91
« Son İleti Gönderen: türkiyem Aralık 16, 2024, 08:53:17 ÖÖ »
Fatih Sultan Mehmed'in Başarısındaki Sır
Çağ açıp çağ kapayan bir Osmanlı Sultanı... Henüz 21 yaşında… Daha önce defalarca kuşatılıp alınamayan Bizans’ın başkenti İstanbul’u fethetti. Nasıl oldu da bu kadar genç bir padişah bu kadar büyük bir işi başardı? Onda Allah vergisi hasletler mi vardı yoksa içinde bulunduğu şartlar mı onu bu noktaya taşıdı?
Acaba bu meraklı sorunun cevabı, devletin henüz yarım asır önce Orta Asya’dan kopup gelen bir istilacının elinde tarumar olmasından, uzun süre taht mücadeleleriyle boğuşmasından sonra 1413’te hâkimiyeti ele geçiren dedesinin adını taşımasında mı gizliydi?
Yoksa kendinden daha genç yaşta, henüz 17’sinde (veya 19’unda) iken Osmanlı tahtını devralan babası II. Murad’ın başarılarından mı ilham almıştı?
Yoksa bu başarının ardındaki asıl sebep Osmanlı eğitim sisteminde mi gizliydi?
Çağ kapatıp çağ açan bir kişiyi tanıyabilmek için onun çocukluğundan itibaren hayatının bilinmesi oldukça önemlidir. Böyle kişilerin başarılarının arkasında zekâlarının yanı sıra bilgi ve birikimlerinin yattığı tartışılmaz. Ayrıca gelişim dönemlerinin, sevgilerinin, aşklarının, karşılaştıkları olumsuzlukların, beklentilerinin, hayal kırıklıklarının, öfkelerinin, kinlerinin ve elbette annelerinin, babalarının ve çevrelerinin onlara biçmeye çalıştığı kişilik ve kimlik algılamasının, kısacası her türlü bilinçli ve bilinç dışı duygu ve düşüncenin önemi de onların başarılarını etkileyen diğer unsurlardır.
“ANNE” FİGÜRÜ
O, eski payitaht Edirne’de dünyaya gelmiştir (1432). Psikanalistler, bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde annenin vermiş olduğu eğitimin ve çocuğunda oluşturduğu kişiliğin ileriki yaşlardaki önemine dikkat çekmişlerdir. Ama tarihçiler buna eğilmek yerine daha çok Fatih’in annesinin etnik kökenini aydınlatmaya yoğunlaşmış ve tabir yerindeyse onun oğlunu nasıl yetiştirdiğini ve hayata nasıl hazırladığını ihmal etmişlerdir.
Annesi bazılarına göre Kastamonu-Sinop beyi İsfendiyaroğlu İbrahim Bey’in kızıdır, diğerlerine göre gayr-i Müslim bir ailenin çocuğudur.
Fakat annesinin ismi bile sanki geleceğin Fatih’ini müjdelemektedir: Hatice Âlime Hüma Hatun!.. Hz. Hatice’yi anlatmaya ne hacet! Âlime kelimesi malum “kadın bilgin” anlamına gelir. Hüma ise efsaneye göre üzerinden geçtiği kimselere zenginlik ve mutluluk getireceğine inanılan bir kuştur. Bu kuşun dünyada yavrularına karşı en merhametli kuş olduğuna inanıldığından Osmanlı müesseselerine de bundan türeyen “Hümayun” kelimesi ilâve edilmiştir. (Saray-ı Hümayun, Divan-ı Hümayun vb.)
Annesi Hatice Âlime Hüma Hatun’un oğlunun hayatında önemli bir yeri olmalıdır. Çünkü Fatih, annesinin ölümüne kadar (1449), yaklaşık on yedi/on sekiz yaşına değin Amasya, Edirne ve Manisa’da çocukluğunu ve gençliğini onunla birlikte geçirmiştir. Ne yazık ki bu dönemde onun annesiyle olan ilişkisinin ayrıntıları bilinmemektedir. Fakat oğlu, Hüma Hatun’un kıymetlisiydi. Türbesinin mezar taşına da kendi adı değil, “Sultan Mehmet Çelebi’nin Annesi” yazılmıştır.
Bu mezar taşı yazısı, Arif Nihat Asya’nın “anne” şiirindeki imgeleri çağrıştırmaktadır: Artık isterlerse adımı/Söylemesinler bana/"Onun annesi" diyorlar…/Bu yeter sevgilim, bu yeter bana!
Muhtemelen tarihe muazzam bir hatıra bırakmış olmanın huzur ve sükûnuyla haşri beklemekte olan Fatih'in annesi, sevgili eşi II. Murad ve oğlu II. Mehmed’in ebesi Gülbahar Hâtun’la toplam on iki türbenin olduğu Bursa’daki Muradiye külliyesinde Hüma Hatun veya Hatuniye Kümbedi’nde yatmaktadır.
Şehzade Mehmet doğduktan sonra bakımını Daye Hatun adlı dadısı üstlenmiştir.
Ayrıca, saygısından dolayı “validem” diye hitap ettiği II. Murat’ın eşi ve üvey annesi Sırp kralı George Brankoviç’in kızı Mara Hatun’un da Fatih üzerinde birtakım etkiler bıraktığı tahmin edilmekle birlikte bunlar da tam bilinmemektedir.
EĞİTİM ÖĞRETİME BESMELEYLE VE ‘RABBİ YESSİR’LE BAŞLAMIŞTI
Osmanlı saraylarında Şehzadegân Mektebi denilen bir eğitim kurumu vardı. Buralar padişah çocuklarının öğrenim gördüğü yerlerdi.
Halk çocuklarının eğitim gördüğü Sıbyan mekteplerinde olduğu gibi burada da Kur’an okutulur, namaz sureleri ezberletilir, ilmihal bilgileri öğretilir, okuma talimleri yapılır ve yazı meşk ettirilirdi.
Hanedan mensubu kızlarla erkekler bir arada eğitim görürlerdi. Çünkü buraya yalnız padişah çocukları devam ettiği için zaten kardeştiler ve aralarında kaçgöçe gerek duyulmazdı.
Mektepte rahleler, minderler, şehzadelerin el yıkadıkları musluklar, su içtikleri küpler… vardı. Odanın duvarları ve tavanı sanatkârane bir şekilde işlenmiş olurdu ki bu, belki de onlarda küçük yaştan itibaren ince bir zevkin ve sanat duygusunun gelişmesine katkı sağlamak amacına yönelikti. Ayrıca duvarlarda gömme dolaplar bulunurdu.
Saray geleneğine göre şehzadeler (padişahın oğulları) ve sultanlar (padişahın kızları) dört yaş, dört ay, dört günlükken eğitime başlardı. İlber Ortaylı bunun günümüze bakan bir yönüne dikkat çeker: “Bugün eğitime başlamak için çocuğun yedi yaşına gelmesinin beklenmesi özellikle dil eğitimi için çok geçtir.” Bırakın dört yaşında eğitime başlamayı, ne yazık ki son zamanlarda beş yaşındakilerin eğitim alıp alamayacağı hâlâ tartışılmaktadır.
Şehzadeler, eğitime mutantan bir törenle hazırlanırdı. Çocuk besmele çektirildikten sonra “Rabbi yessir ve la tü’assir. Rabbi temmim bi’l-hayr” (Rabbim, kolaylaştır, zorlaştırma. Rabbim hayırlısıyla tamamla!) ibaresiyle okumağa başlatılırdı.
Tören sonunda dualar okunur, yüksek sesle âmin denilirdi. Şehzadeye lazım olan elifba ile cüz kesesi, hilal vs. mükemmel ciltlenmiş olarak kendisine bu merasimde hediye edilirdi.
Bütün bunlar kanun halinde tespit olunmuştu, ona göre belli bir düzen içinde yerine getirilirdi.
Şehzadelerin Kur’an hatmini tamamlaması münasebetiyle ayrıca bir merasim daha düzenlenir ve bu törende devlet erkânı tebriklerini takdim eder, hediyeler sunarlardı.
FATİH’İN İLKÖĞRENİM DEFTERİ
Londra'daki Royal Academy of Arts'ın salonlarında açılan 'Türkler: 600-1600 Bin Yıllık Yolculuk' sergisinde katalogda 232 numarayla yer alan bir defter herkesin dikkatini çeker.
Katalogdaki bilgiye göre defteri Sultan II. Abdülhamid bulmuş ve ciltlettirip Yıldız Sarayı kütüphanesine koydurmuştur. Defter Fatih Sultan Mehmet'e aittir.
Topkapı Sarayı arşivinde bulunan çok eski ve bir “çocuk” tarafından kullanıldığı anlaşılan bu deftere uzun yıllar kimse ilgi göstermez. Defter, 1940’lara doğru Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in dikkatini çeker. Ünver kaynağı konusunda bir türlü emin olamadığı bu defteri uzun aralıklarla gözden geçirir. Kesin kanıtlar bulamasa da 20 yıllık bir süre içerisinde defalarca incelediği bu çok eski çocuk defterinin Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğu kanaatine varır.
Karakalem yazı ve çizimler bulunan 80 sayfalık defterin Fatih’in babası Sultan II. Murat Han dönemine ait olduğu kesindir. Zira defter, o dönem İtalya’dan getirilen kâğıtlardan imal edilmiştir. Üstelik Hazine-i Humayun’a konacak ve Sultan II. Abdülhamit’in emriyle saray mücellithanesinde ciltlenip bakımı yapılacak kadar önem verilmiştir.
Süheyl Ünver, 20 yıl tereddüt ettikten sonra nihayet 1961 yılında bu defteri “Fatih’in Çocukluk Defteri” adıyla yayınlar.
Topkapı Sarayı arşivinde bulunan defter Fatih Sultan Mehmet’e dair bilinen en eski belgeleri de içermektedir.
