesi veya boşamaya delalet eden lafızlarla nikah akdinin bozulmasını ifade eden bir ıstılâhtır. Boşama kendine mahsus lafızlarla ya derhal veya ileride nikah bağını kaldırmak şeklinde gerçekleşir.(5)

Bu noktada talâkın hak mı, yoksa ruhsat mı olduğunu izah etmekte fayda vardır. Nikahı/Evlenmeyi teşvik eden dinimiz zaruret zamanında talâkı “mahlas-ı hukuki” (hukuki kurtuluş çaresi) olarak kabul etmiş ve bu hakkı da öncelikle kocaya vermiştir. Dolayısıyla dinimizde talâk mübahtır, helaldir, fakat hoş karşılanmayan bir ruhsattır.(6)

Peygamberimiz Efendimiz (sav) “Allah’ın en ziyade buğz ettiği mübah talâkdır”(7)

buyurarak bunun hoş olmayan bir ruhsat olduğunu ifade etmiştir. Peygamberimiz’den bu konuda pek çok sakındırma vârid olmuştur. Meselâ; Hz. Ali’den (r.a) rivayet edilen “Nikahlanıp evleniniz, fakat kurduğunuz bu aile yuvasını talâk ile yıkmayınız! O yıkımın gümbürtüsünden arş-ı ilahi titrer.‘’(8)

Hz. Ubade b. Sâmit (r.a) dan gelen rivayette de “Sık sık kadın boşayan çeşnici erkekler ile sık sık koca değiştiren çeşnici kadınları Allah sevmez.’’(9)

Bu keyfiyeti ifade eden hadis-i şeriflerde talâka yalnız ihtiyaç ve zaruret anında müsâade olunmuştur. Bu durumda boşama yetkisini elinde bulunduran kişi bu yetkiyi ancak meşrû hallerde ve şuurlu bir şekilde kullanmalıdır.

2. Talâk Kullanma Yetkisi Yalnız Erkekte midir?

Kur’an-ı Kerîm’de yer alan hitaplar ve Sünnet’teki uygulamalar, bu yetkinin erkeğe verildiğini ifade etmektedir. Çünkü muhkem nasslarda yer alan hitaplar erkekleredir.

Meselâ “Kadınları boşamak istediğiniz takdirde... ’’(Et Talak Sûresi: 1) ayet-i kerimesi, boşamanın yalnız erkeklere ait ve onların iradelerinde bulunan bir iş olduğunu gösterir.(11)

Koca, karısını boşayınca boşama, şer’i bir netice olarak sabit olur. Hadislerde de bu yetki: “Boşanma, talak hakkı alan kimseye aittir” şeklindedir.(12)

O halde kadının bunda doğrudan doğruya bir tercih hakkı yoktur. Meğer ki koca nikah kıyılırken veya sonra kendisine bir hak tanımış olsun. Peki erkek geçimsiz ise veya namus konusunda yeterince hassas davranmıyorsa boşama hakkı olmayan kadın ne yapacaktır? İslâm hukukunun temel kaynaklarına baktığımızda bu soruya da cevap verildiğini görürüz. Buna göre kadın erkeğin kölesi değil, bilakis yardımcısı ve tamamlayıcısıdır. Dolayısıyla kadın, nikah esnasında “tefviz-i talâk” (boşama yetkisini verme) dediğimiz usûlle üç boşama yetkisinden birini alabilir. Bu arada “muhâlaa” yani kadının isteğine binâen, alacağı mehirden vazgeçmesi veya başka bir ödemede bulunması suretiyle kocasından ayrılması da mümkündür.(13)

Demek ki haklarını bildiği zaman kadının mağdur olması söz konusu değildir. Bununla birlikte talâk yetkisinin öncelikle erkekte olmasının bir değil, birden fazla hikmeti vardır. Genel olarak da erkekler kadınlara nazaran daha metindirler ve çoğu zaman hissi hareket etmezler. Erkek mehri veren, evin ve hanımın nafakasını temin eden kişi olduğu için umumiyetle neticeyi daha iyi takdir eder. Büyük zararlara yol açacak keyfi tasarruflardan daha fazla kaçınır. Oysa kadınlar genellikle erkeklerden daha duygusaldır. Olabilir ki, basit sebeplerden dolayı bu hakkı kullanıverirler. Mehir ve nafaka yani mali yükler erkeğin sorumluluğunda olduğu için kadın, boşanmasından dolayı maddi zarar görmez. Dolayısıyla kadının çabuk etkilenmesi ve sinirlenmesi sebebiyle talâk yetkisini hemen kullanabilmesi daha çok ihtimal dahilindedir. Boşama hakkının öncelikle erkeğe verilmesinin bir diğer hikmeti de, kadının serîü’l-infiâl (çabuk etkilenen) bir yapıda olması, gebelik ve muayyen günlerinde bu infial ve teessürünün daha ziyadeleşmesidir. İşte bu sebepten hissi hareket ederek boşama yetkisini ölçüp tartmadan kullanabilir. İslâm fıkhında Talâk ile Fesh-i Nikah birbirinden farklı muamelelerdir. Çünkü talâkta aile kurumunun teenni ile ve karı-kocanın kendi elleriyle düzeltilmesi mümkündür. Mahkemeye (Kadı’ya) başvurma (fesh-i nikah) ise dost düşman karşısında aile sırlarının ifşa edilip ortaya konduğu kesin bir ayrılık şeklidir. İlgili ayet-i kerimelere baktığımız zaman talâkın ricatla beraber zikredilmesi de dikkat çekicidir. Bu demektir ki talâkın meşrûiyyeti kocanın iddet esnasında karısına müracaat etmesine bağlıdır. Bu aile müessesesinin devamı adına çok önemli bir işarettir.

Böylece talâk, geçimsiz bir kadına karşı ihtar mahiyetinde olup, evliliği tamamen sona erdirme olayı değildir. Geçimsizlik şiddetlenip de ayrılık bir zaruret halini almadıkça bir kadının kocasından boşanmak istemesi kadın için cennet kokusundan mahrum kalmak demektir.(14)

Erkek bir olumsuzluk karşısında hemen talâk muamelesini ön plâna çıkarmamalıdır. Ailenin devamı için bütün imkânları seferber etmesi gerekir.

3. Boşanmaya Vesile Olan Temel Sebebler

Aile kurumu hayırlı maksat ve gayeler gözetilmeyerek yalnız telezzüz ve teskin-i şehvet arzusu üzerine kurulacak olursa, bu müessese su üzerine yapılmış binaya benzer ki, az bir rüzgârla yıkılmaya mahkûmdur. Bunun için İslâm aile hukukuna göre sırf cinsî bir iştiha kastiyle yapılan nikâh kazâen caiz ise de diyaneten doğru değildir. Bunun için müt’a nikahını (kadını muayyen bir zaman için muayyen bir meblağ mukabilinde nikahlamak) dinimiz tecviz etmez. İslâm toplumu içinde talâk olaylarının çoğalması en büyük sosyal âfetlerdendir. Hatta günümüzde mahkemedeki boşanmaların çoğaldığı ve ilk müraacat edenlerin genelde kadın olduğu görülmektedir. Dinî nikâhla evlenip sonra da bırakılan kadınların oldukça çok olduğunu da söylemek mümkündür. Toplumlar ailelerden oluştuğuna göre, toplumun sağlamlığı ve metaneti aile kurumlarının sağlam, devamlı ve dayanıklı olmalarına bağlıdır. Bir toplum içindeki aile kurumları zamanın şiddetli fırtınalarına karşı ne kadar dayanıklı bulunursa, ictimaî hayat da o derece sağlam ve güçlü olur. Ailenin saâdeti, tarafların sevgi ve merhamet noktasında hassasiyet göstermelerine bağlıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi O’nun delillerindendir” (Er Rûm Sûseri: 21) hükmü beyan buyurulmuştur. Aile içindeki sevgi ve saygının, güzel geçimin ve namus anlayışının, Allah’ın ihsan ettiği en büyük nimet olduğunu, bu muhkem nass beyan etmektedir. Dolayısıyla bu değerleri koruyan aileler refah ve mutluluğu yakalayabilir.

Kur’an-ı Kerîm’de “saliha kadınlar itaatkardır...” (En Nisâ Sûresi: 34) buyurulmuş ve aile kadınının özelliklerine de işaret edilmiştir. O halde bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre en iyi aile kadınları; “Allah’a teslim olan, kocalarına itaat ve muhabbet eden, kocasının gıyabında onun malını, canını, namusunu muhafaza eden kadınlardır.”(15)

Bir Hadis-i Şerif’de; “kadınların hayırlısı yüzüne baktığın zaman seni mesrur eden, bir istekte bulununca onu kabul eden ve sana yardım eden, bir de senin gıyabında malını canını, namusunu muhafaza eden kadınlardır’’(16) buyrulmuş, böylece kadının aile yuvasını yürütmede önemli rolü olduğu ifade edilmiştir.

Kadın açısından aile geçiminin dayandığı iki önemli unsur vardır: Birincisi; Allah’a(cc) ihlâsla teslimiyet ve kocaya itaat. İkincisi; gıyabında kocasının haysiyetini, malını ve namusunu muhafaza. Bugün toplumda gördüğümüz aile fâciâlarına sebep olan bu iki maddi ve manevi unsura riâyet etmeme boşanmaların en önemli sebebidir.

