ALLAH’TAN BAŞKA SAHİBİ OLMAYANLAR
Hayatın yükünü tek başına omuzlayan bir emekçinin mevsimi gibi ıslak kaldırımlar. Şehrin yorgunluğunu taşıyamayan, zamanın arkasından yetişemeyen, garipliği meslek bilmiş adamların akşam olunca eve dönüşü gibi..
Yürüyorum, adımlarım henüz uyanamamış. Adıyorum ardımdan gelen bütün yalnızlıkları o eşsiz kavuşmaya.. Başımda dünden beri bir ağrı; hatırlatıyor nefes nefes tükendiğini hayatın.. Bir telaş var sokağı elinden tutup bahara götüren. Güne karanlıkta başlayan insanlar nasıl heyecanlansın güneşi karşılarken? Ekmek parası uğruna uzaklardan gelenler için şehir güzel midir, onlar için nedir ki romantizm dedikleri şey?
Bize sahte hayatlar izlettiklerinden beri fark edemiyoruz o gerçekliği. Bize anlamsızlığı anlattıklarından beri ruhsuz her eylem. Elimize bir ekran vermişler dokunuyoruz; başka hayatlara dokunamadan.. Başımızı kaldırırsak yüzleşeceğiz belki kağıt toplayan çocukla, muhacir bakışlarla, yeni doğmuş umudu aç uyumasın diye dindar görünen ama dini dar kapılardan geçemeyen kapitalistlerin küçümser tavırları arasında çalışan babalarla..
Işıklar da caddeyi rahatsız etmek istemiyor olmalı ki tedirgin bugün biraz. Işıklar diyorum çocukken pencereye koşup kar yağıyor mu diye heyecanla baktığımız, gün boyu evden çıkmamış bir yalnızın dönüp dolaşıp bir sokak lambasının altında kendini bulduğu ışıklar..
Annesinin bütün çağrılarına rağmen bir türlü uyanamayan hafta sonu çocuğu gibi kediler. Büyümeden yorulmuşlar yaşamak oyununda.. Karanlık terk etmek istemese de geceyi daha çok seven insanları, bir Ahmet Haşim kadar değil hiç kimse..
Aradığımız bazı şeyleri dünyada bulamıyor oluşumuz, gördüklerimizin arkasında gizlenen hikmet ve buralara ait olmadığımızı fark etmek ne güzel değil mi? Hayatta küçük sürprizleri seviyoruz hep, küçük mutluluklar mutlu ediyor bizi. Fakat çoğu zaman sınanıyoruz. Sevinci yönetemiyoruz bazen. Kimi zaman da yönetilemeyen acılar bizi yönetmeye başlıyor. Ve teselli bulamadığımız onca derdin yolcusu oluyoruz..
Hepimizin ‘acaba’ dediği anlar olmuştur. Umuda dair konuşmak, yazmak kolaydır fakat o umudu her koşulda diri tutmaktır mühim olan. Kötü bir izlenim uyandıran bir olay karşısında hemen önyargıyla yaklaşır ve aslında onun kendisi için hayır olduğunu fark edemez insan. İşte böyle zamanlarda hatırladığım bir ayet var. Karşımda mezarlıklar ve çam ağaçları. Arkasında bir ışık gösterisi başlamış güneşin doğuşuyla birlikte. Bana o ayeti eşsiz manzarasıyla hatırlatan ve böyle bir ortamda kaleme dokunduran Rabbe bir teşekkür borçluyum: “Hiç kimse yaptıklarına karşılık olarak kendisi için gizlenmiş, ne türden göz kamaştırıcı sürprizlerin, müjde ve mutluluğun beklediğini hayal dahi edemez..” (Secde/17)
Aynı zamanda bir “ayet” olan insan, ikiz kardeşi vahyin böyle bir müjdesine muhatap olur da nasıl mutluluk duymaz? Ya da yıllar önce kuluna bu şekilde seslenen Rabbin hitabını merak edip, kendine iniyormuşçasına neden okumaz? Böyle bir sürpriz karşısında nasıl olur da heyecan duymaz ve neden taşlaşır kalpler?!
Dert diye/bildiğimiz onca şeyin peşinden koşuyoruz itiraf edelim. Derdi verenin O olduğunu biliyor ve iman ediyoruz. Fakat derman ararken o merhamet kapısına değil de korsan tanrılara, bize teselli olamayacak mercîlere başvuruyoruz. Bu noktada dünya gibi bir derdi olmayanları derdi dünya olanlardan ayıran en önemli sebep ise Allah tasavvurudur. Anadolu’nun dağlarında kâinatı okuyan bir çobanın her an ellerini açtığı Allah’ı ile belirli günlerde tevbe kapılarını açtığına, belirli günlerde rahmetiyle tecelli ettiğine inanılan Allah aynı mıdır? Savaşın ortasından kurtarılan, tozlu bakışlarla uzun uzun susan bir çocuğun güvendiği Allah ile en küçük bir hastalık karşısında isyan eden kişinin tanıyamadığı tanrı aynı mıdır? Her gün sınırsızca yaşayıp işi düşünce ellerini açan biri hangi Allah’a iman ettiğini zannediyor? Ve asıl soru şu ey insan: O’na gerçekten güveniyor musun?
Şimdilerde güçlü olmayı haklı olmak zannedenler, Kayyum olan Allah adına yönettiğini, O’nun adına söz sahibi olduğunu iddia edenler ve İslam coğrafyalarına zulmü revâ gören çağın Firavunları yeryüzüne halife olarak tayin edilmemişler miydi? Onlar da herkes gibi hatırlanmaya değer bir şey değilken hatırlanıp topraktan yaratılmamışlar mıydı? Peki nedir bu rol çalma isteği, nedir bu hadsizlik!? Kendi olmak yerine birilerinin adamı olmayı, güç ve iktidar uğruna değerlerini tüketmeyi, kula kulluğu ve başka hayatların yargıcı olmayı kendilerine meslek edinenler ne zaman maskelerini çıkarıp yüzleşecekler gerçek benlikleriyle? Kalitesizliğin hüküm sürdüğü zamanlarda onlar, gücü yönetemeyerek ‘bizden değilsin’ anlayışıyla bakabilir hayata. Cemaatinin, partisinin hegemonyası uğruna insanlık ortak paydasından uzaklaşıp hakikati tekeline alan, egolarının, dünyevî ihtiraslarının esiri olanlar bir kalpleri olduğun unutabilir. “İnsanların çoğu..” diye başlayan ayetlerde anlatılan prototipteki kalabalıklar, nüfuslarına güvenip rakamlarla övünebilirler. Oysa ki İbrahim tek başına ümmetti. Ve bizler Ehad olan ‘tek ve eşsiz’ bir Allah’a iman ediyoruz.
İyi ki kalbimizden geçenleri de biliyor O. Ve iyi ki O’ndan başka referansımız, sığınağımız ve tesellimiz yok.. Hakikatten yana olmak onurlu bir yalnızlığı da beraberinde getiriyordu değil mi? O halde yokluğun derin ıstırabını yaşayan gariplere, muhacirlere, hayatın yükünü omuzlayan emekçilere, dünyaya sahip olmaya değil şahit olmaya geldiğini bilen yalnızlara ve Allah’tan başka da sahibi olmayanlara selam olsun..
Ahmet Polat.