Defterde tuğra denemeleri vardır. Henüz tamamlanmamıştır. Anlaşılan genç şehzade kendisi için en güzel formu aramakla meşgulmüş…
Yazı meşkleri de ilginçtir. Fakat daha ilginci genç öğrencinin Osmanlıca yanında Latin veya Yunan alfabesi de çalışıyor olmasıdır.
Kuş resimleri ise oranları, perspektif, ışık gölge oyunları, vurgu ve en azından bazı ayrıntılar açısından “başarılı” düzeydedir.
Mesela bir leylek, arka planda başka bir kuş, bir at başı, yukarı bakan bir hilal… Deva-yı derd’le başlayan bir şiir denemesi.
Başka bir sayfada tuğra çalışmaları ve bazı isimler. Mesela Yusuf. Ali de var. Ve elbette Muhammed. Hem de bir kaç tane. Genç sultan mahlas arayışında. Galiba Avni’ye daha çok var. Anlaşılan Muhammedî demiş ilk önce kendisine. Aynı sayfada yine yarım yamalak bir şiir. Arka sayfanın silueti yansımış bu sayfaya. E, zaman defteri biraz hırpalamış.
Karıştırmaya devam. Pos bıyıklı, yamuk burunlu, iki boynuzlu şeytan kılıklı bir yüz. Yanında alından, kaş, göz ve burundan ibaret bir başka yüz daha. Burun taramasına dikkat. Üstünde baş portresi. En yukarıda ise bir at başı.
Ne kadar güzel bir kuş resmi. Kafasını hafif içe çekmiş. Yan bakıyor. Fakat sanki yüzü biraz insan yüzünü mü andırıyor ne? Tuğra, kavuk ve elifba. Nesih de var, sülüs de. Ve gayet güzel bir besmele. Lafzatullah’ı yazarken normalde bitiştirilmemesi gereken elif’le lam’ı birleştirmiş, Rahman ve Rahim isimlerindeki ha’ları yazarken hafif geriden başlayan bir kalem hareketiyle kendine has bir tarz izlemiş, ra ve mim harflerini yazarken iki ayrı üslup kullanmış. Biraz acelesi mi var yoksa canı mı sıkılmış belli değil.
Bu defa sakalsız, bıyıksız başlar. Kösemsi. Hattâ dazlak. Keskin hatlarla, hafif kalın uçlu kalemle çizilmiş. Birisinin başında dilimli bir takke. Kenarları kıvrılarak takviye edilmiş. Fakat hepsi aynı kişiye ait olabilir. Kemerli burunlar, içe çökük çeneler sanki bu görüşü güçlendiriyor.
Divit, süslü bir hokka… Süsleme örnekleri ile bezenmiş. Tezyinat da denebilir. Divitler sanki kanatlanmış uçuyorlar. Harika. Önceki sayfalarda görülen kuş resminin neredeyse aynısı. Hani o insan yüzü çağrışımı yaptıranı. Acaba kekliği mi vardı? Kuş mu besliyordu? Kekliği andıran kuşun önünde yarım kalmış bir yırtıcı/avcı kuş resmi daha. Özenli bir çizim.
İşte cepheden bir yüz resmi. Yalnız gür beyaz saçlarını ortadan ikiye ayırmış ihtiyar bir sima olduğu söylenebilir. Detaya girilmemiş. Onun için kaşlar tek kalem hareketiyle alelacele çekilivermiş yukarıya doğru esnemiş iki yay halinde. Gözler iki oval yuvarlağı andırıyor ve boşluğa körmüşçesine bakan Roma heykelleri tekniğine yakın bir teknikle çiziktirilmiş. Gümrah sakallar iki yandan aslan yelesi gibi kabarmış. Çeneden aşağıya kenarlarla orantılı biçimde ama biraz uzunca sarkmış. Sağda ve solda daha gür, ortada belli belirsiz bir boşluk. Bıyıklar üst dudakta burnun tam ortasına denk gelecek yerden hafifçe ayrılmış. Ve burun. Yassı. Basık. Molla Güranî olmasın?..
Yine tuğralar. Yine alfabe. Bu kez Yunanca.
Gemlenmiş bir at. Yelesi ne güzel sarkıyor. Sol ayağını dikmiş, sağ ayağını kasmış. Toynaklardaki detaylar önemsenmiş. Bir deve kuşu var sanki. Sırtını dönmüş kaçıyor. İki portre. Birisi yukarıda Molla Gürani tahmini yapılabilecek olanın daha detaylısı. Yine ortadan ikiye ayrılmış gür saçlar. Ama bu haşmetli bir sarık da olabilir. Geniş sakal, sağa sola yelpaze gibi savrulmuş. Bıyıklar ortadan ikiye ayrılmış. Gür. Sakalların üstüne hâkim bir edayla kurulmuş. Kaşlar daha özenle çizilmiş. Bu kesinlikle hilal kaşlı bir ihtiyar. Gözler bu kez boşluğa körcesine bakmıyor, uzak hedeflere doğru anlamlı nazarlar atıyor. Kaşlar hafif ciddi bir edayla çatılmış. Alında kırışıklıklar. Üstte aynı başın daha az özenle çizilmiş hali. Sarığı çıkarmış. Saçlarda yer yer ağarmamış noktalar kalmış. Geri kalanı iyice ağarmış. Sakal aynı sakal, bıyıklar aynı bıyıklar. Yalnız bıyıklar henüz ağarmamış, siyahlığını koruyor. Alt dudağın hemen ortasındaki kısmı da hâlâ siyah.
Süslemeler, süslemeler… Gayet güzel. Yaprakları birbirine sarılmış çicekler. Çeşitli türde yapraklar. Patlamaya hazır bir tomurcuk. Henüz yeni açmış bir gonca.
Yatay ve dikey çizgi çekmeler, nokta çalışmaları. Bütüne bakılınca yelkenli bir gemiyi andırıyor.
Sayfayı dolduran bir tuğra çekilmiş o kadar.
Sağ sayfada bir besmele. Acaba altında Yunan alfabesi olduğu için mi karalanarak kamufle edilmek istenmiş. Sol sayfada ise iki ayrı şiir örneği.
Fatih’in gerçek kişiliğine dair en eski izlerin onun çocukluk defterindeki yazı ve çizimlerinde gizli olduğu söylenebilir mi?
LALALAR VE HOCALAR
Padişahların erkek çocuklarının maiyetine verilen görevlilerden birisi de şehzadelerin valilikle taşraya gönderildikleri devirlerde “lala” olarak anılan tanınmış kimselerdir. Bunlar da şehzadelerin eğitiminde bir hayli etkin rol oynamış kimselerdir. Lalalar, şehzadelerin valiliklerde bulundukları sırada işlerini idare etmekle görevli güvenilir kimselerdi. Lala görünürde hizmet veren bir kimse konumunda ise de terbiyesi kendisine ısmarlanan çocuğa karşı amir mevkiindeydi. Yaşlı başlı ve olgun insanlar arasından seçildikleri için çok saygın kimselerdi.
Şehzadelere, tahsil hayatlarını sürdürürken ata binmek, ok atmak, avlanmak, gürz kullanmak gibi silahşorluk ve cengâverlik hünerleri edinmeleri için gayret gösterilirdi.
Zamanla bazı şehzadelerin birtakım el becerileri geliştirdiği de görülmüştür.
Osmanlı şehzadeleri ilk eğitimlerinin ardından daha nitelikli eğitim almak üzere hocalarına teslim edilirlerdi. Bunlara Şehzade Hocaları denilirdi. Hoca, muallim, öğretmen anlamında kullanılırdı. Hocalar padişah tarafından tayin olunurdu.
Nitekim II. Murad, oğlunun eğitimi için çeşitli hocalar görevlendirmiştir. Fakat kaynaklara yansıyan bilgiler onun, dik başlı, eğitilmeyi reddeden ve derslere pek ilgi duymayan bir çocuk olduğuna yer verir. Hakikaten zekâsına hırçınlığını eşlik ettiren Mehmed’in eğitilmesi kolay olmamıştır. Kısacası o, büyük şahsiyetlerin çoğunda görüldüğü gibi daha o zamanlar bile sıra dışı bir kişilik ve kimlik sergiliyordu.
Kaynakların ifadesine göre, babası onun başarısız öğrenciliğine karşı önlem almak ister. Nihayet ünlü fıkıh ve tefsir bilgini Molla Gürânî’yi hoca olarak Manisa’ya gönderir. Bundan sonrası biraz karışıktır. Gürâni, beraberinde bir sopa ile şehzadenin karşısına çıkar. Yeni öğrencisi merak edip, sopayı sorunca da tembellik etmesi halinde babasının emriyle bunu kullanmak zorunda kalacağını belirtir. Hattâ bazı araştırmacılara göre hocasına o ince değneği bizzat babası II. Murad vermiştir. Çelebi Mehmed Molla’nın sözlerine alayımsı bir gülümsemeyle karşılık verir. Bunun üzerine Gürânî öyle bir dayak atar ki, ondan sonraki hayatında bu hocasından daima korkmuştur. Hattâ küçük şehzadenin bu olayın akabinde kısa sürede Kur’an okumayı öğrendiği söylenir.
Daha nezih ve titiz bir anlatıma göreyse hocası Mehmed’e, dersini dikkate almayan bir öğrencinin hocası tarafından dövülmesi ile ilgili edebi bir cümleyi inceletmiştir. Mehmed durumun ciddiyetini kavrayarak eğitimine önem vermeye başlamıştır.
Molla Güranî Fatih’in yetişmesinde en büyük paya sahip olmakla birlikte, Hocazade, Molla İlyas, Siraceddin Halebî, Molla Abdülkadir, Hasan Samsunî, Molla Hayrettin de çocukluk dönemi hocaları arasında sayılırlar.
Hocazade’ye derin bir sevgi besler, Akşemseddin’in engin firasetine inanırdı.