4. Ailenin Muhafazası için Başvurulması Gereken Tedbirler

Kur’an-ı Kerim’de aile yuvasının hemen yıkılmaması için itaatsiz kadınlara karşı nasıl hareket edileceği şöyle belirlenmiştir:

“Ey erkekler! Kadınlarınızın itaatsizliklerinden, hırçınlıklarından endişelendiğiniz zaman (ilk önce) onlara güzel öğüt verin. (Sonra) yataklarınızda yalnız bırakın. (Yine anlamazsa daha sonra hafifçe) dövünüz. ”(En Nisâ Sûresi: 34) Sonra da kocasından şikayetçi olan kadınlara hitaben:

“Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, çiftlere aralarını bir sulh ile düzeltmelerinden dolayı günah yoktur. Herhalde sulh (geçimsizlikten ve ayrılmaktan) hayırlıdır. ”(En Nisâ Sûresi: 128) buyurulmaktadır. Yine Kur’an-ı Kerim’de aile geçimsizliğinde talâktan önce hakeme müracaat edilmesi de tavsiye edilmektedir:

“Ey mü’minler! Karı ile kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin akrabasına bir hakem kadının akrabasından da bir hakem seçip gönderiniz. Eğer bu iki hakem (karı- kocanın) aralarını düzeltmek isterse, Allah iki tarafın aralarını te’lif eder.” (En Nisâ Sûresi: 35) Görüldüğü üzere aile yuvasının yıkılmaması için bütün tedbirlere ve çarelere başvurulması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Aynı zamanda dinimiz kocaları sabretme ve hanımın huylarına tahammül etme yönünde de teşvik etmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav); “Mü’min koca, mü’mine hanımına buğz etmesin. Onun bir huyundan hoşlanmazsa diğer huyundan hoşlanır”(17) buyurarak, kocaların küçük bir hatadan dolayı hanımlarına kızmamaları veciz bir uslûpla dile getirilmiştir.

Bu usulleri kısaca özetleyecek olursak; nasihat etmek, irşad etmek, yatağını ayırıp dargın gibi durmak, yine netice alınmazsa eşlere iki taraftan iki hakem gönderilmesidir.

Kur’an-ı Kerîm ve Hadislerde talâk ile alakalı birçok hüküm ve uygulamalar bulunmaktadır. Bunlardan belli başlı hükümleri şöyle özetleyebiliriz:

“Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde boşayın ve iddetleri de sayın. Rabbiniz Allah’a karşı gelmekten sakının. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar... İddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun veya onlardan uygun bir şekilde ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şahitliği Allah için yapın.” (Et Talak Sûresi: 1-3) “Boşama iki defadır. Bunlar, ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir.

Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helal olmaz...” (El Bakara Sûresi: 229) Bu ayet-i kerimelerin mefhum-u muvafakatına göre talâk, kadının muayyen günlerinde (adet halinde) değil, temizlik halinde cinsel ilişkide bulunmadan yapılmalıdır. Çünkü hayızlı iken boşamalara “bid-î talâk” denmiş ve büyük günahlardan sayılmıştır.(18)

Adet günleri kadın rahatsızdır, en bakımsız en düşkün ve kocasını memnun etmede en yetersiz zamanıdır. Talâk ise, dirliksiz bir ailenin bir ihtar ile geçimsizliğini gidermek ve aile durumunu düzenlemek maksadıyla teşri kılınmıştır. Adet halinde hasta ve düşkün bir kadını boşamak aile geçimini desteklemek gayesiyle değil, olsa olsa egoist bir hırstan olabilir. Böyle bir durumda kadını terk etmek çirkin bir davranıştır. Bunun için caiz değildir. Kadın temizken cinsel ilişkiden hemen sonra boşamanın haramlığına gelince, artık erkek şehevî ihtiyaçlarını tatmin ettikten sonra onu bir meta gibi kabul edip sonra atmasına benzemektedir ki, bu da doğru olmayan davranışlardan birisidir.

Asr-ı saadette yaşanan bazı hadiseler, bu davranışların Peygamberimiz Efendimiz (sav) tarafından tasvip edilmediğinin delilidir. Meselâ: Hz. Abdullah b. Ömer (ra) karısı Âmine b. Gıfar’ı adetli iken boşamıştı. Babası Hz. Ömer b. Hattab (ra) oğlunun bu hareketinin hükmünü Hz. Peygamber’e sordu O da şöyle buyurdu: “Oğlun Abdullah’a söyle, karısına geri dönsün, sonra kadın temizlenip tekrar âdet görüp sonra tekrar temizleninceye kadar onunla birlikte yaşasın. İkinci âdetinden temizlendikten sonra, âile hayatı devam etsin ve dilerse cinsel ilişkide bulunmadan boşasın. İşte kadının bu iki kirlenmesi ve temizlenmesi zamanı, erkeklerin kadınları tatlik etmeleri için Allah ‘ın emrettiği iddet müddetidir.’’(19)

Böylece sünni talâkın nasıl olması gerektiği de Hz. Peygamber tarafından öğretilmiştir. İbn Abbas’ın rivayetine göre Rükane b. Abdi Zeyd bir mecliste karısını üç talâk ile boşamıştı. Sonra da bu yaptığı hareketinden son derece pişman olup Hz. Peygamber’e durumu arz etti. Peygamberimiz “nasıl boşadın?”diye sordu. O da “üç talâk” ile dedi. Hz. Peygamber “bir mecliste mi boşadın?”diye sordu. O da “evet bir mecliste” diye tasdik etti.

Bunun üzerine Peygamberimiz “bu bir rici talâktır, istersen karına dönebilirsin”dedi. Bu izin üzerine Rükane de karısına döndü.”(20)

Bu hadis bir mecliste üç talâk verenlerin talâkının, bir talâk olacağına delil olarak gösterilmektedir. Fakat Hz. Aişe (r.a.) validemizden gelen bir rivayette de Kurazî Rifâa’nın karısı Temime Hz. Peygamber’e gelerek “kocam beni kesin olarak (üç talâk ile) boşamıştı. Ben de Kurazî Abdurrahman b. Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrahman erkeklik vazifesi göremiyor” deyince Hz. Peygamber: “Sanırım sen eski kocan Rifâa’ya varmak istiyorsun. Ama Abdurrahman senin balcağızından, sen de onun balcağızından tatmadıkca bu iş olmaz (varamazsın)”buyurdular.(21)

Bu hadis de üç talâkı bir defada kullanmayı caiz görenlerin delilidir. Yine İbn Abbas’dan gelen bir diğer rivayete göre Hz. Peygamber’in nübüvvet zamanı ile Ebu Bekir’in hilafeti ve Ömer’in ilk iki yıllık döneminde ‘üç talâk” bir talâk sayılırdı. Sonra Hz. Ömer; “İnsanlar, zevcin müracaatını beklemek için henüz faydalanma müddeti bulunan ve teenni ile hareket edip şeriatın müsâadesinden istifade icab eden bu mühim talâk içinde bilakis acele edip su-i istimal ederek üç talâk vermeye başladılar. Artık bunların aleyhlerinde üç talâkı “üç talâk” olarak kabul etme zamanı gelince biz de aleyhlerinde bir ceza olmak üzere imza ve tasdik ettik” dedi.(22)

Bu rivayet ise aynı anda verilen üç talâk’ın sıhhatine vesile olan illeti göstermektedir.

5. Kadının Iddeti Kaç Gündür?

İddet: “Adet” kelimesinden türemiş olup “sayma” anlamındadır. Istılahta ise; “nikahın zevali veya şüphesi halinde kadının beklemek zorunda olduğu süredir.”(23)

Bu süre katî ve sabit olmayıp kadının durumuna göre değişmektedir. Şöyle ki:

Sahih evlilikteki boşamada kadın üç iddet yani üç hayız görme süresi bekler. (Bakara, 228). Kocası ölen kadın dört ay on gün iddet bekler (Bakara, 204). Âyise yani ay halinden kesilmiş ve hayız görmeyen kadınlar için iddet süresi üç aydır. (Talâk, 4) Hamile olan kadınların iddeti de doğumları ile biter (Talâk, 4). İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre hayızla iddetin biteceği müddetin en azı altmış gündür. Çünkü her hayız en çok on gün sürer. İddet üç hayızdır o da otuz gün eder. Üç hayız esnasında temizlik en az on beş gündür. Böylece toplam altmış gün eder.

6. Talâk Lafızları ve Çeşitleri

Hz. Peygamber “Üç şey vardır ki onların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir. Nikah, talâk ve ric‘at’’(24) buyurmaktadır.

