Allah’ın Verdiğine Razı Olmak, O'na Darılmamak
İlminden hareketli ve hareketsiz, yerde ve gökte olan zerre miktarı hiçbir şeyin kaybolmadığı; her nefsi yaptığıyla, her âzâyı işlediğiyle hesaba çeken, rızasını uman ve arayan kullarına rıza kapılarını bir bir açan Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri; her bir nesneyi, ezeli ve ebedî ilmi dâhilinde bulunan bir hikmet ile donatmış ve bu hikmete erme saadetini, emir ve nehiylerine; kaza ve kaderine razı olan kullarına nasip ve müyesser etmiştir. O Allah ki ne kadar küçük olursa olsun, kullarının ibadetlerini kabul etmekle onlara lütûfta bulunur. Ne kadar çok olursa olsun kullarının günahlarını affederek rahmetiyle onları kuşatır.
İhsanlarının bereketiyle âzâlar ibadetlerle bağlanıp edeplenirler. Güzel hidayetiyle kalplerden cehaletin karanlıkları sökülüp atılır. O'nun yardımıyla şeytanın hileleri kesilir. O'nun inayetinin lütfuyla hasenelerin kefesi, günahların kefesine galip gelir. Vermek, mükâfatlandırmak, uzaklaştırmak, yaklaştırmak, saîd yahut şakî yapmak O'nun elindedir. Ancak Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri bunları ezeli ilminde muhafaza etmekte ve her birinin vukuunu bir sebebe bağlayarak, bu sebepleri birbiriyle bağlantılı muazzam bir sistem dâhilinde tertip etmektedir. Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretleri bu emsalsiz sistemin merkezine eşref-i mahlûk olan insanı yerleştirmiştir. İnsan bu menzilde türlü imtihanlara tabi tutulmakta, bunlar karşısındaki mukavemeti sınanmaktadır. İşte Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin takdir buyurduğu bu imtihanlar yokuşunda kulu selamete çıkaracak yegâne yol “İster kişiye hayır görünsün ister şer görünsün, ister zulüm gibi yahut eziyet gibi görünsün…” bunların sahibi olan Allah-ü Teâlâ Zülcelâl ve Tekaddes Hazretlerinin her verdiğine rıza göstermektir. Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinin ifadesiyle:
“Kader başa geldiği zaman gönderene kafa tutmak inancı öldürür; Tevhit -Allah’ı birleme- nurunu söndürür; tevekkül ve ihlâsı yok eder. İman sahibinin kalbi, niçin ve neden oldu gibi sözleri bilmez. Belki ‘Şundan veya bundan oldu’ gibi yersiz lafları da dile getirmez. Bildiği tek şey vardır, o da:
Başüstüne, hoş geldi; safalar getirdi… diye karşılamaktır.”
İşte Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin rıza makamına ermiş bu müstesna dostları, bu makamın ehemmiyet ve önemini en güzel şekilde idrak ederek, emsalsiz ifadelerle dile getirmişlerdir. Rıza hâli; Haris el-Muhâsibî (ra) Hazretlerinin ifadesiyle:
"Allah-ü Teâlâ kulda hükmünü icra ederken, kalbin sükûnet içinde (İlâhî tecelliye teslim) olmasıdır."; İbni Atâ (ra) Hazretleri de: "Rıza, Allah-ü Teâlâ'nın ezelde yapmış olduğu tercihe, kulun kalbinin sükûnet içinde tâbi olmasıdır. Hiç şüphesiz Allah kulu için en hayırlı olanı takdir etmiştir; öyleyse kul İlâhî takdire kızmayı terk ederek ona razı olmalıdır." buyurarak, rıza halini çok ince bir şekilde açıklamıştır…
Rıza, sevgi meyvelerinden bir meyvedir.
Mukarreplerin makamlarının en yücesidir. Fudayl b. İyâz (ra) der ki: "Rızâ, kulun bulunduğu derecenin üstünde hiçbir şey temenni etmemesidir." Onun hakikati çok kimselere kapalıdır. Ona birçok benzerlik ve belirsizlik karışmıştır. Bu bakımdan biz, rızanın faziletinden başlayalım, önemini ve Hakk katındaki değerini beyan edelim, rızanın sırrına eremeyip Allah’a darılan kulların halini de ifade edelim ki ruhlara âb-ı hayat mesabesindeki rıza bahsini gönlümüzdeki yerine oturtabilelim…
Kur’an-ı Azimüşşan’da; “Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır.”(Beyyine/8) buyuran Mevlayı Zülcelâl Hazretleri; rıza bahsine azami derecede önem vermektedir. O, bütün peygamberlerine bu hususta ümmetlerini ikaz ve irşat etmeleri için emir ve nehiylerini bildirmiştir.