Şehzade Mehmed'in medrese kökenli hocalarının yanı sıra bilgi edindiği Batı’lı şahsiyetler de bulunmaktaydı. Saruhan (Manisa) sarayında İtalyan hümanisti Anconalı Ciriaco ve saraydaki başka İtalyanlar onun Avrupa tarihi ile Antik Yunan filozoflarının hayatlarıyla ilgili kitaplar okumasına önayak olmuştu. Nitekim yukarıda tanıtılan karalama defterinde Latin harfleri, Arap harfleri, Roma büstlerini andıran insan çizimleri ve Osmanlı figürleri bulunmaktadır.
KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ
Fatih çok iyi öğrenim görmüştü. Din bilimlerinde, sosyal ve pozitif bilimlerde oldukça iyi idi. Edebiyata, din felsefesine, coğrafya, tarih ve askerî konulara ilgiliydi. Matematik, özellikle edebiyat en sevdiği alanlardı. Bıraktığı kitapların üçte biri tarih ve coğrafyaya aittir.
İnce yüzlü, uzunca boylu, dolgun vücutlu, heybetli ve iyi giyimli idi. Nadiren gülerdi. Hürmet ve korku telkin eden ciddi ve vakur bir simaya sahipti.
Her şeyi öğrenmek isterdi. Her şeyi araştırarak karar verirdi. Dindardı. Adaletli, zeki, cesur, sezgileri ve algıları yüksek bir şahsiyetti. Bilim adamları ve şairlere önem verir, onları korurdu. Ali Kuşçu’yu muazzam miktarda bir harcırah ve maaşla transfer etmesi meşhurdur. İhtiraslıydı. Kendine güveni tamdı.
İyi eğitim almıştı. Zekiydi. Kararlı ve ödünsüzdü. Risk almasını bilen bir karakterdeydi. Kimseden çekinmezdi. Büyük hayal ve ideallerin adamıydı. Zorluklara göğüs gererdi. Gerektiğinde inatçı, atılgan, cüretkârdı. Genelde sakin, mülayim, yumuşak, iyi kalpli ve affedici idi. Ama zamanında tam aksi yönde hareket edebilecek esneklikteydi.
Çok tedbirli ve temkinliydi. Bütün detayları inceler, öyle karar verirdi. Pek çok savaşta düşmanlarını hazırlıksız yakalamıştır. Yapacağı seferlerin gizli kalmasına özen gösterirdi. Bu konuda “Eğer sakalımın bir teli bile bilseydi onu derhal koparır yakardım.” sözü meşhurdur.
Soğuğa-sıcağa, açlığa-susuzluğa ve yorgunluğa dayanıklıydı. Belgrad savaşında ordunun bozguna uğradığını görünce, hırsından dudaklarını kanlar akacak kadar ısırmış ve atıyla ileri atılarak ordunun önünde tek başına kılıcını çekip düşman üzerine saldırmaktan çekinmemiştir. Onun bu hareketi savaşın zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır.
İslam dininin kurallarına uymakta hassas davranmakla birlikte diğer din mensuplarına da hoşgörülü davranmıştır.
Prof. Dr. Hacı Ahmet Özdemir.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
92
« Son İleti Gönderen: türkiyem Aralık 16, 2024, 08:48:28 ÖÖ »
Kurtuluşa Eren Mü'minler
Mü’minlerin yapmaları gereken şey; haksızlık ve Allaha isyan etmekten kaçınmak, istiğfar, pişmanlık duyma, akideye güç kazandırma ve zikirle meşgul olmaktır. Aksi halde yolculuk çok uzak ve ateşin şiddeti çok çetin olacaktır. Cehennemin suyu ise, maden eriyiği ve irin, kelepçesi de demir olacaktır. Bir hadisi şerifte Peygamber –aleyhissalatü vesselam- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kalplerinde iman yer ediyor. Ve sonra Allah uğrunda Firavun’a : “Öyleyse yapacağını yap.” diyebiliyorlar. Bundan da kesinlikle korkmuyorlar. Cehenneme gidenlerin en hafif azaba çarptırılmış olanı, ayaklarına ateşten iki pabuç giyip o ateşin verdiği hararetten, beyinleri kaynayacaklardır.”
İmam Nisaburi şöyle demiştir:
“Allah kulluklarına muhtaç olmadığını, kâfirlere göstermek için kâfirleri mü’minlerden fazla kılmıştır. Çünkü az olan şey değerli olur. Altının değerinden dolayı üstünlüğünün tescil edildiğini görmüyor musun?”
Hasan Basrî der ki:
“Sübhanallah! Kâfir bir kavim, hem de inkârda en önde giden bir topluluk göz açıp kapayıncaya kadar var ki altmış sene Kur’anla birlikte yaşıyor, sonrada çok değersiz bir fiyata dinini satıyor.” Günümüzde de o televizyon kanalından bu televizyon kanalına koşan sözde din adamlarının bunlardan ne farkı var? Yüce Rabbimiz kurtuluşa eren, huzura kavuşan Mü’mini mukaddes kitabımızda bakınız nasıl tasvir ediyor:
“Mü’minler gerçekten saadete erdiler.” (Mü’minun, 1)
Tasdik edip inananlar, mutlu oldular ve cennette ebediliği elde ettiler. Allah Teâla cenneti yarattığında : “Konuş bakalım”demiş. Cennet de: “Mü’minler gerçek saadete ermişlerdir.” demiştir.
“Onlar Rablerinin korkusundan titrerler.”
“Rablerinin ayetlerine inanırlar.”
“Rablerine ortak koşmazlar.”
“Ve Rablerine dönecekleri için, verdiklerini; yürekleri çarparak verirler.”
“İşte onlar iyiliklere koşuşurlar ve onun için önde giderler.” (Mü’minun, 57–58–59–60–61)
Bu kimselere iyi amellerinden dolayı vadedilen peşin hayırlar, ahiretten önce dünyada verilmiştir. Nitekim iyiliklerde yarışanlar, yarışı kazananların derecesini elde ederler.
Mü’mine karşı hüsnü zan beslemek ve onu kötüleyenlere engel olmak, imanın gereğidir. Mü’minler tek bir kişi gibidir. Tekbir ses, tek bir yürek gibidirler.
Ne kadar kapalı ve gizli olursa olsun Yüce Allah her şeyi bilir ve kuşatır. O halde mü’minin sinesinin selim olması; biri için gönlünde kin, kıskançlık ve düşmanlık gizlememesi gerekir. Mü’min nimet anında şükreder, sıkıntı anında sabreder. Allah’ın nimetinden ümidini kesmez ve gece gündüz o nimeti elde etmek için itaat ve istiğfarla O’na sığınır.
Fakat kâfir ise böyle değildir. Rabbine karşı güvenleri yoktur. Şükretmezler ve O’na itaat da etmezler ve sevinmede aşırı giderler. Eğer hoşlanmadıkları en basit bir şey başlarına gelirse sabırsızlığa düşerler. Nimetleri veren Allah’ı inkâra kalkışırlar ve bağışlanma dileğinde bulunarak O’na sığınmazlar.
“Körle gören bir değildir.” (Fatır, 19)
Bu ifade kâfir ve mü’min için benzetmedir. Kuşkusuz mü’min, kurtuluş yolunu görüp o yola giren kimsedir. Kâfir ise basiretten mahrumdur. Aksine kâfir, hakkı idrak eden körden daha kötü bir durumdadır.
“Karanlıklarla aydınlıkta”(Fatır, 20)
Bu batıl ve hak için bir benzetmedir. Kâfir; küfür, şirk, cehalet, isyan ve batıl karanlığı içinde bulunmaktadır. Sağını ve solunu göremez ve felaketlerden hiçbir şekilde kurtulması beklenmez.
Mü’min ise, tevhid, ihlâs, ilim ve itaat aydınlığı içinde bulunmaktadır. Nereye giderse elinde nurdan kandiller vardır.
“Dirilerle ölüler bir değildir.”(Fatır, 22)
Bu da mü’minler ve kâfirler için daha belirgin bir benzetmedir. Burada benzetme yönü şudur: Mü’min hayatından yararlanan kimsedir. Çünkü onun dışı zikir, içi de fikirdir. Kâfir de tam tersi; dışı atıl, içi batıdır.
Mü’min, kıyamet gününden ve azabından sakınmalı, inkârdan imana, şüpheliden şüphesize, kibirden tevazua, batıldan hakka, ölümden ölümsüze, şirkten tevhid inancına ve riyadan ihlâsa yönelmelidir.
Hz. Ali’ye “Mü’minin alameti nedir?” diye sorulmuş, o da şu dört şeydir demiştir: “Kalbini kibirden ve düşmanlıktan temizlemesi, dilini yalandan ve gıybetten temizlemesi, kalbini gösteriş ve riyadan arındırması, midesini de haramdan ve şüpheli şeylerden temiz tutması.”
Allah Teâla, insan imanlı olarak ölürse, günahlarının çirkinliğini, iyi amellerinin sevaplarıyla örtmek için kötülükleri iyiliklerle değiştireceğini vaad etmiştir. Nitekim Rasülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
Herhangi bir mü’min, diğer bir mü’minin ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”
Din kardeşini gıybet eden, onun ayıplarını araştıran, kötülüğe yakın bulunan kimseler Peygamber Efendimizin yukarıdaki anlatımından uzaktır.
Mü’minler naslara sarılırlar ve yakin yani kesin bilgi yolunu tutarlar. Zan ve tahmin ortamını aşarlar. Suru ve manevi haşri kabul ederler. Yani beş duyu ile hissedebilen haşri, sıratı, cenneti ve cehennemi kabul ederler. Aklen bilinenlerle, duyularla elde edinenleri bir arada bulundurmak, kudret açısından maddi nimet ve azaptan, yeme-içme, nikâh ve giymekten daha büyük bir kudret ister. İşte peygamberlerin ve onlara inanan mü’minlerin inancı budur. Onlar gibi itikat eden kurtuluşa erer. Böyle yapmayan helak olur.