Onun için bu lafızlara çok dikkat etmemiz gerekir. Talâka delalet eden sarih lafız; âkil, baliğ bir insanın dilinden çıkacak olursa bundan sorumlu tutulur. Onun “Ben şaka yapıyordum;” “laf olsun diye söylemiştim;” “boşamaya niyet etmemiştim” gibi mazeretler ileri sürmesinin bir değeri yoktur. Bu üç hususun özellikle belirtilmesi kadının namus, haysiyet ve şerefinin İslâm dininde ne kadar önemli olduğunu gösterir. Kısaca talâk lafızları ve çeşitleri şunlardır:

A. Sarih Talâk: Maksadı açıkça ifade eden ve örfen çoğunlukla talâk için kullanılan sözle verilen talâktır. Meselâ: “Sen boşsun” gibi “boşamak” kelimesinden türeyen bütün sözler bu cümledendir. “Sen bana haramsın” gibi kinayeli sözler de halk arasında ekseriyetle talâk için kullanıldığından bunlar sarih lafız gibi mütâlaa edilir.(25)

B. Kinayeli Talâk: Talâka da başka şeye de yorumlanması mümkün olup örfte talâk manasında kullanılmayan ifadelerdir. Meselâ kocanın hanımına “babanın evine git!, uzak ol! Çık!” gibi ifadeler kullanması. Bunlar da ancak niyet ve karine ile bilinebilinen sözlerdir. Niyeti boşama ise “baîn talâk” kabul edilir, değilse kinayeli sözler talâk kabul edilmez.(26)

C. Elçi ve Yazı ile Talâk: Kocanın uzakta bulunan hanımına birisini göndererek kendisini boşadığını iletmesi de sarih lafızla yapılan talâk hükmüne girer. Mektupla gönderilen “sen boşsun” gibi yazılar da “sarih lafız” hükmündedir.(27)

D. Talâkın Sayısı: Talâk ya “bir” olur, ya “iki” olur, veya “üç” olur. Talâk mutlak söylenirse yani sayı verilmezse meselâ koca “seni boşadım” veya “boşsun” demişse “bir talâk” vaki olur.(28)

Talâkın “üç” sözü ile beraber söylenmesi ise; cumhur ulemâya göre “üç talâk” şeklinde vaki olur, Başta İbn Teymiyye (v. 728/1327) olmak üzere bazı alimler, “böyle sözlerle “bir talâk” vaki olur “üç” sözünün tesiri yoktur” demişlerdir. Delil olarak da ‘’Talâk iki defadır...” (Bakara, 229) ayetini göstermişlerdir.

Rukâne hadisini de Sünnetten delil getirdikten sonra aklî izahlarını da şöyle yapmışlardır: “Mulâane (iddiasını ispat edemeyen karı ve kocanın birbirleriyle hakimin huzurunda yeminleşmesi) esnasında lian şehâdetinin dördünü aynı anda bir kelime ile getiren kimsenin bu toplu şehadeti dört şehadet sayılmayıp icmaen bir şehadet sayılır. Yine menasik-i hacc ifa edilirken Cemre’de yedi taşı bir defada atılsa bu da icmaen bir kabul edilip toptan atılması tecviz edilmemiştir” şeklindedir. Cumhur ulemâ onların bu delillerine şöyle cevap verir: “Mezkûr ayet-i kerimenin esbab-ı nüzulüne bakılması gerekir. O zaman ayetin maksada delaleti daha iyi anlaşılabilir. Cahiliye zamanında talâkın sayısı yoktu. İlk dönemlerde kocasının devamlı boşayıp sonradan döndüğü bir kadının şikayeti üzerine bu hüküm inmiştir. Buhâri’de geçen ve üç talâka delalet eden Rifâa hadisi, Rukâne hadisinden daha kuvvetlidir. Kıyas delillerine gelince: Kitap ve sünnete müstenid olan sarih hükümlerde, kıyas ve ictihad konusu değildir. Kaldı ki bu kıyaslar, farklı keyfiyete haiz olan meselelerin birbirleriyle kıyasını beraberinde getirir. Zira liânda bir ailenin namusu mevzuu bahis olduğundan kocanın zina isnadından dönmesi ümidiyle dört şehadetin ayrı ayrı söylenmesi teşri kılınmıştır. Şeytana taş atma meselesine gelince bunun yedi olması taabbüdi bir emirdir.”(29)

7. Meşru Boşanma Gerekçeleri ve Boşanmanın Sıhhati

Aceleye ve ihmâle mani olmak, aile bağlarını muhafaza etmek için İslâm, bir takım şartlar koyarak talâkı kayıt altına almıştır. Çünkü bu bağ hayati öneme hâizdir, hemen koparılmamalıdır. Şu halde meşru boşanma olabilmesi için şu hususlara riayet edilmelidir:

A. Talâkın “şer’an ve örfen kabul edilebilir bir ihtiyaçtan” dolayı olması:

Talâkta ülfet ve muhabbeti kesme, bir arada bulunma âdetini yıkma ve fesada maruz kalma vardır. Evla olan bu hakkın, hanımın kötü ahlaklı olması gibi bir ihtiyaç halinde kullanılmasıdır. Zira Kur’an-ı Kerîm’de; “Eğer hanımlarınız size itaat ederlerse artık onların aleyhlerine başka bir yol aramayın”(En Nisa Sûresi: 34) buyrulmaktadır. Ortada ciddi bir sebep yokken aile külfetinden kurtulmak için boşanmalar kadına ve çocuklara işkenceden başka bir şey değildir. Onun için zaruret olmadan bu lafızlar kullanılmamalıdır. Hassaten yeni evli çiftler birbirlerini tam tanımadan talâk yoluna başvurmamalıdırlar. Zira zamanla aile hayatına alıştıklarında, erkek kadını, kadın da erkeği tanıdığında sorunların daha kolay çözüleceği bir gerçektir.

B. Talâkın “kadının temiz halinde ve münasebette bulunmadan” olması:

Bu mesele fakihler arasında ittifak edilmiş bir şarttır. Buna göre koca hanımını hayız veya nifas halinde iken veya temiz fakat münasebette bulunduktan sonra boşarsa cumhura göre bu caiz değildir. Hanefi alimlerine göre ise tahrimen mekruhtur. Buna “bidî=bidat talâk” denir. Böyle olmakla birlikte talâk hukuki açıdan geçerlidir. Bu talâk, Cuma günü ezan vaktinde yapılan alış-verişe ve gasbedilen arsa üzerinde kılınan namaza benzer. Alış-veriş ve namaz sahih, fakat başka sebebten dolayı mekruhtur.(30)

C. Talâk “ayrı ayrı, teker teker” olmalıdır:

Alimler sünnete uygun talâkın teker teker olması hususunda ittifak etmişlerdir. Hatta Buhârî, sünnî talâkı tarif ederken “Temizlik anında ve birleşme olmaksızın iki şâhid yanında verilen talâktır” hükmünü zikretmiştir. Kur’an-ı Kerîm’de talâk konusunda dikkat çeken bir husus da; “Hem içinizden adalet sahibi iki erkeği şahit getirin”(Et Talak Sûresi:

2) emridir. Fakat cumhur ulemâ bu emrin muktezasının mendubiyet olduğunu ifade etmiştir. Zira kadının nesil mahalli olması itibarıyla kıymetli bulunduğunu bunun için nikahta şâhit, mehir hatta velisinin iznine bile ihtiyaç olduğunu belirtmişlerdir. Boşanmada ise bunlara ihtiyaç yoktur. Çünkü Sünnette böyle bir uygulama yoktur. Ayrıca karı-kocanın ayrılığına sebeb olan sırların şâyi olmaması veya tekrar birleşme olursa aile için kamuoyunda su-i zan meydana gelmemesi için, şahit şartı aranmamıştır.

İslâm dini üç talâkı üç temizlik halinde ve her temizlikte bir talâk olacak şekilde vermeyi tavsiye eder. Buna “hasen talâk” denir. Bir de “ahsen talâk” vardır ki iddeti bitinceye kadar ikinci bir talâk vermeden beklemedir. Koca tek veya iki talâkla boşadığı hanımına iddeti içerisinde tekrar dönmek isterse döndüğünde buna “ric’i talâk” denir. Dönmezse iddet bitince “bain talâk” olur. Bundan sonra hanımını almak isterse yeni bir nikahla ve mehirle alabilir ki buna “beynûnet-i suğra” denir. “Beynûnet-i kübra” ise üç talâkla meydana gelen boşanmadır, artık dönmesi ve alması mümkün değildir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Nikah esnasında “talâk” konusunda erkek ve kadının bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Boşama bir zaruret halini alırsa ikaz ve te’dîb maksadıyla teker teker kullanılmalıdır, yoksa şehevî hislere göre hareket edip ani karar vererek böyle değerli bir müessese yıkılmamalıdır. Özellikle bu yetkiyi elinde bulunduran kocalar hissi davranmamalıdır. Nikah esnasında kadın “bir talâk” yetkisini alabilmelidir. Böylece kadın da ailede söz sahibi olduğunu ve manen sorumlu bulunduğunu hissedebilir. Talâkdan önce kadın veya koca mutlaka irşad, tenbih, ikaz, kınama ve azarlamadan sonra arabuluculara müracaat ederek yuvayı ayakta tutmalıdırlar. Buna rağmen hâlâ sonuç alınmazsa “bir talâk” ile normal kadınların iddeti olan üç temizlik müddetini beklemeli, gerekiyorsa ondan sonra ayrılmalıdır. Yani koca üç talak vermeden ayrılmalıdır. Çünkü üç talaktan sonra dönmek mümkün değildir.

--------------------------------------------------------------------------------

(1)   İmam Mansur Ali Nasıf- Et Tâc- Beyrut: ty C: 2 Sh: 283

(2)   Geniş bilgi için/ Mecmuatu’t Tefasir İst: 1979 C: 2 Sh: 38-39.

(3)   Sünen-i İbn-i Mace- İst: 1401 C: 1 Sh: 650 Had. N0: 2018 K. Talak: 1.

(4)   Bkz. Ibn Manzur- Lisânû’l-Arab-Beyrut: 1955 C: 10 Sh: 225.