Her peygamber rıza makamı üzerine bulunmuş ve bu makamın ehemmiyetini, özellikle kulun Allah’ın takdirine rıza göstermesinin şeksiz şüphesiz bir vazife olduğunu haber vermiştir. Bunu örneklendirecek olursak:
Bir gün kavmi, Musa Aleyhisselam’a gelerek, “Allah-ü Teâlâ’dan öğren! Neden razı ise, onu yapalım” dediler. Bunun üzerine kendisine vahiy gelen Musa Aleyhisselam, kavmine hitaben Cenab-ı Hakk’ın şu buyruğunu haber verdi: “Kaza ve kaderime rıza gösterirseniz sizden razı olurum.
Benim rızam, sizin rızanıza bağlıdır. Benden razı olursanız, sizden razı olurum!” Cenab-ı Hakk’ın vaadinde ve sünnetinde en ufak bir sapma, zerrece bir değişme yoktur. Ve bakıyoruz asırlar sonra “Levlake levlak lema halaktül eflak, Sen olmasaydın Habibim bu mükevvenatı yaratmazdım” buyurduğu, Aleyhissalatü Vesselam Efendimize tevdî olunan bir kutsi hadiste de Allah-ü Teâlâ Zülcelâl Hazretleri; “Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, Benden başka rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” (Taberani) buyuruyor. Allah’ın sevgisine ulaşmak, O’nun yakınlığına ermek, ancak O’nun verdiğine razı olmak, isyan yahut şikâyette bulunmamak ile mümkün olur. Buda kulun Allah’a teveccühü nispetinde, Cenab-ı Hakk’ın lütfu inayetiyle sirayet eder. Mevlayı Zülcelâl Hazretleri bunun için kimi kuluna elem ve sıkıntıları hissettirmez. Zira o kullar Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin cemal ve celalinin aşkıyla mest olmuşlardır. Allah-ü Teâlâ'nın cemâl ve celâlinin karşısında hiçbir cemâl ve celâl kıyas edilemez. Bu bakımdan bir kimseye O’ndan bir şey keşfolunursa, o aklını kaybedercesine, düşüp bayılırcasına dehşete kapılır. Kendisine dokunandan haberi bile olmaz! Bir başka zümre ise başına gelen elem ve acıyı hisseder, idrak eder.
Fakat buna rağmen başına gelen her şeye rıza gösterir. Her ne kadar tabiatı ondan hoşlanmıyorsa da aklı ile onu ister. Tıpkı kan alıcıdan kanının aldırılmasını isteyen bir kimse gibi... Bu kimse bunun elemini idrâk eder. Fakat buna razı olur. Üstelik de kan alana minnettar olur. İşte kendisine elem isabet edip razı olanın hali budur. Kâr etmek için sefere çıkan yolculuğun meşakkatini çeker.
Fakat seferin meyvesini sevmesi onun nezdinde yolculuğun zorluğunu hoş etmiştir. Onu bu zorluğa razı kılmıştır. Ne zaman ki Allah tarafından ona bir bela isabet eder ve o da bu bela ile elden kaçırdığından daha fazla sevap alacağını bilirse, bu kimse belaya razı olur. Hatta belayı ister, sever ve beladan ötürü Allah'a şükreder. Bu durum, eğer kişi bundan dolayı mazhar olacağı ihsan ve sevabı düşünürse böyledir. Yani sevgi ona galebe çalar.
İşte Allah’ın rızası midye içinde gizli inci gibidir.
Kulun kalbinde rıza incisi daima mevcuttur. Ancak her kalp yani her midye içindeki bu cevherden habersizdir. Fakat kişi başa gelen nimette gönderenin lütfunu unutup, sıkıntı ve meşakkatte isyan ve memnuniyetsizlik üzere bulunacak olursa, Cenab-ı Hakk’ın şu hitabına mazhar olur ki daha o kimse için denilebilecek zerrece bir söz yoktur:
“Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, Benden başka rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” (Taberani) İşte böylesine hassas ve önemli bir mevzu olan “rıza hali”nin fazileti ve derecesi akıllara durgunluk verecek şekilde büyüktür. Allah’ın verdiğine razı olan kulunda bu nimet vesilesiyle sahip olacağı maddî ve mânevî kazançlarda haliyle muhteşem olacaktır.
Bir âbide (çok ibadet eden kişi) gece rüyasında; “Senin cennetteki komşun şu çobandır.” denildi.