Mü’min dünyanın zindan, nimetlerin geçici olduğunu bilince, nefsini Allaha taate hapseder. Sonunda devamlı olan nimetler ve cennetler olur. Kâfir ahireti inkâr ettiği için, dünyada zevk ve safa ile vakit geçirir. Ona da ahirette hapis ve cehennemden, zakkum yemekten başka bir şey kalmaz.
Kâfirlerin karınları ve şehvetleri dışında bir kayıpları yoktur. Ahiret tarafını hiç önemsemezler. Onlar günlerini küfürle ve günahlarla telef ederler. Dünyada hayvanlar gibi yiyip içerler. Bekli de hayvanlardan da daha aşağı…
Mü’minler ise, Allah yolunda taatle çalışırlar. Riyazet ve mücahede ile meşgul olurlar. Hz. Peygamberin şu sözünün sırrı burada kendini göstermektedir:
“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.”
Onlar Allah için sever, Allah için buğz ederler. Emanete hıyanet etmezler, yalan söylemezler. Verdikleri sözü muhakkak yerine getirirler. Ahde vefa ederler. Konuştuklarını Allah rızası için konuşurlar ve yaptıklarını Allah rızası için yaparlar.
Onlar, İslam’dan başka nizam tanımazlar. Üstün olanların Müslümanlar olduğuna inanırlar. Zorluklar ve engeller karşısında gevşemezler. Onlar ancak Allahtan yardım isterler.
Onlar, Allah ve Rasulünün istediği bir Müslüman olabilmek için her türlü ahlak-ı hamideyi nefislerinde cem edip ahlak-i rezilliklerden ictinab etmeyi kendilerine şiar edinirler. (Zeki Soyak, Mefkûre, s:41)
Mü’min, dünya ve ahirette iyiliklerine karşılık sevap alır. Facir ise, dünya mükâfatını peşin alır, ahirette ise alacağı hiçbir şey yoktur.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
93
« Son İleti Gönderen: türkiyem Aralık 16, 2024, 08:45:03 ÖÖ »
Ömer b. Abdülaziz
“Onlar (o kimseler ki) kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.” (22/41)
Doğum yeri ve tarihi konusunda değişik rivayetler bulunmakla beraber, Medine'de doğmuş olma ihtimali büyüktür. Babasının Mısır valisi olması münasebetiyle hayatının büyük bir bölümü orada geçti. Daha sonra babasının isteği üzerine seçkin kimselerden eğitim alması için Medine'ye gitti. Ömer b. Abdülaziz eğitimini orada tamamlamaya çalıştı. Sahabenin, hadis ravilerinin ve fukahanın derslerine devam etti. Ayrıca şiir ve edebiyat meclislerine katıldı. Onun katıldığı ortamlar fakihler, âlimler ve edipler meclisiydi.
Ömer b. Abdü’l Aziz 3. kuşaktan Hz. Ömer’in torunudur.
ANNESİYLE İLGİLİ BİR HATIRA
Bu konuyla ilgili şöyle bir hadise anlatılır: Hz. Ömer, Halifeliği döneminde gece şehri gezerken bir haneden ses duyar; sesin geldiği tarafa kulak kabartır. Evin hanımı kızına, ‘Yavrum şu suyu süte döküver!’ Kız, ‘Anacığım Halife’nin bunu yasakladığını bilmiyor musun?’ Kadın, ‘Yavrucuğum, gecenin bu saatinde halife nereden bilsin, nereden görsün?’ Kız, ‘Ne yani açıktan itaat edip de gizliden isyan mı edelim’ der. Bunun üzerine ertesi gün Hz. Ömer, oğlu Asım’ı geceki eve göndererek; “Bak yavrum eğer o evdeki kız birisiyle tezevvüç (nişan veya evlilik) etmemişse seni onunla evlendireyim.” der. Bekar olduğu anlaşılan o kızla Asım evlenir. Bu evlilikten Abdülaziz doğar. Ömer b. Abdülaziz de Halife Abdülmelik’in kızıyla evlenmiştir.
VALİLİĞİ
Halife Velid tarafından Hicaz Valiliği'ne tayin edildi. Orada doğup tahsilini orada yaptığından Medine’yi ve halkını gayet iyi biliyordu. Kendisi Emevi idarecilerinden hiç birine benzemezdi. Âlim, fazıl, zahid ve adil bir kimseydi.
Keyfi uygulamalarda bulunan diğer valilerin aksine Ömer, şehre gelir gelmez sünneti-hadisi bilen 10 dindar kimseden müteşekkil bir meclis kurdu. Bütün mühim işleri bunlarla görüştükten sonra uygulamaya koyardı. Bu uygulamasından olacak ki, Irak Valisi Haccac'ın zulmünden kaçan kişiler, Mekke ve Medine'ye sığınmaya/yerleşmeye başladılar. Bu durum ciddi bir hal alınca, Ömer bin Abdülaziz meseleyi halife Velid’e iletti. Haliyle Haccac’la araları açıldı. Haccac hemen karşı atağa geçti. Halifenin huzuruna çıkarak: “Irak’ın ehl-i şikak ve nifakı Mekke ve Medine’ye iltica ile oralarda barınıyorlar, bu durum nüfuz-i hükümete vehn (hükümetin nüfuzuna gevşeklik) getiriyor.” diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ömer azledildi; Medine valiliğine Osman bin Hayyan, Mekke valiliğine de Halid bin Abdullah getirildi. Yedi yıl yaptığı bu görevdeki başarısıyla saygın zevat tarafından takdir topladı. Bu sebepten dolayıdır ki, büyük alim Reca b. Hayyan'ın desteği sayesinde veliaht tayin edildi. Halife Süleyman b. Abdülmelik'in ölümünden sonra Halife seçildi. Abdülmelik'in oğulları Yezid ve Hişam tarafından buna itiraz edilmişse de halkın teveccühüyle bu iş tamamlandı. Ömer b. Abdülaziz Halife oldu.
HALİFELİK DÖNEMİ
İlk Hutbe
“Ey Nâs! Kuşkusuz Kur'an'dan sonra kitap, Muhammed'den (s.a.v.) sonra Peygamber yoktur. Bilesiniz ki, ben hâkim değil uygulayıcıyım. Kanun koyucu değil tâbiyim. Ben sizin hiç birinizden daha hayırlı değilim. Üstelik içinizde yükü en ağır olan kişiyim. Zalim devlet reisinden kaçan adam zalim değildir. Şurasını iyi biliniz ki, Allah'a isyan hususunda kula itaat edilmez.”
Bana ancak şu beş hususta yardımcı olun, bunu yapmayan benden uzak olsun:
1-İhtiyaçlarını karşılayamayanlar durumu bize bildirsin.
2- Hayır için bize yardımcı olun.
3- Bilmediğimiz hayır yollarını bize öğretin.
4- Bizim yanımızda kimsenin gıybetini yapmayın.
5- Boş şeylerden (malayani) bize bahsetmeyin", dedikten sonra baş başa kaldıklarında Salim es-Süddi’ye:
“Hilafetim, seni sevindirdi mi, üzdü mü?” diye sordu. es-Süddi: “İnsanların hesabına sevindim; ama senin payına da üzüldüm”, dedi. Ömer: “Nefsimin helakinden korkuyorum.” diye cevap verdi. es-Süddi: “Korkuyorsan çok iyi.. Çünkü ben de korkmamandan endişeliydim.” dedi.
Halife Ömer: “Bana bir öğüt ver!” dedi. Süddi ise şöyle dedi: “Şunu unutma: Babamız Âdem, bir tek günah için cennetten çıkartıldı.”
Hadislerin Toplanması
Hadislerin toplanması konusunda ilk kez talimat veren odur. Bu işin başına da Muhammed bin Şihab ez- Zührî’yi getirmiştir. O dönemde hadis âlimleri, sayfalarında topladıkları hadislerle hocalarından dinledikleri hadisleri kitaplarında toplamışlardı. Tıpkı dedesi Hz. Ömer’in Kur’an-ı Kerim konusunda endişe duyması gibi Ömer bin Abdülaziz de hadis konusunda, alimlerin ölmelerinden kaygı duymuş olmalı ki, bütün valilerine ve yaşayan hadis bilginlerine mektuplar göndererek Rasulullah’tan rivayet edilen hadislerin toplanmasını emretmiştir. Hadislerle ilgili dışarıdan ve içeriden gelebilecek olumsuz eleştirileri önlemek için de isnad uygulamasını getirmiştir. (Hadisleri kaynağına dayandırmak demektir). Bu mesele son derece önemli bir hadisedir. Hadislerin toplanmasının sebebi İslam toplumunda görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasıdır. Bir de hadis uydurma furyasının başlaması gösterilir. Böylece İslam’ın en önemli ikinci kaynağı da Halife Ömer bin Abdülaziz tarafından toplanmaya başlanmış oldu.
EMEVİ DEVLETİNİN DURUMU VE ÖMER
Hz Muaviye'den sonra devlet hemen birçok konuda yanlış ve kayırmacı bir anlayışla idare ediliyordu. Şuubiyye (arapçılık) hareketi almış başını gidiyordu. Fethedilen bölge sakinleri ikinci sınıf (mevali) vatandaş muamelesi görüyorlardı. Müslüman olmalarına, askeri seferlere katılmalarına rağmen haraç vermeye mecbur tutuluyorlar veya ganimetten çok az pay alıyorlardı. Bu yüzden Arap olmayan kimseler İslam'a şüpheyle bakar oldular. Böyle bir yönetimin olduğu yerde Halife Ömer’in işinin zorluğu ortadadır…
Halife Ömer, İslam’a girenlerin hangi ırktan olursa olsun diğer Müslümanlarla eşit olduklarını açıkladı. Vergi olarak onlardan haraç değil zekât alınması gereğini ifade etti. Emevi idarecilerinin ihdas ettiği tüm bidatlerin kaldırılması için fermanlar gönderdi. “Aldığım vazife kolay değil. Eğer maksadım kadın ve para olsaydı diyeceğim yoktu. Bense şiddetli hesaptan korkuyorum. Cenab-ı Hak bizlere af ve merhametiyle muamele etsin.” diye yazıp bütün valilere gönderdi.