(5)   Geniş bilgi için bkz. İbnü’l-Hümâm- Fethu’l-Kadîr-Beyrut: 1316 C: 3 Sh: 325-329.

(6)   İmam-ı Serahsî, ruhsatı hakiki ve mecazi şeklinde ikiye ayırdıktan sonra, bunların da kendi arasında iki kısımda mütâlâa edildiğini misalleriyle açıklamıştır. Bkz. Usûlu’s-Serahsî, I, 117-121.

(7)   Sünen-i Ebû Dâvûd-İst: 1401 K. Talâk, 3.

(8)   İmam-1 Suyuti- Fethu’l-Kebir-Beyrut: ty C: 2 Sh: 28

(9)   İmam-ı Suyuti- A. g. e. C: 1 Sh: 350

(10)   İmam-ı Suyuti, A. g. e. C: 3 Sh: 329.

(11)   İmam Fahreddin er-Râzî- Mefâtihu’l-G’ayb-İst: 1308 C: 8 Sh: 222

(12)   Sünen-i Ibn-i Mâce-İst: 1401 K. Talâk: 31.

(13)   Ibnü’l-Hümâm, A. g. e. C: 3 Sh: 410-412.

(14)   Bkz. Sünen-i Ibni Mâce, Talâk, 21.

(15)   Fahreddin er-Râzî, A. g. e. C: 3 Sh: 316-317.

(16)   İmam-ı Suyuti- A. g. e. C: 2 Sh: 99

(17)   Sahih-i Müslim-İst: 1401 K. Radâ: 63.

(18)   Ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III, 329.

(19)   Sahih-i Buhârî-İst: 1401 K. Talâk: 1.

(20)   İmam Ahmed b. Hanbel-El Müsned-İst: 1401 C: 1 Sh: 265

(21)   Sahih-i Buhârî-İst: 1401 K. Talâk: 4.

(22)   Sahih-i Müslim- İst: 1401 K. Talâk;15

(23)   Abdurrahman El-Ceziri- Kitâbü’l-Fıkhı alâ Mezâhibi’l-Erbaa-C: 4 Sh: 518-519.

(24)   Sünen-i Ebu Davud-İst: 1401K. Talâk, 9.

(25)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- El Feteva-ı Hindiyye- Beyrut: 1400 C: I, S: 354.

(26)   Abdurrahman El-Ceziri- A. g. e. C: 4 Sh: 321.

(27)   Geniş bilgi için el-Ceziri, Kitâbü’l-Fıkhı alâ Mezahibi’l-Erbaa, IV, 289; Ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadir, III, 348.

(28)   Şeyh Nizamüddin ve Heyet- A. g. e. C: 1 Sh: 354,

(29)   Geniş Bilgi için/ İmam Bedrüddin el-Aynî- Umdetü’l-Kâri-İst: 1308 C: 9 Sh: 557, Vehbe Zuhaylî, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, C: 9 Sh: 318.

(30)   Ibnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadir, III, 329.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
69
İman Amel Ecel / Helal Rızık ve Sâlih Amel
« Son İleti Gönderen: melek Eylül 15, 2024, 08:11:56 ÖÖ »


Helal Rızık ve Sâlih Amel

İBADETLERİMİZİN, yaptığımız hayır ve iyiliklerimizin Allah (cc) katında makbul olması ve salih amelden sayılması için rızkımızın da helal olması farzdır.

Namaz bütün ibadetlerin, sadaka bütün hayırların başı olduğu gibi, helal rızık da, helal olanların başı ve temsilcisi durumundadır. Helal rızık dediğimiz zaman bütün helal olanlara uygun olarak yaşamamızın gerekli olduğu unutulmamalıdır.

Allah’ın (cc) yarattığı ve insan oğluna verdiği nimetlerin tümü, yasaklananların dışında mubah ve helaldır. Çünkü eşyada aslolan mubah ve helal olmaktır.

Helal ve haramı şöyle tanımlayabiliriz.

Yenilmesine, içilmesine, kullanılmasına ve yapılmasına dinen izin verilen şeylere Helal denir. Yenilmesine, içilmesine, kullanılmasına ve yapılmasına dinen izin verilmeyen ve yasaklanan şeylere de Haram denir. Haramlar, Allah (cc) tarafından kesin olarak yasaklanmıştır. Haramlar ikiye ayrılır.

1- Kesin haramlar:

Zina, içki, kumar, hırsızlık, adam öldürme, dinen murdar sayılan etleri yeme, evlenilmesi  yasak  olanlarla evlenme, halka zulmetmek, kan, leş gibi haramlara kesin “liaynihi haram” denir.

2- Aslında helal olup, başkasının hakkından dolayı haram olanlara da “ligayrihi haram”denir.

Elma helaldır. Elma’yı, elma bahçesinden veya pazardan sahibinden izinsiz olarak alıp yemek ise haramdır. Diğer nimetlerin ve hakların da sahibinden izinsiz olarak alınması elmanın haram olması gibi haramdır.

Haramlarda, Allah’a isyan, kulların ve canlıların hakkına tecavüz vardır. Dünya hayatında haram bataklığına batmak, fitne, fesat, ve hüsran’a sebep olmak, âhiret hayatında ise lânete ve azâba uğramak vardır.

Merhum Ömer Nasuhi Bilmen, haramlar konusunda şunları yazar:

“Haram olan şeylere “Muharremât” denir. Haramın terkinden dolayı sevap, yapılmasından dolayı da azap vardır. Haram olduğu ittifak ile kesin olarak sabit olan bir şeyi helal saymak ise insanı imandan mahrum eder.”(1)

Helal rızık o kadar önemlidir ki, Allah (cc) peygamberlere “Salih amel’den önce helal rızkı emretmiştir.

Allah (cc) buyurur:

Ey peygamberler, güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun. Çünkü gerçekten ben yapmakta olduklarınızı biliyorum. (Mü’minun: 23/51)

Bu ayet, Allah’ın bütün peygamberlere önce helal rızık yemelerini, sonra salih amellerde bulunmalarını emrettiğini bildiriyor.

Peygamberler masumdur, haramlardan uzak yaşarlar. Allah’ın emirlerine muhalefet etmezler Allahın emirlerini önce kendileri yaparlar.

Allah’ın peygamberlerin şahıslarına hitaben bildirdiği emirler, sadece onların şahıslarına münhasır değildir. Ümmetleri de bu emirlerle yükümlüdür. Nitekim bütün peygamberler, Allah’ın kendilerine bildirdiği emir ve yasakları ümmetlerine olduğu gibi tebliğ etmişlerdir.

Tebliğ etmekle kalmamışlar, yaparak göstermişler ve öğretmişlerdir. Bunun canlı örneklerini peygamberimiz (sav)’ın hayatında görürüz.

Ayette geçen tayyibât kelimesi; aklıselim sahibi, dengeli, erdemli, temiz tabiatlı her insanın beğendiği, hoşlandığı, temiz, güzel, iyi ve yararlı bulduğu şeyler için kullanılır.(2)

Tayyıbat kelimesi, “temiz, güzel şeyler” olarak tercüme edilmiştir. Temiz ve güzel demek, helal demektir. Temiz şeylerden yiyin emrinin, salih amellerde bulunun emrinden önce gelmesi; yenilen ve içilen şeylerin meşru ve temiz olmadığı sürece salih amellerden söz etmek mümkün değildir.

Peygamberimiz (sav)’in konu ile alâkalı birkaç hadis-i şerifini verelim:

“Ey insanlar, Allah temizdir, temizden başkasını kabul etmez” buyurdu. Sonra şunları söyledi:

“Bir kimse uzun bir yolculuğa çıkar, saçları dağılmış toza toprağa bulanmış bir halde ellerini sema’ya uzatarak, ‘Rabbim, Rabbim’ diye dua eder. Halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram hasılı kendisi haramla beslenmiş olursa böylesinin duası nasıl kabul edilir”? Hadisin açıklamasında bu yolculuğun hac ve umre yolculuğu olduğu belirtilir.(3)

“Cennet ehli üç sınıftır.

Adaletli ve muvaffak idareci

Hısım ve akrabasına, Müslümanlara karşı yumuşak kalbli ve şefkatli olanlar.

Ailesi kalabalık olduğu halde harama el uzatmayan ve haramdan uzak kalanlar.”(4)

“Allah’ın malını haksız olarak kullananlar, kıyamet gününde cehennem ateşini hak etmişlerdir.”

Allahın malı, halkın ve devletin bütününe ait olan mallardır.

“Kim helal kazancından bir hurma miktarı sadaka verse, Allah ancak helali kabul ettiği için onun sadakasını kabul eder.

Sonra onu sizden birinizin tay’ını büyüttüğü gibi özenle büyütür, hatta dağ gibi olur.”(5)

Allah salih amellerden önce helal rızkı emrediyor. Çünkü, haramlar ibadetleri yok eder, kalbi karartır, Allah sevgisinden uzaklaştırır ve sahibini kötülüğe iter.

Helal lokma yiyerek yapılan ibadetler Allah katında değer kazanır, sahibini felaha, kurtuluşa götürür, Allah’ın rızasını kazandırır.

