Allah Kendini Dört Delille Anlatıyor
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda Rabbimiz'in bize kendisini dört ana delille anlattığını görüyoruz. Bu dört ana delili kâinat, vicdan, Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz olarak sıralayabiliriz
Allah fikri, insanla birlikte doğmuştur. Felsefe tarihine baktığımızda Allah'ın varlığını inkâr etme düşüncesinin az veya çok her dönemde olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bu fikirleri çürütmek için gerek İslam, gerekse de Batı düşünce dünyasında Allah'ın varlığını ispat etme mevzuunda çok değişik deliller ortaya konuluyor. Bu delillerin hepsi de inkârcı fikirler adına ayrı bir boşluğu dolduruyor. Biz, bu yazıda Rabbimizi bize anlatan pek çok delil içinden sadece dört ana delil üzerinde durmak istiyoruz:
KÂİNAT O'NUN ESERİ
Muhteşem bir sanat eseri olan kâinat, insandaki aklî ve hissî bütün duyguları fazlasıyla uyaracak inceliklere, güzelliklere ve sırlara sahiptir. Bu âlemde görebilen gözler için her şey şüpheye yer bırakmayacak şekilde O'nun varlığını haykırmaktadır. Nitekim "Gökleri ve yeri var eden Allah hakkında şüphe mi olur?" (İbrahim Sûresi, 14/10) ayet-i kerimesi bu hakikati dile getiriyor. İnkâra şartlanmamış her bir akıl, kâinatın göz kamaştıran mimarisi ve baş döndüren düzenli işleyişinden hareketle, kâinattan objektif veriler elde edebilir ve onu âdeta bir kitap gibi sayfa sayfa okuyabilir. Bir yerdeki düzen, o düzeni kuran birisini, bir eserdeki sanat onun sanatkârını ve yine bir yerdeki ihsan ve ikram, orada var olan bir ihsan ve ikram sahibini gösterir. Bu cümleden olarak, eğer insan, gaflet ve şartlanmışlıkla bozulmamış kalp/akıl gözüyle bu kâinata bakabilirse, ondaki sanat, düzen, plân ve ihsan gibi hakikatlerden yola çıkarak, bunların, sonsuz bir ilim, kudret ve ihsan sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını gösteren birer delil olduğuna gözüyle görmüş gibi inanacaktır.
VİCDAN "ALLAH VAR" DİYOR
İnsan, -hem fizyonomisinin diliyle hem de onu varlıklar hiyerarşisinin en üstüne çıkaran ruhunun/vicdanının diliyle- Allah'ın varlığına şahitlik eden canlı bir delildir. Özellikle insanoğlunun sahip kılındığı vicdan mekanizması, yaşadığı varlık âlemi ile gayb âlemi arasında bir buluşma noktası oluşturur. Allah'ın varlığı ve birliği konusunda bir pencere vazifesi görür. Kişiye özel ve fevkâlâde duru bir kaynak oluşturur. Günahlarla karartılmamış ve de şartlanmışlık ve ön yargılarla balans ayarı bozulmamış her bir vicdanın ibresi, Sahibi'ne doğrudur. Zira, temelde bütün vicdanların ibresi, Allah tarafından, kendisini gösterecek şekilde ayarlanmıştır.
KUR'ÂN CEVAP VERİYOR
İnsan fıtratının şuurlu cephesinin diğer bir adı olan bu dil, asla yalan söylemez ve de Yaratıcı'sını dillendiren sesi tamamen yok olmaz. Ancak bu sesin inkârla kısılması veya bastırılması imkânsız değildir. İnsanın cevap bulmak zorunda olduğu "Ben kimim? Nereden geldim ve nereye gidiyorum? Ölümle çıkmak zorunda olduğum bu dünyada işim ne? Beni kim bu âleme oturttu ve irademin dışında gelmiş olduğum bu yerlerin anlamı nedir? Buradan gitmek istemediğim halde neden kalamıyorum? Ölüm nedir? Ölümden ötesi var mıdır? Varsa nasıldır?..." vb pek çok soruya en mükemmel ve ikna edici cevaplar vermesiyle eşsiz ve benzersiz bir kitap olduğunu gösteren Kur'ân da, kendisini gönderen iradenin (Allah'ın) varlığının en büyük delillerindendir.
PEYGAMBERİMİZ O’NU ANLATIYOR
O, getirdiği Kitap ve o Kitap'a göre ortaya koyup uyguladığı hayat ve de gösterdiği hedeflerle Allah'ı tanıtan canlı bir örnektir. Çöl ikliminde yaşayan bedevi kabilelerden asırlara hitap edecek medeniyetler kuran bir toplum vücuda getirmesi ve de onun insanlığa verdiği hareketin günümüzü bile derinden etkileyip dinamik hale getirmesi, insanların Allah'ı tanımasına yardımcı olacak güçlü bir delildir.