Savaştan ziyade barışı esas alan Ömer, bu tutumundan dolayı birçok kabilenin Müslüman olmasını sağladı. Bu, tefessüh eden Emevi hanedanında idari bir reform niteliği taşımaktadır. Kararların alınmasından ziyade uygulanması daha çok önem arzetmekte; bunun için de, idareye gelir getirmeyen, halk tarafından sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfi tasarruflarda bulunan valileri derhal değiştirip yerine yenilerini getirdi. Tayinlerde en çok dikkate aldığı özellikler ehliyet, ilim, takva ve salih ameldi. O, devlete sadıkane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmiş ve dört halife devrindeki canlılığına kavuşmuştur.
Tavır: Bu değişiklikler ve uygulamalar, hilafeti elinde bulunduran Ümeyye oğullarını ciddi şekilde rahatsız ediyordu. Yer yer açığa vursalar da fazla bir şey de yapamıyorlardı.
Bir defasında Emevi ileri gelenleriyle Ömer arasında şöyle bir tartışma geçer:
Ömer onların "Bize görev ver" tekliflerine, "İsterseniz sizleri asker yapayım." cevabını verir.
Emeviler: “Ne diye yapamayacağımız bir şeyi bize teklif ediyorsun?” diye söylenip “Akraba değil miyiz? Bizim de bir hakkımız yok mu?” diye diretince Ömer: “Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasında hiçbir fark yoktur.” diyerek tavrını koydu.
Bir Kaygı ve Düzeltme
Ömer halife olunca hutbede Hz. Ali'ye sebbi, lanetlemeyi kaldırdı. Onun yerine Nahl Suresi 90. ayetinin okunmasını sağladı. Bu uygulamaları, Ömer b. Abdülaziz'i müceddid, II. Ömer ve V. Halife unvanlarına kavuşturmuştur. Her şeyi Allah'ta gören bir insanın neler yapabileceğinin en güzel örneğini veren Ömer b. Abdülaziz, iki sene beş aydan fazla sürmemiş olan hilafeti esnasında, içte ve dışta fevkalade hayırlı işler yapmıştır.
HAKKINDA SÖYLENENLER
Enes bin Malik (r.a): “Rasulullah’tan sonra onun namazına benzer bir namazı, bu gençten, yani Medine valisi Ömer bin Abdülaziz’den başka hiçbir imamın arkasında kılmadım.” demiştir.
Gerek valiliği gerekse halifeliği müddetince söylediği sözlerden dolayı dönemin âlimleri: “Biz bu zatın sözlerine muhalif fiilini görmedikçe ondan ayrılmayacağız (hiç de görülmedi)”, demişlerdir.
Meşhur Fakih Süfyan-ı Sevri: “Halife beştir. Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman, Hz.Ali, Ömer bin Abdülaziz.” derdi.
İmam Bakır bin Zeynelabidin bin Hüseyin: “Her kavmin bir necibi vardır. Ümeyyeoğullarının necibi de Ömer bin Abdülaziz’dir. O kıyamet gününde yalnız haşrolunacaktır.”
“Bir insanın, imkânsızlıkları dolayısıyla, ruhbanca bir yaşantıya sahip çıkması, dünyadan el-etek çekmesi çok kolaydır. Çünkü onun zaten terk edeceği herhangi bir dünya malına sahipliği yoktur. Fakat bu halife gibi, dünyanın en büyük devletinin yöneticisi için aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Onun elindeki hazinelere rağmen, bunların hiçbirine aldırmayıp sıradan bir fakirin yaşantısına sahip çıkmasına hayran olmamak doğrusu elde değil.” (Bu sözler, Ömer b. Abdülaziz vefat ettikten sonra ona olan hayranlığını gizlemeyen Roma İmparatoruna ait.)
VEFATI
Ömer bin Abdülaziz zehirlenerek şehit edildiğinde henüz kırk yaşındaydı. Hanedan mensupları mı? Hariciler mi? Yoksa bilinmeyen gizli bir el mi? Kimin öldürdüğü hala bilinmemektedir. Fitnecilerin fitnesine maruz kalan Halife, hicri 101 yılının Recep ayında vefat etti. Cenab-ı Hak Rahmet etsin.
HİKMET EHLİNDEN ALDIĞI BAZI ÖĞÜTLER
İstişareye çok önem veren Ömer b. Abdülaziz, “Başıma gelenleri görüyorsunuz, bana ne tavsiye edersiniz.” diye sorduğunda Süddî: “Sen ihtiyarları baba, gençleri kardeş ve çocukları evlat kabul et. Babana ihsan, kardeşlerine rahmet, evladına da şefkat göster”., dedi.
Reca ise: “Kendin için istediğini başkası için de iste, kendin için istemediğin bir şeyi başkası için de isteme!”, dedi.
Salim gelince: “Bütün dünya nimetlerine karşı öyle bir oruç tut ki, iftarın ölüm olsun”, dedi.
HİKMETLİ SÖZLERİNDEN İKİSİ ŞÖYLE
“Beni en çok şaşırtan şey, bir kimsenin, Allah'ı bilip O'na isyan etmesi, şeytanı bilip ona itaat etmesi ve dünyayı bilip ona meyletmesidir.”
“Ölümü sıkça an! Geçimde daraldıysan da seni rahatlatır; bolluk içerisindeysen de seni rahatlatır.”
--------------------------------------------------------------------------------------------
Kaynaklar:
1-Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi; c. II, s. 402-413; Çağ Yay. _
2-İslam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal); c. l, s. 412-148; Kayhan Yay. .
3-Kısas-ı Enbiya; Ahmet Cevdet Paşa; cilt, 1, s. 703..712.
4-İslam'da İhya Hareketleri; Mevdudi; Pınar Yay.; s. 69.
5-Emeviler Dönemi, Hilafetten Saltanata, s. 85-86/89-93.
6-İslam Tarihi, H. İbrahim Hasan; 1. c. s. 415.
7-Ömer b. Abdülaziz Dönemi ve İslam İnkılabı; İmadüddin Halil; s. 58-59; Bir Yayıncılık.
8-Emeviler Dönemi: Bilim, Kültür ve Sanat Hayatı; Heyet.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
94
« Son İleti Gönderen: türkiyem Aralık 16, 2024, 08:36:37 ÖÖ »
Talep Ettiği Şey Kişiyi Farklı Kılar
– Biz talep edersek, talep ettiklerimiz seçici algı oltamıza takılır.
– Biz talep edersek, Rab’bimizin verme sebebi gerçekleşir.
– Biz talep edersek, bütün vücudumuz bu talebi destekler ve bize yardımcı olur.
– Biz talep edersek, talep edilene kavuşma sebebi oluşur.
– Biz talep edersek arayış başlar.
– Biz talep edersek, zorlukları aşma gücü oluşur ve engeller birer birer aşılır.
– Biz talep edersek, zihnimizde bizi talep ettiğimize kavuşmaya doğru yönlendirir.
– Biz talep edersek, atıllıktan, beklemekten ve eksi durumda kalmaktan kurtuluruz.
– Biz talep edersek, başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur kendi ihtiyaçlarımızı gidermenin yeterliliğini yaşarız.
– Biz talep edersek, başkalarına da örnek olur, talep etmeyi yaygınlaştırmış oluruz.
– Biz talep edersek, talep ettiğimize olan ihtiyacın gücü kadar uğraşır, bedel öder ve gereğini yaparız.
– Biz talep edersek, düşünmenin ve sahip olmanın şartını yerine getirmiş oluruz.
– Biz talep edersek, verileceğine dair ümidimizi canlı tutmuş oluruz.
– Biz talep edersek, okur yazar oluruz, düşünme ve hayata kalite katma derdinde oluruz.
– Biz talep edersek, bu bizi talep ettiğimiz makama yaklaştırır, değerimizi artırır ve bizi ciddiye aldırır.
– Biz talep edersek, öğrenme süreci kesintiye uğramaz, zihin yetersiz kalmaz.
– Biz talep edersek, talep ettiğimiz makamın yardımı bize ulaşır.
– Biz talep edersek, “Talep edin vereyim” çağrısının muhatabı olmuş oluruz.
Rab’bimiz, isteyip talep edeceklerimizin başında, bizi insan olarak ayakta ve hayatta tutacak, Allah’ımızın ipine sımsıkı sarılmamızı sağlayacak bir anlayış ve yaşayış modeli oluşturmamızı istiyor. Bunun sınırlarını kur’an-ı kKerim de bildirmiş, örneğini Rasulü (s.a.v.) ile vermiş ve bunu hayatınıza adapte edin demiş. “İnanç insanın ayakta kalmasına, dini inanç ise, insan neslinin hayatta kalmasına ve mutlu olmasına sebep olur. Garo Topuzoğlu.” sözünde olduğu gibi, inanç hayattır, inanç dengedir.
Zihin neyi öne alırsa, arka plândaki güçlü istek onunla ilgilidir. Herkesin, ahiretinin iyi olmasının yolunun dünyanın iyi olmasından geçtiğini bilmesi ile süreç başlar. Asıl sorumluluğumuzun ise; Kul olarak Yaratanımıza, ümmet olarak Peygamber efendimize, diğerlerinde ise, sorumluluklarımıza yani rollerimize göre yapmamız gerekenleri en iyi biçimde yaparak, dünyanın gidişine artı bir değer katmak olduğu bilinmelidir. Herkesin kendi en iyisini oluşturma gayreti, başkalarından önce kendisine bakması, “Amel defteri tek kişilik, mezar tek kişilik” bilinciyle yaşaması kalite ayarını belirler. Bu ise, kendisi olabilmiş bireylerin oynayabileceği roldür. Bu da bunun farkında olan ebeveynlerce ailede oluşturulur. İşte talep, hayata damgasını vuran, ne olduğumu, ne olacağımızı, nereye gittiğimizi ve yaklaşık sonuçları bize gösteren mihenk taşıdır.