Tertemiz nimetler, hem şer’i bakımdan yenilip içilmesi, kullanılması helal olan hem de saf, temiz ve sağlığa uygun olan nimetleri ifade eder.(6)

Bazı kavimler, bazı peygamberler için yemeyi, içmeyi bir küçüklük gördü ve şöyle dedi:

“Bu sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediklerinizden yiyor, İçtiklerinizden içiyor. Eğer kendiniz gibi bir insana boyun eğecek olursanız hüsrana uğrayacağınızda hiç şüphe yok.” (23/33, 34)

Peygamberler hakkında böyle konuşan müşrikler, küfür içinde dünyevi hüsrana uğradıkları gibi, âhirette de cehennem azabına uğrayarak ebedî hüsranın içinde kalacaklardır.

Merhum M. Hamdi Yazır âyetin açıklamasında şunları yazar:

“Her peygamber zamanında böyle hitap edilmiş ve en sonra hepsinin ulaştığı nimetleri ifade etmek üzere bu hitap özellikle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e yöneltilmiştir. Burada peygamberlere karşı “yediğinizden yiyor ve içtiğinizden içiyor” diyenlerin sözlerine bir cevap vardır.

Peygamberler de insandır. Onlarda yerler ve içerler. Fakat onlar kodaman kafirler gibi haram ve helalini ayırmadan pisini, temizini seçmeden yemezler, insanların haklarına tecavüz etmezler. İnsanların iliklerini emmezler, helal ve pak olarak hoş ve temiz olan şeylerden yerler.

Sonra yedikleri de onlar gibi yalnız keyf ve zevk için değil, güzel çalışıp iyi ameller yaparak Allah’a ibadet için şükürlerini yerine getirmek hikmetiyledir.

Onun için maksatları, her ne olursa olsun dünya hayatının refahını yaşamaktan ibaret olan kafirlere, firavunlara, zalimlere itaat etmek ve onlara bağlanmak, esâret ve ziyan olduğu halde; peygamberlere ve onların yolundan giden Allah adamlarına boyun eğmek ve uymak, dünya ve âhirette güzel ve temiz bir hayat, kazanmaya vesile olan yaşayan bir nimet ve mutluluktur.(7)

Yemek ve içmek bütün insanlar için zaruri olan bir şeydir.

Yemek, içmek ve diğer ihtiyaçlarımızı helalinden karşılamak farzdır.

Helal şeylerin, sağlığa uygun olması, meşru yollardan kazanılması da şarttır. Hilenin, huda’nın, aldatmanın, kandırmanın, zorla almanın Müslüman’ın hayatında yeri yoktur.

Peygamberimiz (sav) buyurur:

“İçinde haram lokma bulunan bir kimsenin ibadetini Allah kabul etmez.”

Yararlı iş yapmak insanî bir zarurettir. Yararlı iş yapmanın yani salih amelde bulunmanın öncüleri peygamberlerdir. Onlara salih amelden önce helal rızık emredildiğine göre biz ümmetlerine haydi haydi emredilmiştir.(8)

Allah Bütün İnsanlara Helal Rızkı Emreder

Allah buyurur:

“Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin.

Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır

O, size yalnız kötülüğü, hayasızlığı ve Allah’a karşı bilmeyeceğiniz şeyi söylemenizi emreder.” (Bakara: 2/168, 169)

Merhum şehid Seyyid Kutub ayet-i kerimelerin açıklamasında şöyle yazar:

“Allahü Teâlâ, yer yüzündeki her şeyi insanoğlu için yarattı. Ve mahzurlu olanlar müstesna hepsini helal kıldı.

Allahü Teâlânın bu ayetleri insan fıtratının isteklerine en uygun olan cevabı ihtiva etmektedir..

Bütün bunlar bir tek şarta bağlıdır: İnsanların helal ve haram olan şeyleri, kendilerine rızık veren Zat’tan öğrenmeleridir. Yoksa, şeytanların ilhamlarından değil. Zira şeytan, insanlar için apaçık bir düşmandır. Kötülükten ve fuhuştan başka bir şey emretmez. Allah’a karşı nankörlüğü teşvik eder.

Şeytan, insanları, yiyecek ve içeceklerle ilgili hurafelerin dinin bir parçası olduğuna inandırarak kandırır..”(9)

Bu ayetteki hitap bütün insanlığadır.

Helal, temiz, akla ve bedene zarar vermeyen rızıklardan yiyin

Şeytanın süsleyip size güzel gösterdiği fuhuş ve günahlardan onun izlerine uyup ardından gitmeyiniz. Çünkü o sizin için büyük bir düşmandır.

Şeytan size hayırlı bir şeyi emretmez.

O size ancak günahları, kötü şeyleri son derece çirkin ve rezil şeyleri emreder.

Allah hakkında bilmediklerinizi söylemenizi emreder.

Allah’ın size helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını helal sayarak kendiliğinizden helal ve haram kılıcı hükümler koymak suretiyle Allah’a iftira etmenizi emreder

Ebu’l-Leys Semerkandî, şeytanın kötülükleri hakkında şunları yazar:

“Şeytan, sizi dünyada felakete ve cezaya, âhirette de azaba, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmaya teşvik eder.

Şeytan, sizi cehennem azabına sokan, rahmetinden uzaklaştıran hayasızlığı emreder.

O, Allah’ın emri olan şeyleri haram olarak, Allah’ın haram saydığı şeyleri de helal olarak kabul etmenizi emreder. Sizi bu şekilde Allah’a isyan ve kendine itaat ettirmek ister.

Sizi Allah’ın yolundan alıkoymak için haram şeyleri helal, helal olan şeyleri de bilmediğiniz halde haram olarak söylemenizi arzu eder.”(10)

Allah, Mü’min Kullara Helal Rızkı Emreder

“Ey iman edenler! Eğer siz ancak Allah’a kulluk ediyorsanız, size verdiğimiz rızıkların iyi ve temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin.

Allah, size ancak, leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Ama kim mecbur olur da, istismar etmeksizin ve zaruret ölçüsünü aşmaksızın yemek zorunda kalırsa, ona günah yoktur. Şüphesiz, Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara: 2/172,173)

Temiz kavramı, helal anlamındadır.

Batıl yollardan elde edilen mallar, sağlığı koruma yönünden temiz de olsa, kazanç yolu itibarıyla helal olmadığı için dinde pis sayılmıştır.

Zekatı verilmeyen mal’a başkasının hakkı karışmıştır.

Gayri meşru yoldan elde edilen kâr ve kazançta temiz değildir.

Allah’a inananlar, Allah’ın yasakladığı şeyleri yemekten kaçınmalı ve O’nun helal kıldıklarını, hiç tereddüt etmeksizin yemelidirler.

Eğer bir kimse Allah’ın helal kıldığı şeyleri yemekte şüpheye düşerse, Kabe’ye yönelerek namaz kılsa bile henüz gerçek bir Müslüman olmamış demektir.

Eğer gerçekten Müslüman olmuşsa, cahiliye inançlarını ve ön yargıları bir tarafa bırakmalıdır.

Eski adet ve geleneklere devam etmesi o kişinin hâlâ cahiliye zehiri ile zehirlenmekte olduğuna bir delildir.

Haram Şeyi Yemenin ve İçmenin Hükmü:

Bu ayette temiz olmayan bir şeyin şu üç şartla kullanılmasına izin verilmiştir:

1- Aşırı bir ihtiyaç durumunda; örneğin, eğer bir kişi açlıktan veya susuzluktan ölmek üzere ise veya bir hastalık sebebiyle hayatı tehlikedeyse ve pis olan şeyden başka kullanabileceği başka bir şey yoksa, o zaman onu kullanmasına izin verilir.

2- Kişi böyle yaparken kalbinden Allah’ın kanununu çiğnemek gibi bir istek geçirmemelidir.

3- Kişi gerekli olandan bir lokma bile fazla kullanmamalıdır. Mesela böyle bir durumda eğer haram olan şeyden bir-iki lokma veya damla hayatı kurtarmaya yetecekse, kesinlikle bundan fazla alınmamalıdır.(11)

Merhum şehid Seyyid Kutub da şunları yazar:

“Selim bir fıtrata sahib olan herkes, ölü etinden ve bozulmuş kandan tiksinir, nefret eder.

Ölüde ve bu vasıftaki kanda görülen mikrop ve zararlı maddeleri göz önünde tutan Tevrat ve Kur’an, asırlarca evvel bunları haram kılmıştır. Bugün tıp da, aynı hükmü teyid etmektedir. Haram kılınışı, günümüzdeki modern ilmin tesbit ettiği zararlardan dolayı mı, yoksa henüz insanların vakıf olamadıkları hikmetlerden dolayı mı, bilinmiyor.

Domuzun haram oluşu mevzuuna gelince; bir çok kimseler bunu münakaşa mevzuu yapmaktadırlar. Domuz sağlam ve temiz bünyeli herkesi tiksindirir. Asırlarca evvel Allah tarafından haram kılınan bu hayvanın etinde, kanında ve barsaklarında son derece tehlikeli Kurtcuklar bulunduğunu bu günkü ilim tesbit etmiştir.”

Merhum M. Hamdi Yazır ayetin açıklamasında şunları yazar:

“Yediğiniz şeyler pis, kirli, şunun bunun hakkı geçmiş, yaratılış itibarıyla ve dini bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmasın. Helalinden kazanınız, haram, pis şüpheli şeylerden sakınınız

Fenalık görmek istemeyen insanların, fenalığı denemeye kalkışmaları da akıl işi değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm vermeye teşvik eder.

“Adam sen de filan şeyi yapmak neden haram olsun? Filan işi yapmak neden yasak olsun”? dedirtir.