Müceddit ne demektir?
Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimiz'in ümmeti arasında da zamanla bidat ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde Müslümanlar dinden ve Peygamberimiz'in sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya kalabilirler. Toplum içinde çıkan bidatlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere çözümler bulabilecek ve Müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev, Peygamberimiz'in ümmetinden çıkan bazı seçme insanlara düşmektedir. İşte bu insanlara "müceddit" denilmektedir. Allah Resulü, "Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dînî işlerini yenileyecek bir müceddit gönderecektir" (Ebu Davud, Melâhim, 1) buyurarak bu hakikati dile getirmektedir.
MÜCEDDİT REFORMİST DEĞİLDİR
Müceddit, "yenileyen" anlamına gelmektedir. Bir de "müteceddit" kelimesi vardır ki, bu kelime, "reform yapmak, deformasyon görmüş bir şeyi yeniden şekillendirip ayrı bir biçime koyma" anlamına gelmektedir. Maalesef günümüzde bu iki kelime birbirine karıştırılmaktadır. Tecditte herhangi bir zorlama olmadan eski haline getirme, asliyetine kavuşturma söz konusudur; teceddüdde ise reform yapma, deformasyon görmüş bir şeyi yeniden şekillendirme ve ayrı bir biçime koyma mevzu bahistir. Dinimizin aslı hiç bozulmamış ve deforme olmamıştır ki, reforma tabi tutulsun! Binaenaleyh Müslümanlıkta yapılan, teceddüd değil, tecdiddir. Tecdit hareketi, öteden bu yana devam edegelmiştir. Allah Resulü'nden sonra Müslümanlar zaman zaman aşk ve şevklerini, İslami coşkunluklarını kaybetmişlerdir. Müceddit, bütün meseleleri teleskop gibi gözüyle müşahede ederek, İslam'ın üzerine konan tozu toprağı silmiş, onlara asıl saffetini göstermiştir. Her devrin müceddidinin, devrine göre vazifeleri vardır. O, devrindeki dini duygu ve düşünceyle alakalı en büyük hastalığı teşhis eder ve onun tedavisi için çalışır.
YAVUZ, NİÇİN HAVANIN KARARMASINI BEKLİYORDU?
Suriye ve Mısır'ı fethedip Kölemenler devletini yıktıktan sonra mukaddes emanetler ve "Müslümanların halifesi" unvanı Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim'e geçmişti. Artık camilerde hutbeler Yavuz Sultan Selim adına okunuyor ve kendisinden "Hakimü'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hakimi) diye bahsediliyordu. O, bu "Hâkimü'l-Harameyn" ifadesini kutsal yerlere saygıyla bağdaşmaz bulmuş, "Hâdimu'l-Harameyn" (Mekke ve Medine'nin hizmetkârı) olarak değiştirmişti. Dince kudsiyeti olan şeylere bu kadar saygılıydı Yavuz Sultan Selim. "Şir-pençe" denen ve o devirler için öldürücü olan bir hastalığa yakalanmıştı. Bu hastalık kendisini iyice yatağa düşürdüğü bir sırada Yavuz'un sohbet dostu Hasan Can artık yapılabilecek fazla bir şeyin kalmadığını anlatmak için, "Efendimiz artık Allah'la beraber olmanın zamanıdır" deyince, Koca hükümdar kendisini, "Sen bizi şimdiye kadar kiminle sanırdın hey Hasan Can?" diye paylamıştı.
GURURDAN KAÇIYOR
İşte bu büyük hükümdar, iki yıl süren, önemli savaşlara sahne olan, büyük zafer ve kazançlar elde edilen Suriye ve Mısır seferinden dönüşte ikindi vakti bu günkü Üsküdar'a gelmişti. Bütün beylere paşalara emir verdi ki gece oluncaya kadar Üsküdar'da kalınacak, karşıya karanlık basınca geçilecekti. Bazı yetkililer gündüzden geçilmesini daha uygun bulduklarını, geceyi beklemenin niçin gerekli görüldüğünü sormak isteğinde bulundular. Padişah da açıklama büyüklüğü gösterdi: "Bütün dünyada yankı uyandıran büyük bir zafer, şan ve şerefle dönüyoruz. Gündüzün İstanbul'a geçtiğimiz takdirde halk büyük bir karşılama yapacak tezahüratta bulunacaktır. Bu da nefsime bir gurur getirebilir Bundan Allah'a sığınırım. Buna meydan vermemek için payitahta gece geçeceğiz."