Ne yapmaması gerektiğini bilmeden, bir soruna çözüm bulunması mümkün değildir. Bütün hayırların başlangıcı, öğrenmeye ve öğrenci olmaya, başka bir ifade ile de, talep etmeye ve talebe olmaya bağlıdır. Bir insan şüphesiz ki, yanlış ve hata yapmaya müsaittir. N e varki, doğru davranmaya atfedilen değer, insanı onu aramaya sevk eder. Talep edilen şey, peşinden koşma hızına göre bize göz kırpacaktır. Okuyarak öğrenen ve öğrendiğini hayata yansıtma gayreti içinde olanlar, her durumdan güzel bir ders çıkarma ve öğrenme sürecini kesintisiz sürdürme çabaları ile öne geçerler.
Allah’u Taalâ, bir insanın bu dünyayı en iyi şekilde anlaması ve doğru yaşayarak dünya ahiret saadeti kazanabilmesi için, bütün araçları kendisine vermiştir. Akıl ve düşünme nimeti, diğer bütün enstrümanların verdikleri notaları bir güfteye dönüştürür. Ve bütün enstrümanlar birbirleriyle uyumlu ve işbirliği içinde çalışır. Bir pataloji ile önü kesilmeyen fizyolojik akış, domino taşları gibi birbirine bağlı zincirleme işleyiş ile ritm ve ahenk üretir. Bu ritm her halükârda bulunur fakat ahenk olsun istiyorsak, ahenkli olmanın şartı olan komutu beynin algılaması gerekir.
Beyin izin vermedikçe, gözler güneşe kapı aralamaz. Ne olması istediğini bilenler, beyni tanır ve işleyiş sistematiğini anlayarak, sistemi doğru yönlendirir. Kendi taşıdığı sistemleri tanımayanlar, kendileri için çalıştıracakları sistemleri, yanlış komut ile, kendilerine karşı savaştırarak, içten yıkılmanın zeminin oluştururlar. Hayatı kolaylaştırmak için plânlanan bir robot olduğunu varsayalım, o robot sizin kendisine yüklediğiniz programa göre hareket alanını çizer. Zaten onun görevi sizin istediğinizi yaparak sizi memnun etmektir. Siz ona yanlış komut verirseniz, beklediğinizi değil, komutun gereğini yapar. Biz insanların taşıdığımız bütün organ ve sistemlerimiz de, hayatı bize kolaylaştırmak ve en üst düzey bir hayat standardını yakalayabilmemiz için bize yardımcı olmak üzere bütün güçleriyle çalışmaya Rab’bimiz tarafından programlanmıştır.
Güneşe kapı aralayan yaklaşım, gözlerin açılmasını sağlar. Doğru işleyen sistem güç kazanır, işleyişi serileşir, verim ve üretim artar. Bir sistem, oluşturulma amacı çerçevesinde ve kurallarına göre çalışırsa, sistemin her bir zerresi mutluluk üretir. Uyumu, paylaşımı ve dayanışması artar.
İşte bu o sistemi yaratana yapılmış fiili bir şükürdür. Yanlış duruş ve iş tutuş biçimi ise, eşyanın bile parçalarıyla uyumunu bozar ve dengesini sarsar. Böylece, o sistemin foksiyonerliği zarar görür.
Eşimizle ufak bir sıkıntılı diyalog yaşadık diyelim. Konuşma esnasında, benim ifade biçimimin eşimi gerginleştirdiğini gördüm. Ben “Bana ne, sen de beni üzüyorsun, ben de senin sözlerine alınıyorum, niye hep ben geri adım atıyorum, sen geri adım at” dedim. Sizce bu ufak sıkıntı koşar adım ne tarafa gitmeye başlar? Tabi ki ev dolusu kavgaya. Biz savaş gibi bir hayat sürmek ve sürekli tartışmak için mi evlendik? “Ben haklıyım”, “Hayır ben haklıyım” şeklindeki diyaloglarda, karşındakini kırıp parçaladıktan sonra haklı olmanın ne anlamı var. Bilmek ve uygulamak, hayat kalitesinin şifresi. Talip olmak, talep etmek talebeliği getirir. Talebe olmak ise öğrenmeye aç olmak demektir. Ancak hayatı ve kendisini düzene koymanın, kendini görmek ve iyiye doğruya doğru ilerlemek anlamına geldiğini anlayanlar, bunun mutlaka eylemle beslenen bilgiden geçtiğini bilirler. Öğrenerek yeniliklere, değişime açık olmanın vazgeçilmez bir tutum olduğunu bu anlayıştaki insanlar sergilerler.
Mevsim kış, hava soğuksa gökte yıldız olmaz ki. İnsanında gönül ovasına kar yağmışsa, göğünde yıldız nasıl olsun.
Bilgi olmadan da doğru düşünme ve doğru düşünme olmadan da doğru eylem olmaz. Dengede kalmak ve dengede tutmak, gönül ovasının günlük güneşlik olması anlamına gelir. Şartlar değişmeyebilir fakat yaklaşım biçimi ve ona atfedilen anlam değişince, her şey öğretici bir sürece döner. Öğrenmenin zihnimizde her daim yeni ufukları işaret etmesi duasıyla.
Saliha Erdim.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
95
« Son İleti Gönderen: türkiyem Aralık 16, 2024, 08:30:33 ÖÖ »
İçimdeki Işık İçin Seferdeyim.
Her adımım kendi içindekini bana taşır. Bu ya karanlıktır ya aydınlık. Karanlığa götüren adımlar insanı karartır, aydınlığa taşıyan adımlar ise aydınlatır ışıklandırır.
Yaptığım her doğru davranış, içimi aydınlatmam ve içimdeki ışığı güçlendirmem için bir adımdır, fırsattır. Yaptığım iyi ve doğru olan her şey, beni besler, bana destek olur, beni yüceltir.
Her doğru davranış içimdeki ışığın voltajını artırmam anlamına gelir. Birileri anlamasa da, taktir etmese de, engellemeye çalışsa da, ben içimdeki ışığı güçlendirmeyi, hayatımı ve bulunduğum yeri aydınlatmayı seçtim. Bu benim tercihim. Gözleri karanlığa alışmışlar beni anlamasa da. Ben ışığı taşımayı, ışık olmayı, aydınlık olmayı ve çevreme ışık yaymayı seçtim. Yolda olmayı ve bunun için çabalayı seçtim. Biliyorum ki doğruluğun ışığı, alemlerin aydınlığıdır. Karanlık günlerin kutup yıldızıdır. O hep bulutların engellerinden kurtulup yol gösterdiği zirvede parlamaya ve yol göstermeye devam eder. Çünkü ışığını güneşten alır ve hiç vazgeçmez.
Işığım, Hakkı ve hakikati öğrenip yaşamaya ayarlı. Her zaman karşılıksız iyilik yapmaya ve iyiliği kalıcı tavrım kılmaya, önce benim teşekkür etmeme, önce benim özür dilememe, önce benim affetmeme ve hayatı yürek ağırlığından kurtarmaya önce benim ihtiyacım var. Allah’ın tertemiz yarattığı zihnimi ve gönlümü kin, nefret, intikam, hırs, haset ve kıskançlık gibi kirliliklerden arındırarak ve koruyarak ve sadece Allah’a ve güzelliklere has kılmaya önce benim ihtiyacım var.
Ben, hayatımı nitelikli bir hale getirmeye niyet ettim.
Ben, gördüklerimi ve taşıdıklarımı temizlemeye niyet ettim.
Ben, gönül sarayımda duvarlara asılı sevdiklerimin ve öne geçirdiklerimin resimlerini sembollerini al aşağı etmeye ve en başa Rabbimi ve onun güzel Rasulünü koymaya niyet ettim, sonra diğerleri dedim.
Ben, anlayışımı ve yaşayışımı düzelteceklere yani beni ben yapacak olanlara yakın olmayı seçtim.
Ben, yolumu ve yönümü Allah’ın her an hayatın içinde olduğu, beni gördüğü ve benim her yaptığımın hem amel defterime hem de vücudümdaki her hücreme kodlandığını öğrendiğim tarafa dönmeyi seçtim.
Ben niyet ettim, Rabb’imi memnun etmeye, Rabb’imi üzmemeye ve ne kadar aciz, muhtaç olduğumu yeniden idrak etmeye.
Ben niyet ettim kâinattaki her şeyle barışık yaşamaya.
Ben niyet ettim Allah için sevmeye ve buğzetmeye.
Ben niyetimden, yapacaklarımdan ve zihnimdeki doğru zannettiğim ama asla yaklaşamadığımı bildiğim algılarımdan Allah’a sığınarak, daha halis ve daha doğru olanı nasip etmesi niyazı ile, boyun büktüm beklemedeyim. Af ve istikamet için yalvarmadayım. Işığım nurundan olsun diye niyazdayım. Kapısında ve yüzüm yerde beklemenin şeref olduğu bilinciyle, Ey Rahmeti Rahman…
Saliha Erdim.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
96
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Aralık 16, 2024, 07:41:24 ÖÖ »
Zamanında Davranmak
"Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler." (Ahzab,33/23)
Bir Hikaye
Bir savaşta asker yan siperde yaralanan arkadaşına yardıma gitmek için komutanından izin ister. Komutan arkadaşının yarasının ciddi olduğunu, şehit düşmüş olabileceğini kendisini de tehlikeye atmasının doğru olmadığını, çünkü hala o sipere ateşin devam ettiğini söyleyerek kabul etmez. Ama asker ısrarla arkadaşına gitmek için izin ister. Komutan izin verir. Arkadaşının yanına gider asker zar zor sürükleyerek yaralı arkadaşını getirir. Ama arkadaşı şehit düşmüştür. Komutanı biraz da sitemli bir şekilde: Değdi mi? diye sorar. Asker yaşlı gözlerle cevap verir. "Değdi komutanım, son sözleri geleceğini biliyordum oldu" der.