Âbid merak etti ve çobanı buldu. Evinde üç gün misafir etti. Âbid, bu süre zarfında çobanı takip etti. Âbid geceleri ibadetle geçirirken, çoban ise daima uyuyordu. Âbid gündüzleri oruçlu olmasına rağmen, çoban oruç tutmuyordu. Buna çok şaşıran âbid, çobana: “Senin, gördüğümden başka bir amelin var mıdır?” diye sordu. Çobanda, “'Yemin olsun! Gördüğünden başka bir amelim yok ve bundan başkasını da bilmiyorum.” diye cevap verdi. Âbid tekrar sordu ve; “İyi düşün, başka hasletin yok mu?” dedi. Çoban; “Benim ibadetlerim bu kadardır. Fakat benim küçük bir özelliğim var. Darlıkta, sıkıntıda olsam halime razı olur, kişiye şikâyette bulunmam. Hatta bu halimden kurtulmayı da istemem, Rabb’imden razı olurum. Hasta olsam, yine halimden memnun olur, Rabb’imden razı olurum.” Âbid bu sözleri işitince elini başına koyarak şu dehşetli sözü söyler: “Buna mı küçük özellik diyorsun? Allah’a yemin ederim ki bu büyük bir haslettir. Her babayiğit bu haslete sahip olmaz.”
Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz şöyle anlatır:
“Kıyamet günü geldiğinde Allah-ü Teâlâ, ümmetimin bir taifesine kanatlar verir. Onlar kabirlerinden cennetlere uçarlar. Cennetlerde diledikleri şekilde gezer ve diledikleri şekilde nimetlenirler. Bunun üzerine melekler onlara şöyle sorarlar:
- Sizin hesabınız görüldü mü?
- Hayır! Hesap görmedik!
- Sis köprüyü geçtiniz mi?
- Hayır! Herhangi bir köprü görmedik!
- Siz kimin ümmetindensiniz?
- Biz Muhammed-ül Mustafa’nın (sav) ümmetindeniz!
- Siz Allah'a da böyle söyleyin, dünyada ameliniz neydi?
- Bizde iki haslet vardı. Biz bu makama Allah'ın rahmetinin fazlıyla ulaştık.
- O iki haslet neydi?
- Biz tek başımıza kaldığımızda O'na karşı gelmekten utanırdık. Bizim için taksim buyurduğu aza razı olurduk!
- Siz bu nimete müstehaksınız!” (İbn Hibban)
Rivayet ediliyor ki Yunus Aleyhisselam, Cebrail Aleyhisselam’a şöyle dedi: 'Bana yeryüzünün en âbid kimsesini göster?' Cebrâil (as) O’na eli ve ayağı cüzzamdan kopmuş, gözü kör olmuş bir kimseyi gösterdi. Yunus (as) O’na kulak verdiğinde, O zâtın şöyle dediğini işitti: “Ya Rab! Onların ikisiyle Beni istediğin kadar lezzetlendirdin. Yine Senin istediğin kadar Benden onları aldın. Senin hakkındaki Benim emelimi Bende bıraktın. Ey Birr! (İyilik yapan)”
İsa Aleyhisselam; âmâ, alaca, kötürüm, iki tarafı meflûç, eti cüzzam sebebiyle paramparça olmuş birinin yanından geçerken, onun şöyle dediğini duydu: 'Kullarından bir çoğuna verdiği beladan beni sâlim kılan Allah'a hamd olsun!' Bu söz üzerine İsa (as) ona, 'Ey kişi! Acaba senden hangi bela uzaklaştırıldı, baksana bütün belalar sendedir!' dedi. Kişi 'Ey Ruhullah! Ben Allah-ü Teâlâ'nın kalbime sokmuş olduğu marifetten dolayı, kalbine marifet sokmadığı kimseden daha hayırlıyım' dedi. Bunun üzerine İsa (as) ona 'Sen doğru söyledin. Elini bana uzat!' dedi. Kişi elini uzattı. İsa'nın (as) elinin dokunmasıyla yüzce insanların en güzeli, hâlce insanların en üstünü oluverdi. Allah-ü Teâlâ onda bulunan bütün illetleri, kulu ve peygamberi İsa'nın dokunmasıyla ortadan kaldırdı. Böylece o, İsa'ya arkadaş oldu ve onunla beraber Allah'a kulluk yapmaya devam etti.
Görülüyor ki rıza haline eren kulların elde edecekleri maddi ve manevi kazancın tarifi ve boyutu sınırlarımızın, idraklerimizin ve hayallerimizin ulaşamayacağı hudutlardadır.