Böylece insana Allah’ın emrini, Allah’ın kanununu araştırmadan, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur. Hakk’ın kanununa uymadan işler yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.

Yaratılış aleminde rızkın haramı da var, helali de; pisi de var, temizi de. Fakat siz, bunların temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek meşru şekilde kazanılan helallerinden insanca yiyin. Hem hayvanlar gibi pis boğaz olmayınız, hem de bir takımlarının yaptığı gibi helal, hoş ve temiz şeylerden kendinizi mahrum etmeyiniz.. Temiz temiz, helal helal yiyiniz.”(12)

Helal Ye ki Duan Kabul Olsun

Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri helal rızık ile ilgili ayetler okununca; “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a dua et de beni duası kabul olanlardan eylesin” dedi.

Rasulullah buyurdu:

“Ey Sa’d güzel şeyler ye ki, duası kabul olanlardan olasın.

Muhammed’in canı kudret elinde olan Allah’a and olsun ki karnına haram lokma sokan kişinin kırk gün duası kabul olunmaz.

Her kim ki, haram ve faizle beslenmişse ona ateş daha layıkdır.”(13)

Allah’ın Helal Emrini Haram Kabul Etmek

İnsan oğulları, Allah’ın kendisine verdiği aklı çoğu zaman kötüye kullanır.

“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler

Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler.” (Araf: 7/146)

Peygamber yolunu seçmezler, Şeytan yoluna can verirler.

Elleri ile yaptıkları putlara, ilah diye tapınırlar.

Sabah namazından sonra Hollanda’nın Den Haag şehrinde dolaşıyorduk. Yol üzerinde kapısı açık bir yere baktık.. Bir putun etrafında toplanmış insanlar bir şeyler yapıyordu. Dernek başkanı arkadaş “Hintliler putlarına tapıyorlar” dedi.

Müşrik Arapların uzak bir yere gideceği zaman hamurdan putlar yaptıkları, yol boyunca da onlara taptıkları, acıkınca da yedikleri kitaplarda yazılıdır.

Tarih boyunca nice insanlar put aşkına kendilerini hadım etmişlerdir.

Katolik din adamlarının evlenmesi yasaklanmıştır.

Milyonlarca Hıristiyan rahip ve rahibeler, Allah’ın helal kıldığı evlenme nimetini reddederek kapandıkları manastırlarda yaşarlar. Haramlı bir yaşayıştan sonra bir kısım Hıristiyanlarda başka bir harama düşerek manastırlara kapanırlar.

Müşrikler cahiliyye devrinde Beytullah’ı çıplak olarak tavaf ederler ve etin yağını yemezlerdi. Koyun, sığır eti ve deniz hayvanlarını da yemezlerdi.

Beş tane yavru yapan deveye binmeyi ve etini yemeği haram kabul ederlerdi. Putlara adadıkları develerini ihtiyaçları yerine gelince salıverirlerdi. (T. KU: 1/199)

Sahabeden bir cemaat Osman bin Maz’unun evinde toplanarak insanlardan ayrılıp, bir köşeye çekilerek yemeden-içmeden vazgeçip sadece ibadetle meşgul olmak üzere aralarında anlaşırlar. Bu anlaşmalarına uyarak insanlardan ayrılıp uzlete çekilirler. Haklarında ayetler iner, onları bu hareketlerinden men eder.(14)

Adamın biri peygamber (sav)’e gelir: Ben et yiyince şehvetim galip gelir ve kadınların yanına giderim. Bunun için kendime et yemeyi yasakladım, der.

Bir başka hadise de şöyledir:

Peygamber Aleyhi’s-selam’ın zevcelerinin evine üç kişi gelip peygamber’imizin ibadetini sordular. Kendilerine haber verilince onu kendileri için azımsadılar ve:

Peygamber’in yanında biz neyiz?

Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları affedilmiştir, dediler. Bunlardan birisi:

Ben, yaşadığım müddetçe bütün gece namaz kılacağım, dedi. Diğeri:

Ömrüm boyunca oruç tutacağım, iftar etmeyeceğim, dedi. Üçüncüsü de:

Kadınlardan uzak kalacağım ve hiçbir zaman evlenmeyeceğim dedi. Sonra peygamber aleyhi’s-selam geldi. Onlara:

“Şöyle şöyle diyenler siz misiniz? Dikkat ediniz!

Allah’a yemin ederim ki, Allah’tan en ziyade korkanınız ve O’na karşı gelmekten en ziyade sakınanınız benim. Böyle iken ben bazen oruç tutuyorum, bazen da tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum ve kadınlarla evleniyorum. Eğer bir kimse benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir” buyurdu.

Diğer bir hadisinde de şöyle buyurur:

“Dini işlerde aşırı inceleyip sık dokuyanlar helak oldu.”

Bu sözü üç defa tekrar etti.

Peygamberimiz (sav) her işte uyacağımız yolu gösterir:

“Orta yolu tutunuz...”(15)

Allah’ın kendilerine helal kıldığı şeyleri, kendilerine haram kılanlar hakkında ayeti kerimeler indi. Allah emrine uygun olmayan hareketleri yapmaları men edildi.

Helal olan şeyleri haram etme teşebbüslerini men eden Âyet-i Kerimelerin mealleri şöyledir:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri kendinize haram etmeyin ve Allah’ın koyduğu sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.

Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden helal, iyi ve temiz olarak yiyin ve kendisine inanmakta olduğunuz Allah’a karşı gelmekten sakının.” (Maide: 5/87, 88)

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı zineti ve temiz rızkı kim haram kılmış?

De ki: Bunlar, dünya hayatında mü’minler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara mahsustur. İşte bilen bir topluluk için ayetleri ayrı ayrı açıklıyoruz.

De ki: Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri, günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır. (Araf: 7/32-33)

“De ki: Allah’ın size indirdiği; sizin de, bir kısmını helal, bir kısmını haram kıldığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?

De ki: Bunun için Allah mı size izin verdi, yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” (Yunus: 10/59)

“Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, ‘Şu helaldır, Şu haramdır’ demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.” (Nahl: 6/116)

Merhum Mevdûdî ayetlerin açıklamasında şunları yazar:

“Bazı şeyleri helal, bazı şeyleri haram yapmada insanın hiçbir yetkisi yoktur. Helal ancak Allah’ın helal kıldığı, haram da Allah’ın haram kıldığıdır. Bu nedenle, helali haram, haramı da helal yaparsanız İlahi kanunu değil, kendi kanununuzu izliyorsunuz demektir.”

Hıristiyan rahipleri, Hindu fakirleri veya Budist dilencileri ve benzeri gibi bir zühd yolu men edilmiştir.

Merhum M. Hamdi Yazır şöyle yazar:

“Önce helale haram demeyiniz, ikinci olarak o hoş ve temiz nimetleri kesib de başkasının hakkına yeltenmek suretiyle haram yapmayınız, üçüncü olarak helal şekilde kazandığınız nimetlere de hakiki ihtiyaçtan çok hırs ve düşkünlük ile atılıp israf etmeyiniz ve yalnız şehvetler peşinde dolaşmayınız, gerek nefsin gerek başkasının hakkını gözeterek ölçülü ve iktisad ile hareket ediniz. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.

Ne Allah’ın nimetlerini beğenmemek, onlardan kaçınmak gibi nankörlük, ne de dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah’dan ve âhiretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.”

Merhum şehid Seyyid Kutub da şunları yazar:

“Haramı ve helalı bildiren şüphesiz ki Allah’tır... Mübah olan şeylerle mahzurlu olanları ayıran da Allah’tır. Emirleri veren, yasakları koyan yine Allah’tır.

Kendisinde hüküm koyma hakkı iddia eden veya buna özenen kimse ilahlık iddia etmektedir ya da buna özenmektedir.”(16)

Allah’ın emrettiği ibadetlerimizin, iyiliklerimizin, hayır işlerimizin, söz ve davranışlarımızın salih amel olabilmesi için helalindan yememiz, helalindan içmemiz ve her işimizin, sözümüzün, davranışlarımızın helal’e uygun olması şarttır.

Bu şarta uygun hareket etmediğimiz takdirde dünyada da, âhirette de Allah’ın rahmetinden uzak kalmaya mahkûmuz.

Kurtuluş vasıtası salih ameldir. ibadetimizi, işimizi, iyiliklerimizi, hayır ve hasenatımızı salih amel yapan ise iman, helal rızık ve halis niyettir.

Sözümüzü, hayatlarını iman ve salih amelle süsleyenlerin sonlarının ne olacağını bildiren bir ayet meali ile tamamlayalım:

“İman edip salih amel işleyenler var ya, onları içinden ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennet köşklerine yerleştireceğiz.

Çalışanların mükafatı ne güzeldir!” (Ankebut 29/58)

---------------------------------------------------------------------

(1)   Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 70, Milli gazete yayını, 2003, İst. , Kur’an yolu: 1/254, Diyanet yayını, Ank.

(2)   Kur’an Yolu1/253

(3)   Müslim, Ahmed Davudoğlu, 5/38, Sönmez yayını, İst.