Denge: Yerinde ve Zamanında Bulunmak / Davranmak
Dengeleri korumak, sözünü çoğu zaman özellikle uluslararası ilişkilerde duyarız. Hayatın kendi içinde bir dengesi var. Yani Allah’ın yarattığı kainatta gezegenlerin hareketi, yağmurun yağması, gece ve gündüzün oluşması gibi yürüyen bir denge var. Bu dengenin sebebi hiç şüphe yok ki bu yaratılmışların emr-i ilahiye uymalarından kaynaklanıyor. Rabbimiz biz kulları içinde "dünya-ahiret dengesi ” için Kur'an-ı Kerim’i göndermiştir. Zulmün ortadan kalkması ve adaletin hakim olması için çalışmak görevimizdir. Zulme destek olmanın sonunun acı bir akıbet olduğunu Kur'an-ı Kerim bize haber vermektedir. (Hûd,11/113)
Kur'an-ı Kerim’in genel ahlaki talimatlarından birisi de; iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymaktır (Âl-i İmran,3/110). Ayette geçen “iyiliği emir” bir manada sözlü bir uyarı; “ kötülükten alıkoymak” ise fiili / amelî bir müdahaleyi bize hatırlatmıyor mu? Yine bir başka ayette de şöyle buyrulmaktadır: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran,3/104)
Zamanında Davranmak Deyince
Zamanında olunması gereken yerde olmak ve yapılması gerekeni yapmak önemlidir. Bu açıdan tedbir, hazırlık ve fiile dökmek üçlüsü hem sorumluluk hem de başarı açısından olması gerekenlerdir. Bu sebeple Efendimiz (sas)'in hayatı dikkatli okunmalıdır.
Örnek:1
Halife Hz. Ebu Bekir kendi döneminde zekat vermekten imtina eden kabileler olmuş. Bu itaatsizliğe karşı aldığı tedbir almış ve hemen orduyu hazırlamıştır. Bu duruma itiraz edenlere söylediği sözü çok net ve anlamlıdır. Bu tavra işaretle son devir alimlerinden Ebü’l Hasan Nedvi’nin (1914-1999) Ebu Bekir’i Olmayan İrtidat isimli kitap yazması da çok manidardır. Ridde ve lâ Ebâ Bekre lehâ (Mekke 1382/1962)
Örnek:2
Muhammed Esed (1900-1992) Mekke’ye Giden Yol isimli kitabında Senûsiyye tarikatı şeyhi Şeyh Ahmed Şerîf Senusi (1873-1933) ile aralarında geçen bir görüşmeyi anlatır. Devir İslam coğrafyasının zor zamanlarıdır. Gece yarısı şeyhin müritlerinde bir hareketlilik olur. Ne olduğunu anlamaya çalışan Muhammed Esed’e Senûsî, müritlerinin zikirle meşgul olduğunu söyler. Zikir alameti olarak tekbir sesleri gelmez. Bilakis makine sesleri gelir. Bu duruma şaşıran Muhammed Esed’e şeyh Senûsî şu cevabı verir:
"Şu anda müritler silahlarını söküyor, temizliyor ve yeniden takıyor, bu zamanın zikri budur, çünkü düşman kapıdadır." diyor.
Örnek:3
Bir Müftü: Denizli Müftüsü Ahmed Hulusi Efendi
Toplum önderleri olarak din hadimleri tarihin her döneminde üzerine düşeni yapmışlardır. İstiklal savaşında İlk cihad fetvasını yayınlayan da zamanın Denizli müftüsü Ahmed Hulusi Efendi’dir. 15 Mayıs 1919 günü tellallar ile halkı topladığı müftülük binasının önünde fetva veren Ahmet Hulusi Efendi "Müftünüz olarak Cihad-ı Mukaddes Fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşman üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz" sözleriyle halkı ayaklandırdı.
Kazanmak veya kaybetmek, Âmir b. Füheyre : “ Şimdi Kazandım”
Hz. Peygamber (sas) henüz Dârülerkam’a çekilmeden önce Müslüman olan kölelerden. Bu sebeple büyük işkencelere maruz kaldı. Daha sonra Hz. Ebû Bekir tarafından satın alınıp azat edildi ve onun koyunlarının çobanlığını yaparak geçimini sağladı.
Hicret esnasında koyunların izlerini silmek için getiren ve aynı zamanda süt tedariki yapan sahabi. Hicret esnasında kutlu yolcuları takip eden ve Efendimiz (sas)’den berat alan Süraka’nın beratını yazan sahabi.
Bi’ri maûne’de tuzağa düşürülen grupta idi. Cebbar b. Sülma’nın attığı mızrak, henüz kırk yaşında olan Amir’in sırtından girip göğsünden çıktı. O anda Amir, “Kazandım vallahi!” diye haykırınca öldürdüğü insanın son nefesindeki bu sözüne bir mana veremeyen Cebbar, günlerce üzerinde düşündüğü bu olayın tesiriyle daha sonra Müslüman oldu. Cebbar b. Sülma ve bu baskını düzenleyenlerin reisi olan Amir b. Tufeyl, Amir b. Füheyre’nin naaşının önce göklere yükseldiğini, daha sonra yere indiğini bizzat gördüklerini söylemişlerdir (bkz. DİA).
Son söz: Bugün biz Gazze için elbette çok üzülüyoruz. Ama asıl soru şu: Kim kazandı? Kim kaybetti?
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
97
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Aralık 16, 2024, 07:36:28 ÖÖ »
Fıtratı Korumak
Diyanet Aylık Dergi Ekim-2024 sayısı kapak konusu Fıtratı Korumak idi. Dergide kendisiyle söyleşi yapılan Zeki Bayraktar hocamızın şu tespiti çok önemli:"Fıtrata aykırı yapılan her müdahale kişinin ve toplumun hayatına yapılan müdahaledir. Onun için, din, dil ya da ırk ayırt etmeksizin fıtrata aykırı her ne yapılıyorsa insanlığın selameti adına onun karışışında yer almalıyız”
Dijital dünyadaki baş döndürücü gelişmeler, haber akışının hızlanması ve internetin neredeyse hayatımızın her alanına girmesi ile birlikte bazı olumsuzluklar ve tehlikeler de baş gösterdi. Büyük bir bombardıman var. Kötülüğü yaymak isteyen insanlar her türlü aracı kullanıyor. Özellikle gençleri daha çok etkisi altına alan dijital dünya ve bunun üzerinden üretilen müzik, moda, sinema ve her türlü araçla gençler üzerine çalışılıyor. Bir de kötü örnekler öne çekilip büyütülünce fotoğraf kendilerince tamamlanıyor.
İnsan / Fıtrat / Ar Damarı
Fıtrat kavramı ile ilgili değişik tarifler vardır. Hayati Hökelekli hocamız şu tarifi benimsemiştir: İlk yaratılış sırasında Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği vb. olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifade ettiği şeklindeki anlayıştır (DİA). İnsanda yaratılıştan gelen merhamet, acıma, üzülme ve sevinme gibi özellikler vardır. Fıtratta var olan bu davranışların kontrolü insan eliyle takip edilir. Aile, çevre ve aldığı eğitim insanı şekillendirir. İşte tam burada Peygamber Efendimiz (sa) ‘in şu mübarek ifadesini hatırlamak gerekir: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hıristiyan veya Mecûsî yapar” (Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; Müslim, Kader, 22)
Kur'an-ı Kerim açık bir şekilde kadın ve erkek olarak iki cins yaratıldığımızı haber veriyor. Şöyle buyrulmuştur: “ Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. “ (Hucurât,49/13) İlmihal kitaplarımızda hünsâ olarak tanımlanan çift cinsiyetli veya cinsiyeti belirsiz (DİA) olma hali olan insanlar vardır. Ama bu durum istisnadır. Kişinin yaratılıştan gelen cinsiyetini beğenmeme veya tercihini başka yönde kullanması yaratılışa / fıtrata ters olan bir husustur. Diziler, sinema ve Netfliks vb kanallardaki yayınlarda fıtrata aykırı kişilikler belirgin bir şekilde öne çıkarılıyor. Üzücü ama özellikle dünya üzerinde bir insanın kendi cinsiyetini belirleme hakkı gibi fıtrata / yaratılışa ters olan düşünceler belli bir taraftar toplamaya başladı.
Tarih boyunca her inanç grubunda ve toplumda kadın ve erkeğe yüklenen roller vardır. Bu durum Müslüman toplumlar için de geçerlidir. Her toplumda olduğu gibi Müslüman toplumlarda da zaman zaman hatalı davranışlar / âdetler olabilir. Ama bunlar bahane edilerek Müslüman kimliğimizden kaynaklanan temel sorumluluklar ve davranışlar ihmal edilemez. Dinin ana umdeleri olan farz ve haram gibi kavramlar ve bunların karşılığı olan davranışların hayata yansıması Müslüman olmanın gereğidir. Farzlar bizi besleyen, kimliğimizi oluşturan davranışlardır. Haramlar ise, bizi yaratılıştan, kulluktan ve insani değerlerden uzaklaştıran eylemlerdir. Haramlar bizi fesad eder. Fıtratımızı kirletir ve değiştirir. Ve bu duruma engel olunmaz ise sonuç toplumlar için can yakıcıdır. Fıtrata aykırı davranışlar için çok güzel bir tabirimiz vardır: ar damarı çatlamak.
Kadın ve Çocuk Konusu
Kadın ve çocuk konusu tarihte de günümüzde de tartışmaların odağındadır. Özellikle şiddet ve istismar gibi hepimizin yüreğini yakan konular daha da iç yakıcıdır. Kadın ve çocuk biyolojik olarak yetişkin bir erkeğe göre daha zayıf ve korumasız olduğu tartışma götürmez. Şiddete maruz kalma konusunda kadınlar oran olarak daha zor durumdadır. Bu yaranın tedavisini yine kendi dinamiklerimizde aramamız gerekmez mi? Kadın, erkek ve çocuk toplumda her bir ferdin kendi rollerini ve sorumluluklarını yerine getirmesi ve bu birikimle hayata hazırlanması gerekir. Başka dünyaların kendi problemleri için ürettikleri çareler bizim için reçete olamaz. Kaldı ki kendileri için de yeterince çare olamadığı açıktır.