Bunun içindir ki bu denli mükâfatlara vesile olan bu haslet, her kula nasip olmamaktadır. Ancak seçkin kullar bu nimetle şereflenmektedir. Zira başta kendi nefsimizden hareketle, çevremizi ve bütün insanlığı göz önünde bulunduracak olursak, bırakın Allah’ın takdirine razı olmayı, en küçük bir sızı da dahi isyan bayrağını açtığımız net bir şekilde müşahade edilecektir. Ağrıyan bir dişimizden, ters giden bir işimize kadar; işimizin yoruculuğundan, ailemizin itaat ve geçimine kadar… ve daha nice sayamadığımız hadiselerde hep, verenin verdiğine bir itiraz, bir isyan, bir memnuniyetsizlik içerisinde bulunuyoruz. Hâlbuki kula gereken, Allah’ın emrine boyun bükmek, onda sevgilinin yani Allah’ın yakınlığını aramaktır. Bu da gelene, gönderenin hatırı için boyun büküp, rıza göstermekle mümkün olur. Yoksa sadece ve sadece bir katre meniden yaratılmış, Aziz ve Kahhar olan Allah’ın kuvvet ve kudreti karşısında, sefil ve sapıtmış olan nefsi ile şeytana teslim olan insanın, Allah’ın takdirine rıza göstermemesi, O’na darılması haddine değildir! Bu yüzden herkes aklını başına almalı ve itiraz ile şikâyetlerini gönül evinden çıkarmalıdır. Allah’dan gelen karşısında memnuniyetsizlik ve üzüntüye kapılmak, Allah’a isyan etmek, O’na darılmaktır ki bu da Allah’a ihanet etmektir. Dolayısıyla kul için tek alternatif; başa geleni bu benim Rabb’imin takdiridir şuuruyla, öpüp başına koymak; sıkıntıysa sabır, nimetse şükürde bulunmaktır. Bunun yanında en ufak bir memnuniyetsizlik ve kızgınlık rızaya aykırıdır. Ebû Sâid el-Harrâz (ra) Hazretlerine bu mevzuya işaretle, "Efendim! Kul aynı anda hem razı hem de kızgın olabilir mi?" diye soruyorlar da, Ebû Sâid el-Harrâz (ra) Hazretleri onlara şu cevabı veriyor: "Evet, kulun Rabb’inden razı iken, nefsine ve kendisini Allah-ü Teâlâ'dan alıkoyan her şeye kızgın olması caizdir." Meymun b. Mehram Hazretleri şöyle demiştir: “Allah'ın kazasına razı olmayan bir kimsenin ahmaklığına deva yoktur!” Zira Allah’ın takdir etmiş olduğu bir şeyi, hiç kimsenin değiştirebilmesi mümkün değildir. Bunu bilmeyen bir insanın yeryüzünde varlığı söz konusu değildir. Ancak bunu bildiği halde idrak etmeyen insanoğlu, O Mutlak İradeye itiraz etmektedir.
Abdullah b. Mes'ud (ra) Hazretleri bunu çok güzel bir şekilde açıklayarak; “Eğer Ben bir ateş korunu yalarsam, o kor da yaktığını yakar; bıraktığını bırakırsa, bu durum Bana, olan bir şeye 'keşke olmasaydı' veya olmayan bir şeye 'keşke olsaydı' dememden daha sevimli gelir” buyuruyor. Aynı bunun gibi insan başına bir elem bir sıkıntı geldiği vakit derhal gönderene kafa tutmak yerine, bundan elde edeceği manevi kazancı hesap etmeli ve bu sıkıntısında Rabb’inin kendisine merhametini müşahade etmelidir. Bir kişi, (Basralı) Muhammed bin Vasî Hazretlerinin ayağındaki çıbana baktı ve şöyle dedi: “Ben bu çıbandan dolayı Sana acıyorum!' Muhammed bin Vasî Hz; “Fakat Ben, bu çıban çıktığından beri, gözümde çıkmadı diye Rabb’ime teşekkür ediyorum!” dedi. İşte bu iman, kulu rızaya ulaştıran yegâne yollardan birisidir.