(4)   Müslim: 11/280

(5)   Buhari Tecrid-i Sarih, 8/437, 5/138

(6)   Kur’an yolu: 4/27, 28

(7)   Fizılalilkur’an, Seyyid Kutub, 10/326, Hikmet yayınevi, İst. , Hak Dini Kur’an Dili

M. Hamdi Yazır, 5/531, zaman yayını, İst.

(8)   (Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri 11/598, Arslan yayını, İst. Safvetüttefasir, M. Ali Sabunî, 4/177, Yen Şafak yayını, İst, Fi zılalilkur’an, 10/33

(9)   Fi zılalilkur’an, 1/323, Tefhimülkur’an, Mevdudi, 1/137, Yeni Şafak yayını, İst.

(10)   Safvetüttefasir, 1/209, Tefsirulkur’an, Ebul-leys Semerknadi, 1/200, Özgü yayını

(11)   (Beyanülhak, Zeki Duman, 3/60 Fecr yayın Ank. Tefhimülkur’an, 1/137, 138

(12)   Fi zizalülkurAn, 1/325), Hak Dini Kur’an Dili1/480, 481, 484

(13)   Safveüttefasir, 1/212

(14)   Tefasirul. kur’an, 2/234, Hak Dini Kur’an Dili, 3/331, Esbabı Nüzül, Tahsin Emiroğlu, 4/142

(15)   (Riyazussalihin, 1/176, 177, Diyanet yayını, 1972. Ank. )

(16)   Hak Dini Kur’an Dili, elm: 3/330, Tefhimülkur’an, 1/506, Fı zılalilkur’an, 4/419

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
70
Cihad / Allah Yolunda Cihadı Mazeretsiz Terketmenin Neticeleri
« Son İleti Gönderen: melek Eylül 15, 2024, 08:04:29 ÖÖ »


Allah Yolunda Cihadı Mazeretsiz Terketmenin Neticeleri

“EY iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda sefere çıkın’ denilince, yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatını mı seçtiniz? Oysa ahirete göre dünya hayatının yararı, pek az bir şeydir.

Eğer Allah, yolunda sefere çıkmazsanız, sizi elem dolu bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir toplum getirir. Siz ise O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”(1)

Allahû Teâla’nın iman edenlerden tartışmasız olarak ihya edilmesini istediği ibadetlerden birisi de cihad’dır. Âhiret merkezli bir dünya dinine mensup olduklarının şuurunda olan bütün Müslümanların imandan sonraki ilk uğraşları cihaddır. Gönüllerinde, gündemlerinde ve günlerinde cihad olmayanlar, dünyayı âhirete tercih edenlerdir. Dünya hayatını âhiret hayatına tercih etmenin alâmetlerinden birisi de, Allah’ın cihad emrine karşı umursamaz bir tavır takınmaktır. Yani gönlünden, gündeminden ve günlerinden cihad diye bir ibadetin olmamasıdır. Bu âyet-i kerîmelerde görüldüğü gibi; Kur’ân-ı Kerîm, cihadın terki esnasında bütün mü’minlere bir sual tevcih ediyor: “Size ne oldu ki?” Yani niçin Allah yolunda Allah için cihadı terk ettiniz? Kur’ân-ı Kerim, iman edenleri cihad ibadetinin ihyasından sorumlu tutuyor.

“Ey iman edenler!” diye başlayan “Size ne oldu ki?” sualini mü’minlere yönelten âyet-i kerîme’nin Tebûk gazvesinde Rasûlüllah (sav)’den geri kalanların tutumları dolayısıyla serzenişte bulunmak için nazil olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.(2)

Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi’ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı. Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya “Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu” adı verilmişti.

Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde kalmışlardı.

Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren “berâet” konusu içinde bulunan “tevbe” konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze başlandığını görüyoruz.(3)

Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine riayet etmeyen mü’minler kınanmaktadır. Çünkü böyle bir davranış iman ile bağdaşmaz. Allah yolunda cihad etmek, mü’minlere vasıf kılınmıştır. Bu hususta Şehid Seyyid Kutub (rh.a.) şunları söylüyor: “Bu ayetlerde savaşa katılmak istemeyenlere, Allah yolunda cihad etme görevini ağırdan alanlara yönelik azarların ve tehditlerin ilk cümleleri ile karşılaşıyoruz. Onlara hatırlatılıyor ki, yüce Allah, henüz kendilerinin hiçbiri ortada yokken Peygamberimize yardım etmiş, O’nu desteklemişti. Buna göre şimdi de onların hiçbir katkısı olmasa bile O’na yeniden yardımını ve desteğini gönderebilirdi, bunu yapmak yüce Allah’ın gücü dahilinde idi, fakat o zaman bu ağır canlıların payına, sadece savaşa katılmamalarının, görevlerinden kaçmış olmalarının günahı ve sorumluluğu düşerdi. Şimdi bu ayetleri incelemeye girişelim: “Ey mü’minler, size ne oldu da `Allah yolunda savaşa çıkınız’ dendiğinde yere çakıldınız.”

Bazı müslümanların adeta “yere mıhlanma”larına yol açan bu ağırlık toprağın ağırlığı, toprağa dönük arzuların, toprak kaynaklı düşüncelerin ağırlığıdır. Can korkusunun ağırlığı, mal korkusunun ağırlığı, dünya hazlarından, dünya çıkarlarından, dünya nimetlerinden yoksun kalma endişesinin ağırlığıdır bu. Rahatın, huzurun ve istikrarın ağırlığıdır sözkonusu olan. Ağır canlılığın sebebi geçici hazların, sınırlı ömrün, kısa vadeli amaçların; başka bir deyimle etin, kanın ve toprağın ağırlığıdır.

Bütün bu çağrışımları zihnimizde canlandıran kaynak, ayetteki “yere çakıldınız” deyiminin sözlerinden dalga dalga yayılan titreşimlerdir. (Ayette geçen bu deyimin Hafs tarafından uygun görülen okuma bilincini diğer okuma tarzlarına göre bu anlam inceliklerini daha etkili biçimde ifade ediyor.) Bu deyim yaydığı ürpertici titreşimlerle yere mıhlanıp kalmış ağır bir insan gövdesini somutlaştırıyor, gözlerimizin önüne getiriyor. Bu uyuşuk gövdeyi birileri zorla yukarıya kaldırıyorlar, fakat o yine ellerinden kurtulup tüm ağırlığı ile yere düşüyor. Deyim, bu anlamı, bu çağrışımı içerdiği sözlerin titreşimli mesajları aracılığı ile ifade ediyor. Bu deyimde her şeyi aşağılara indiren, ruhların uçucu şeffaflığına ve özlemlerin kanat çırpan atılımına karşı direnen ‘yer çekimi’ nin somut bağımlılığı ile yüz yüze geliyoruz.

Allah yolunda cihada koşmak yer çekiminin zincirinden kurtulmaktır; etin ve kanın ağırlığını aşmak, etkisiz hale getirmektir; insan olmanın yüce anlamını gerçekleştirmektir; insanın mayasında saklı duran özlemin, idealizmin, ‘bağımlılık’ ve “zorunluluk, endişelerini yenilgiye uğratmasıdır; ölümsüzlüğün sürekliliğine göz dikmektir; sınırlı geçiciliğin bağlarından kurtuluştur. Ayetin sonunu okuyoruz:

“Yoksa dünya hayatını ahirete tercih mi ettiniz? Oysa dünya hayatının hazzı, ahiretin hazzı yanında pek azdır.”

Kim yüce Allah’a inandığı halde O’nun yolunda cihad etmekten geri kalırsa o kimsenin inancında mutlaka bir bozukluk, imanında mutlaka bir zayıflık vardır. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu konuda şöyle buyuruyor:

“Kim, herhangi bir savaşa katılmaksızın ya da savaşma arzusunu içinden geçirmeksizin ölürse, münafıklığın türlerinden birini içinde taşıyarak ölmüş olur.”

Münafıklık, imanın sağlamlığını ve olgunluğunu engelleyen, yabancı ve aykırı bir unsurdur. Bu karşıt unsur, yüce Allah’a inandığını iddia eden kişiyi O’nun yolunda cihad etmekten alıkor; eğer savaşa katılırsa öleceği ya da yoksul düşeceği korkusunu kalbine aşılar. Oysa ömürlerin sürelerini belirleyen yüce Allah olduğu gibi, insanların rızıklarını veren de O’dur ve dünya hayatının mutluluğu, hazzı, ahiret mutluluğunun yanında son derece sönük kalır. Bundan dolayı bir sonraki ayette, savaş çağrısına olumlu karşılık vermeme eğiliminde olan Müslümanlara tehdit içerikli bir hitap yöneltiliyor. Okuyoruz:

“Eğer savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azaba çarptırarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah’a hiçbir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah’ın gücü her şeyi yapmaya yeter.”

Gerçi bu ilahi hitap belirli bir ortamda, belirli bir insan grubuna yöneltilmiştir. Fakat hitabın içeriği geneldir, Allah’a inanan herkesi kapsamına alır. Yüce Allah’ın bu kimseleri, kendisi ile tehdit ettiği ‘azap’ sadece ahiret azabı değildir, bu tehdidin içine dünya azabı da girer.