Kadın ve erkek rollerini yeniden çizme adına yaratılışa / fıtrata aykırı tanımlamalar ve çalışmalar insanlığa fayda getirmeyecektir. Belki son yüzyılda kadınların çalışma hayatında daha fazla yer alması ile ortaya çıkan problemlere daha dikkatli bakmak gerekir. Kadın ve erkek birbirini tamamlayan iki cinstir. Bu ikisi arasında üçüncü bir cins yoktur. Zaman zaman açıktan dile getirilen bir insanın kendi cinsiyetini kendisinin belirlemesi gibi fıtrata aykırı durumu hiçbir toplum kabul edemez. Edenler ise bunun acı faturasını ödemeye başladılar bile.
Geleneksel aile yapısının güçlenmesi konusu ile kadın ve erkeğin kendi yaratılış rollerine göre davranması ve bu yönde tedbirlerin alınması öncelikli konulardır. Helal ve haram dengesinde temel referanslarımıza aykırı olan hiçbir davranışa müsamaha gösterilmemesi gerekir. “Özgürlük” gibi anlamı farklı şekilde değerlendirilen kavramların arkasına sığınarak yapılan propagandalara aldanmayalım. Unutmayalım ki, özgürlük ölçüsüzlük değildir.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
98
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Aralık 16, 2024, 07:28:55 ÖÖ »
Kur’an Bize Yete Diyenler Yettiniz Artık
Âlemlerin Rabbi olan Allah biz kullarını başıboş yaratmamış, bir gün hesaba çekileceğimizi bildirerek sorumluluklar yüklemiştir. Toplumların içinden seçtiği elçilerini, yani Peygamberleri dinini öğretmek üzere görevlendirmiştir. İlk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem (a.s.) ile başlayan bu süreç, son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur.
Peygamberler gönderilen vahiyleri topluma iletmiş, kendileri de örnek model olarak ilk uygulayan olmuşlardır. Bunun yanında, ihtiyaca göre sözleriyle de zaman zaman uyarı ve nasihatlerde bulunmuşlardır.
GÖLGE ETMEYİN, BAŞKA İHSAN İSTEMEZ
Sahabeler, tabiin, tebe-i tabiin ve sonrasında gelen hadis âlimlerinin “Peygamber sözü” diye binbir zorlukla derleyerek bizlere ulaştırdıkları Hadis-i Şerifleri, günümüzde bazı İslam alimlerimiz(!) gerek görmeyerek:
“Bize Kur’an yeter; Peygamberin sözlerine, yani hadislere gerek yok” demeye başladılar.
Ne yani; Kur’an ansiklopedi mi ki, her konu olsun. Her konu olsa bile anlaşılamayan, tefsirinin yapılması gereken ayetler yok mu? Bu bağlamda ilk Müfessir Peygamber Efendimiz değil mi? “Namazı kılın, zekâtı verin” gibi ayetlerde namazın nasıl kılınacağı, hangi maldan ne kadar zekât verilmesi gerektiği bilgileri verilmemiştir. Peygamber Efendimiz söylemezse, ümmeti olarak nereden öğrenecektik ayrıntıları? Buna benzer yüzlerce örnek verilebilir.
Kur’an’da özellikle bazı ayetlerin anlamları sınır çizilemeyecek kadar geniştir. 14 asır önce, yaklaşık 23 yılda indirilen ayetlerin, surelerin indirildiği topluma, gönderildiği zamana, indiriliş nedenine, o günkü toplumun kültürel yapısına bakmadan tam bir tefsir zaten yapılamaz. Anlam vermek, anlamlardan hüküm çıkarmak bile bazen zor iken, Kur’an kendi başına nasıl yeterli olabilir?
O ZAMAN SİZ DE KİTAP YAZMAYIN, TELEVİZYONLARA ÇIKMAYIN
Hem, Kur’an tek başına yeterli ise; mealler, ciltler dolusu tefsirler varken, sizler neden çeşit çeşit kitaplar yazıyorsunuz? İslam’ın iyi anlaşılıp yaşanabilmesi için Allah’ın özel olarak seçip gönderdiği Peygamberin hadislerine gerek yok; ama sizin kitaplara ihtiyaç çok! Öyle mi? Haddinizi aşmıyor musunuz? Fitneye sebep olmuyor musunuz?
Kur’an bize yetmiyor kardeşim. Aralarında az da olsa uydurma hadisler bulunsa da, bizler sahih hadisleri Kur’an’dan sonra ikinci ana şer’i kaynak olarak kabul eder ve onlarla amel ederiz. Mesela bakın ne buyuruyor Allah Resulü (s.a.s.):
“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir. (Tirmizî, Zühd 43)
Sizler üzerinize alınmayın lütfen.. Hani, hadisleri kabul etmiyorsunuz ya!
Yüksel Tokur.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
99
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Aralık 16, 2024, 07:20:12 ÖÖ »
Güvenmiyor musun
Alışkanlıklarınız vardır bilirsiniz. Örnek olarak masanızın üzerinde kendinize bir bardağınız vardır. Çay içerken, su içerken vb. kullanırsınız. “Niçin özel bardak?” denilse bir anda cevap bile veremezsiniz. Alışkanlık deseniz tam oturmaz, hatıradır deseniz tam oturmaz.
Kimi vardır bu alışkanlığın saçma olduğunu düşünür. Kimi vardır kafasında “bardak” meselesi yoktur. Kimi için böyle bardak ayıranlar takıntılıdır... Kimi vardır her defasında “tek kullanımlık” karton bardaklar tercih eder. Bir gün bir arkadaşınız gelse ve dese ki: “Niçin bu bardak? Güvenmiyor musunuz?” Böyle bir soruya ne cevap verirsiniz? Güvenmek kelimesi gibi çok önemli bir kavram bir bardak üzerine yoğunlaştığında, o bardak o ağırlığın altından nasıl kalkabilir? Bir alışkanlık olarak tercih ettiğiniz bardağın, bir gün size “güven” veya “güvensizlik” sembolü olarak yansıyacağını nereden bilir ve o anda ne cevap verirsiniz? Neyin güveni? Kime güven veya güvenmemek? Düşününce insan hak vermiyor değil bu soruya... Öyle ya sizin için “olsa da olur olmasa da olur” fark etmese bile kendinizi iyi hissetmenize yarayan minik moral kaynağı olsa bile bu sıradan eşyanız çok sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir arkadaşınızın “güven” gibi çok önemli bir duygu radarına girmiştir de haberiniz olmaz.
Bu duygu, her zaman dile de gelmez... Siz kendi dünyanızda kendinizi minik sevinçlerle mutlu etmeye çalışırken karşınızdakinde “güvenmiyor mu?”
duygusuna yol açtığınızın farkında bile olmayabilirsiniz.
Birlikte çalışma ortamlarında pozitif enerji çok önemlidir deriz ya... İşte bu küçük şeyler, büyük duyguların dile gelmese de bazen ortaya çıkmasına bazen ilerisi için damla damla büyük hissiyatlar duymaya sebep olabilirmiş... Kerem Başmak.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
100
« Son İleti Gönderen: fanidunya NET Aralık 16, 2024, 07:12:54 ÖÖ »
Duygu Organlarından Uzak Olan Kalbden De Uzak Olur
Uygunsuz kimselerle arkadaşlık etmekten, elden geldiği kadar sakınınız!
Mevlânâ Yâr Muhammed hazretleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerindendir. Afganistan’da Talkân’da doğdu. On yedinci asrın sonlarında Hindistan’da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Yâr Muhammed Kadîm’e icâzet vererek, insanların Cehennem’e düşmekten kurtulmasına vesîle olmasına izin verdi. Mektûbât’ın birinci cildinde 117 ve 211. mektuplarını Yâr Muhammed Kadîm’e yazdı. Birinci cild, yüz on yedinci mektup şöyledir: Mevlânâ Yâr Muhammed bizi unutmamış. Kalb, çok zaman his organlarına bağlıdır. Duygu organlarından uzak olanlar, kalbden de uzak olur.
Hadîs-i şerîfte; “Göz görmeyince, gönülden de uzak olur” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, kalbin duygu organlarına bağlı bulunduğu mertebeyi göstermektedir. Tasavvuf yolunun nihâyetine varılınca, kalbin his organlarına bağlılığı kalmaz. Histen uzak olmak, kalbin yakın olmasını bozmaz.
Bunun içindir ki, bu yolun büyükleri, başlangıçta ve yolda olanların, olgun bir rehberin yanından ayrılmalarına izin vermemişlerdir. “Bir şeyin hepsi yapılmazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır!” Bu söze uyarak, bulunduğunuz yolu değiştirmeyiniz! Uygunsuz kimselerle arkadaşlık etmekten, elden geldiği kadar sakınınız! Meyân Şeyh Müzzemmil’in yanınıza gelmesini, saâdete kavuşmanızın başlangıcı biliniz! Onun sohbetinde, yanında bulunmayı büyük nîmet biliniz! Vakitlerinizin çoğunu onun yanında geçiriniz! Çünkü, kendisi, ele az geçen nîmetlerdendir. Vesselâm.” Bir sohbetinde şunları anlattı: Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünya, nedir biliyor musun? Dünya, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-yâni) ile, yâni faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, hep bunun için dünya demektir. Âhırete faydası olmayan ilimler de, hep dünyadır. Hesap, hendese, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve dünya olur.
Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri saadet yolunu bulur, âhıretteki ebedî azaptan kurtulurlardı.
Vehbi Tülek.
İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.
RADYO FANİDUNYA FM Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol veya Giriş Yap
|