Yoksa kul sorgulamaz. Yani kader başa geldiğinde karşı karşıya kaldığı duruma göre ya sabrını, ya şükrünü, ya hamdını icrâ eder. Ama hepsini yaparken Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin takdirine razı olur. Abdülkadir Geylani Hazretleri mevzuya şöyle açıklık getirmektedir:
“Allah’ın emri kat’î, askerleri kuvvetli, saltanatı sonsuzdur. Her emri, istisnasız yerine gelir. Bunlara iyice inan. Böyle bir padişahın mülkünde yaşadığını bil. O’nun mülkü devam eder. İlmi, bütün kâinatı kuşatmıştır. Hükmü her yerde geçer. Her yaptığı işte adalet vardır. Nefsini ve halkı bırak, yalnız Allah’a kul ol! Bütün halinde Allah’a ortak koşmaktan kork! Allah’tan kaçma, nereye gitsen seni bulur. Allah’ın verdiği hükümler karşı olma, sonra seni ezer. O’nun işlerine karışma, rezil olursun. Dünyada kısmetin kesilir. Ahirette ise en çetin azaba girersin. Allah’a çok darılıyorsun; O senin Rabb’ın olduğu halde O’nu töhmet altına almak istiyorsun. O’nun her işine itiraz ediyorsun, zorla bağlanıyorsun. O’na bağlılığın yolu zulüm ile oluyor. Hâlbuki O’na candan inanman ve teslim olman lazım… Allah’ın emir ve fermanına karşı kalbinden bir şey geçerse tövbe et. Her şey, bu dünya âlemine çıkmadan çok evvel yaratılmıştır. Onların kârını, zararını Allah bilir. Allah, yaptığını iyi bilir, yapacağı iş ona göre kolaydır. İşlerinde asla tenakuz bulamazsın. Yaptıklarında yersizlik göremezsin. Boş iş yapmaz. Lüzumsuz şey yaratmamıştır, yaratmayacaktır. İşlerini beğenmeyen kişinin aklına şaşılır. Boynunu yüce emirlere eğ! Allah için, iyi düşün, iyi sabret! Senin için olmayan sana gelmez. Sana nasip olmayanı kimse eline tutuşturamaz”
Bu itibarla insan bilmelidir ki dünyada daima imtihan halinde bulunmaktadır. Bu imtihanın sahibi ve uygulayıcısı Cenab-ı Allah, imtihana tâbi tutulanda insanoğludur. Bunun neticesinde cennet vardır, cehennem vardır ve en önemlisi Cemalullah vardır. Bunların hepsi Âziz ve Kahhar olan Cenab-ı Allah’ındır. İşte Allah’a itirazlardan tamamıyla sıyrılarak, O’nun rızasında varılabilecek en son noktayı; Üstadımız Cennet Mekân Hâdim-ül Fukarâ Abdullah Baba (ks) Hazretleri:
“Ne keşif, ne keramet, ne cennet, ne cehennem sırf Allah (cc) rızası için ibadet. Cennet de onun cehennem de. İsterse bizi cehennemine atar, isterse cennetine atar. Bizim yapacağımız kulluk vazifesi, biz O’nu seveceğiz. O’nu sevebilmek için say-ü gayret edeceğiz, nefsimize fırsat vermeyeceğiz. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubu Ya Hazreti Allah (cc) Matlubumuz Sensin Ya Rabbi! Maksadımız da Senin rızandır! Ne olur bizden de razı ol Ya Rabbi!” gayemiz budur.” buyurarak ifade ederler; “Evladım cennetine koysa niye koydun diyemeyiz. Cehennemine atsa niye attın diyemeyiz.” buyurarak, Allah’a itirazda yahut Yptığımız bir hayrın neticesinde O’ndan beklentide bulunmamanın gerekliliğini şiddetle telkin ederlerdi. İşte bu ufka ulaşabilmek için; iyiliğin gelmesini, kötülüğün gitmesini isteme! Eğer kısmetinde sana gelecek bir nimet varsa, istesen de gelir, istemesen de... Öyle bir yoldasın ki, Hakk’a taatla ve her şeyi hoş görmekle emrolunmuşsun. Belanın sana gelmesi seni heyecana düşürmesin. Yaklaşması seni çekindirmesin. Çünkü bela seni öldürmek için gelmez, seni tecrübe etmek için gelir, imanın sıhhatini ölçmek için gelir. Hakk’a olan bağlılığını kuvvetlendirmek ister. Senden memnun olur. Seni Hakk’a müjdeler... Allah-ü Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
“Biz sizi imtihan ederiz. Tâ ki içinizdeki mücahitleri anlayalım... Ve işlerinizden haberdar olalım.”
“Kaderleri takdir ettim. Tedbiri düzenledim. Sanatı sağlam yaptım. Kim razı olursa, Benimle mülâki oluncaya kadar Benden de ona rıza vardır. Kim kızarsa, Benimle buluşuncaya kadar, Ben de ona kızarım.
Hayır ve şerri yarattım. Hayrı kendisi için yarattığım ve hayrı onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cennet vardır. Şer için yarattığım ve şerri onun elleri üzerinde icra ettiğim kimseye cehennem vardır. Sonra neden ve niçin diyen kimseye de cehennem vardır.” (kutsi hadis/ İmam Gazali Hz.)