Kurbiyet Sırrı Namaz
İnsanı beşer olmaktan çıkarıp eşref-i mahlûkat vasfına erdiren; âlemlerin Rabbini bilmek, tanımak ve O’na kul olmaktır. İnsanı kulluğun en yüksek makamına çıkaran ise ihsan şuuru içinde Rabbine ibadet etmektir. Yani ibadetini sanki O’nu görüyormuş gibi eda etmektir. Kuluna şahdamarından daha yakın olan Hak Teâlâ (c.c.), bu yakınlığı kullarının da yaşaması ve hissetmesi için kendisine ibadet etmesini ister. Yakınlık sırrına erebilmek için de namazı ve secdeyi emreder. (Alak, 96/19.) Efendimize (s.a.s.) miraçta bahşedilen ve “kab-ı kavseyn” olarak ifade edilen bu kurbiyet sırrı tüm müminlere de namazla ikram edilmiştir. Süleyman Çelebi Mevlid’inde bu hakikati şöyle dile getirir:
Sen ki mirac eyleyip ettin niyaz
Ümmetin miracını kıldım namaz
Her kaçan kim bu namazı kılalar
Cümle gök ehli sevabın bulalar
Çünki her türlü ibadet bundadır
Hakk’a kurbiyetle vuslat bundadır
Yakınlık sırrına erdiren namaz, huşu ve hudû içinde kılınan namazdır. Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Hakim’inde kurtuluşa erenlerin, namazlarını huşuyla yani derin bir saygı içerisinde eda eden müminler olduğunu haber verir. (Müminun, 23/1-2.) Huşu, kalbin fiilidir ve O’nun huzurunda sükûnet ve vakar içinde boyun eğmektir. Kulun hem bedeniyle hem tüm kalbiyle Hakk’a yönelmesiyle gerçekleşir. Bahaeddin Nakşibendi hazretleri kulun namazda huşuya ermesinin dört şeye dikkat etmekle mümkün olacağını söyler: Bunlar; helal lokma, abdest alırken gafletten uzak durmak, ilk tekbiri alırken kendini huzurda bilmek, namazın dışında da Hakk’ı asla unutmamaktır. Yani namazın dışında da salat-ı daime hâlinde olmak, sanki namazdaymış gibi kendini Hakk’ın huzurunda hissetmek ve o manevi şevk hâlinde yaşamaktır.
Fahr-i kâinat Efendimiz, dünyevi meşgalelerle daraldığında namazla huzur bulurdu. Çünkü daralan ruhların teselli makamıdır namaz. Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle durumlarda müezzini Bilal’e (r.a.) “Kalk namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat.” (Ebu Davud, Edeb 78.) buyururdu. Efendimiz sıkıntılı bir durumla karşılaştığında inşirah bulmak için namaz kılardı. (Ebu Davud, Tatavvu’, 22.) Çünkü Rabbimiz namazla kendisinden yardım dilememizi emrediyor. (Bakara, 2/153.) Âlemlerin Rabbinden aman dilemek için önce tertemiz bir beden ve selim bir kalple huzuruna varmak gerekir. Namazla Hak Teâlâ’nın (c.c.) huzuruna varan kul “Yalnız senden yardım isteriz.” niyazıyla ahvalini arz eder ve her türlü müşkülü için yardım ister. Peygamber Efendimizin mülk âleminden melekût âlemine kapı aralayan namazı gözünün nuru olarak tavsif etmesi bundandır. (Nesai, İşretu’n-Nisâ 1.) Namaz, nuruyla kulu Hakk’ın yakınlığına eriştirdiği gibi gönülleri de huzur ve itminana erdirir.