Çünkü cihad etmekten, İslâm’ın düşmanlarına karşı çıkmaktan kaçınanlar onurlarını ve saygınlıklarını yitirirler, düşmanlarının çizmeleri altına düşerler, yurtlarının gelir kaynaklarından ve hammaddelerinden yararlanma imkânından yoksun kalırlar. Bütün bunların yanılıra cihadda ve savaşta uğrayacakları can ve mal kaybının kat kat fazlasını kaybetmekten kurtulamazlar; gönüllü bir onur savaşının kendilerinden beklediği fedakârlıkların kat kat fazlasını onursuzluk canavarına sunmak zorunda kalırlar. Hangi ümmet cihadı terketmiş ise, yüce Allah o ümmetin alnına onursuzluk, haysiyetsizlik damgasını vurmuştur. Bu ümmet, düşmana karşı erkekçe savaşmanın omuzlarına bindireceği yükümlülükleri kat kat aşan ağır bir faturayı, boynu büküklüğün utandırıcı baskısı altında ister-istemez, karşılarına mertçe çıkamadığı düşmanlarına ödemek mecburiyetinde kalmıştır.”(4)

Mü’minler için cihad, âhiret rahatlığının garantisidir. Allahû Teâla bu buyruğu ile âhiretteki rahata dünya rahatını tercih etmelerinden ötürü sitem etmektedir. Zira âhiret rahatı ancak dünyadaki yorgunlukla elde edilebilir.(5)

Rasûlüllah (sav) de binek üzerinde tavaf etmiş bulunan Hz. Aişe (r.anha) ‘ya “Alacağın ecir, yorgunluğun kadardır” diye buyurmuştur.(6)

Bu hadisin manası; sefer olmadan zafer olmaz. Sefer bizden, zafer Allah’tandır. Dünyada Allah’ın şeriatını hayatına hakim kılmayan, hakim kılmak için çalışmayan âhirette Allah’ın cennetine giremez.

Cihad; hem malm hem nefis, hem de diğer vasıtalarla edâ edilebilen ve aynı zamanda hiçbir “mekruh vakti olmayan” ibadettir.(7)

Mukaddes emânetin tabii sonucu olan cihad, salih bir amel ve ibâdettir. İslâmî ıstılahta “Allah’ın rızasını kazanmak için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir”(8) tarifi esas alınmıştır.

Peygamber Efendimiz (sav)’in “Kim Cihad etmeden, Cihad etmeyi gönlünden geçirmeden ölecek olursa münafıklığın bir şubesi üzerine ölmüş olur”(9) buyurduğu malûmdur.

Dille yapılan cihad, tebliğ ve irşad faliyetleridir. İbn-i Abidin ”Reddü’l Muhtar” isimli eserinde, cihadın önemini şöyle ifade etmiştir: “Cihadın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bir müslüman bu sayede Allah’a yaklaşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklemekte ve aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Bununla beraber nefsini devamlı olmak üzere ibâdet ve taatlara hasrederek, onu hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan men etmek cihaddan da güçtür.”(10)

Mü’minlerin; ister farz-ı kifaye, ister farz-ı ayn olsun; cihad’a niyet etmeleri vacibtir.

“Büyük Cihad” yaptığını iddia ederek; gaza etmeyi gönlünden geçirmeyen kimse; şeytanın vesveselerine kapılmış ve nefs-i emmaresine tabi olmuştur. Hz. Adem (as)’le başlayan tevhid mücadelesinde; tağuti güçlerle savaşmanın farz kılınmadığı hiçbir dönem yoktur.(11)

Bazı alimler: “Cihad, düşman topluluğu saldırmadan önce, nafile; düşmanlar saldırdıktan sonra ise, farz-ı ayn‘dır” demişlerdir. Ancak Alimlerin ekserisi ise: “Cihad, her halde, fazdır: Düşmanın saldırmasından önce farz-ı kifaye; saldırmasından sonra ise farz-ı ayın’dır.“ demişlerdir. Sahih olan kavil de budur.

Nefislerimize zor gelse de cihad’a razı olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü cihad, Allah’ın emridir. Allah’ın emirlerine kalbi bir darlık ve zorluk duymadan razı olup teslim olmak, Allah’a iman cümlesindendir. Bu hususta imam-ı Kurtubî (rh.a.) der ki: “Hoşlanmadığını açığa vurmak suretiyle cihada çıkmayıp oturmak herkes için haramdır. Hoşlanmaksızın oturup çıkmamak ise, eğer Rasûlüllah (sav)’in tayin ettiği kimseler tarafından olursa, bunların ağırlaşıp yere çakılmaları haramdır. Şayet bu iki husus da söz konusu değilse, o takdirde cihada çıkma farzı, farz-ı kifaye olur. Bunu el- Kuşeyrî nakletmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime ihtiyaç halinde, kâfirlerin galip gelmeleri ve güçlerinin pekişmesi esnasında topluca savaşa çıkmanın vacip olduğunu ortaya koymaktadır. âyet-i kerime’nin zahiri ise, bunun savaşa çağırma halinde böyle olduğunu göstermektedir. Buna göre âyetin müşriklerin galip gelmeleri vaktine yorumlanması uygun görünmemektedir. Çünkü böyle bir durumda cihadın vücubu, yalnız cihada çıkma çağrısıyla farz olmaz, zira o takdirde cihad farz-ı ayn olur. Bu husus bu şekilde sabit olduğuna göre, cihad çağrısı ve cihada çıkma isteğinin önceden vacip olmayan bir şeyi vacip kılmasını kabul etme ihtimalini uzak kılmaktadır. Ancak imam/halife-i müslimîn, belli bir kavmi muayyen olarak cihada çağırır ve çıkmalarını isteyecek olursa, o takdirde böyle bir tayin ile birlikte ağırlaşıp çıkmama hakları yoktur. Halife-i Müslimîn’in bu tayini sebebiyle cihada çıkmak, o tayin ettiği kimseler için farz olur. Bu ise, cihadın bizzat kendi hükmünden ötürü değil, Halife-i Müslimîn’e itaatin gerekli oluşundan dolayı böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.”(12)

Allah yolunda cihad seferberliğine katılmak esastır. Cihad seferberliği daimidir. Cihad ibadeti inkıtaı/kesintiyi kabul etmez. Rasûlüllah (sav) buyuruyor: “Fetihten sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyet kalmıştır. O halde cihad seferberliğine çağrıldığınız vakit (Allah için) cihad için seferber olunuz”(13) Allah’ın ve Rasûlü’nün mü’minlere cihad çağrısı kıyamete kadar bakidir.

Allahû Teâla’nın; ‘Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda sefere çıkın’ denilince, yere çakılıp kaldınız.” sorgulaması, Allah’ın inzal ettiği şeriatın mahkûm, küfrün ve şirk’in ise galip olduğu, haramların serbest ve aleni bir şekilde işlendiği, neyin İslâm’a göre olup olmadığı değil, İslâm’ın neye uyup uymadığının sorgulandığı ve şart koşulduğu beldelerde yaşayan bütün Müslümanlar için geçerlidir. Abdullah b. Ömer (r.a.) Rasûlüllah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: “Rızkım mızrağımın gölgesi altında kılınmıştır. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı gelene verilmiştir.”(14)

Cihad; sadece Allah yolunda malı infak etmek değil, aynı zamanda ömrü Allah yolunda infak etmektir. Allah yolunda Allah için mallarını, canlarını, mesailerini, ömürlerini infak etmekten kaçınanların yakalandıkları hastalığın adı nifaktır. Şartlar vuku bulduğunda cihadı terk etmek münâfıklık alametidir. Zira yukarıdaki âyetlerde cihadı terkedenlerin azarlandığı ve azabla tehdid edildikleri görüldü. Hakeza Hz. Peygamber (sav)’den sahih olarak varid olan hadîste gazanın terki nifâktan bir şube olarak ifâde olunmuştur. Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak ve yeryüzünde fitne ve zulmü ortadan kaldırırken engel olan dahili ve harici düşmanların tümüne karşı meşru olan her vasıtayı kullanarak cihad etmek Müslümanların müşterek vazifeleridir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, “Ey İman edenler!” diye cihada çağırıyor. Meşru hiçbir mazeret yokken cihadı terk etmek ve terk-i cihada rıza göstermek, toplumsal azaba davetiye çıkarmaktır.

___________________

(1)   Tevbe Sûresi/ 38-39

(2)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 8, Sh: 140, Beyrut/ 1965

(3)   Hak Dini Kur’ân Dili ( M. Hamdi Yazır) C: 4, Sh: 2545-2545, İst/ 1971

(4)   Fizilali’l Kur’ân (Seyyid Kutub) C:3, Sh: 1654- 1655, İst/ 1982

(5)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 8, Sh: 140-141, Beyrut/ 1965

(6)   Sahih-i Buharî, Umre: 8; Müslim, Hacc: 126, Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, 6/ 43

(7)   Emanet ve Ehliyet (Yusuf Kerimoğlu) C:1, Sh: 355, İst/ 1985

(8)   el- Bedaiü’s Senaî Fi Terbi’ş-Şeraî (İmam Kâsanî) C:7, Sh: 97, Beyrut/ 1974

(9)   Sahih-i Müslim, el-İmare, 158 H. No: 1910

(10)   Redü’l Muhtar Ale’d Dürri’l Muhtar (İbn-i Abidin) C:4, Sh: 120-124, İst/ 1984

(11)   Emanet ve Ehliyet (Yusuf Kerimoğlu) C:1, Sh: 357, İst/ 1985

(12)   el- Cami-u Li Ahkâmi’l Kur’ân (İmam-ı Kurtubî) C: 8, Sh: 142, Beyrut/ 1965

(13)   Sünen-i Tirmizî, Siyer: 33; Sünen-i Darimî, Siyer: 69

(14)   Sahih-i Buhari, Cihad: 88

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap
Sayfa: 1 ... 5 6 [7] 8 9 10