Bursevî’ye göre namazın hakikati teveccüh, istiğrak, kurb ve huzurdan ibarettir. Bu hakikatlere vasıl olmak namazın zahir ve bâtın şartlarına riayet edilerek ikame edilmesine bağlıdır. Nasıl ki namazın zahirinde tadil ve tesviye gerekli ise bâtınında da huzur ve teveccüh gereklidir. Huzur, namazın bütün aşamalarında Hakk’ı müşahede ediyor gibi namaz kılmaktır. Yani insanın kimin için namaz kıldığından ve namazla kime yöneldiğinden gafil olmamasıdır. (Muammer Cengiz, İsmail Hakkı Bursevî’de İbadetler Metafiziği, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. 16, S. 3, s. 143.) Kulu Rabbine yaklaştıran ve ihsan şuuru içinde namazı ikame etmesini sağlayan zahir ve bâtın şartlarını Hücviri şöyle sıralar: “Birincisi: Zahirde necasetten, bâtında şehvet ve süfli arzulardan arınmak ve temizlenmektir. İkincisi: Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, bâtında bu elbiseyi helal yoldan temin etmektir. Üçüncüsü: Zahirde ruhu afetlerden ve habis şeylerden, bâtında fesat ve günahtan temizlemektir. Dördüncüsü: Kıbleye karşı yönelmektir. Zahir kıblesi Kâbe, bâtın kıblesi arş, sırrın (ve ruhun) kıblesi müşahededir. Beşincisi: Şeriatın zahirinde namazın vaktinin girmesi ve hakikatin derecesinde bu vaktin devam etmesi şartı ile kudret hâlinde zahirin kıyamı, kurbet (ve uluhiyete yakınlık) gülistanında bâtının kıyamı (elif gibi dosdoğru olması) dır. Altıncısı: (İlahi) dergâha yönelmede niyetin halis olmasıdır. Yedincisi: Heybet makamında tekbir, vuslat mahallinde kıyam, tertil ve azamet ile tilavet, huşu ile rükû, tezellül ile sücud, içtima ile teşehhüd, sıfatın fani olması ile selamdır.” (Hücviri, Keşfü’l-Mahcûb, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yay. İstanbul 2010, s. 362.)
Hakk’a kurbiyete vasıl eden namaz huşu ve hudû ile kılındığında manevi bir zevk hâsıl olur. Huşuyla Hakk’a yönelen kulun kıldığı namazın her rüknünün işaret ettiği manalar vardır. Bu manaları Hz. Mevlana tafsilatlı olarak açıklar. Kul iftitah tekbiri ile “Allahü Ekber” diyerek kurbanını kesen gibi nefsini kurban ederken de bu sözü söyler. Can, bu semiz bedenin heva ve hevesini tekbir getirerek keser. Beden şehvetlerinden, hırslardan kurtulur. Kıyam, kıyamet günü kabirlerinden kalkıp mahşer yerinde Allah’ın huzurunda ayakta durmaya benzer. Cenab-ı Hak (c.c.) o zaman ömrünü hangi işlerde, nasıl harcadın gibi binlerce sual sorar. Namazda kıyamda iken gelen bu suallerden kul utanır ve iki büklüm olur, rükûa varır. Utancından ayakta durmaya gücü yetmez ve rükûda “Sübhane Rabbiye’l-Azim” diyerek Yüce Allah’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler. Sonra o kula ferman-ı ilahi gelir: “Başını kaldır ve sorulara cevap ver.” Fakat kul bu heybetli hitap karşısında utancından dayanamaz ve yüzüstü yere kapanır. Secdede “Sübhane Rabbiye’l-A’lâ” diyerek Rabbini tesbih eder. Tekrar kendisine başını kaldırması ve yaptıklarından haber vermesi istenir. Ama kul utançla tekrar yüzüstü yere kapanır. Kula başını kaldırıp yaptıklarından haber vermesi istenir. Allah’ın azameti karşısında acze düşen insan bu ağır yükle diz üstü kâdeye oturur. Cenab-ı Hak (c.c.) yine verdiği nimetlere nasıl şükrettiğini sorar. Kul bu sefer başını sağa çevirir peygamberlerin ruhlarına ve meleklere selam verir ve onlardan medet umar. Ancak çare ve yardım gününün geçtiği, ayağının tökezlediği söylenir. Kul bu sefer ümitsizce sola selam vererek akraba ve dostlarından yardım diler. Onlardan da bir yardım göremez. Ve çaresiz kalan kul ellerini açarak duaya başlar: “Allah’ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.” (Mesnevi, III, b. 2141-2165.)