Kayıt Ol
Giriş Yap
Menu
Ana Sayfa
Forum
Yardım
Ara
Giriş Yap
Kayıt Ol
www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ
FANİDUNYA NET GENEL
SAHABELER VE DÖRT HALİFE
Asrı Saadet ve Sahabeler
Asr’ı Saadet Bugüne Ne Söyler.
FANİ DUNYA FORUM HABERLER
« önceki
sonraki »
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Aşağı git
Gönderen
Konu: Asr’ı Saadet Bugüne Ne Söyler. (Okunma sayısı 418 defa)
0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.
gurbetciyim
Global Moderator
İleti: 2330
Asr’ı Saadet Bugüne Ne Söyler.
«
:
Mayıs 09, 2023, 03:04:44 ÖS »
Asr’ı Saadet Bugüne Ne Söyler.
Modern zamanlarda doğduk, bizden önceki nesillerin aklının ucundan geçmeyecek imkân ve nimetlerin içinde yaşıyoruz. Güvenlik, eğitim, sığınma, beslenme gibi konularda erişim olanaklarımız, sadece bir yüzyıl öncesinden bakıldığında bile akıl alır gibi değil. Eğri oturup doğru konuşacak olursak, isteklerimize erişmek konusunda tarihin görüp görebileceği en avantajlı zamanları yaşıyoruz. Tarım toplumu, sanayi toplumu, bilgi toplumu derken kendimizi dijital bir çağın içinde bulduk. Hız, bu çağın en belirgin vasfı.
Şehirlerde sabah saatlerinde başlayan koşturmaca akşam saatlerine kadar sürüyor ve insanlar zamanla yarışıyor. Şehirlerimiz, yollarımız, evlerimiz, alışkanlıklarımız günbegün değişiyor. Nesiller arası mesafe açılıyor ve ebeveynler baş döndürücü bu gidişatın içinde çoğu kez ne yapacağını bilemiyor. İşte bu hız ve gürültü çağının tam ortasında durup kendi kendimize soruyoruz: Asr-ı Saadet bugüne ne söyler? Bizden on dört yüzyıl evvelki bir zaman diliminde olup bitenler yaşadığımız zamanlara ne anlatır? İnsanoğlunun gündelik alışkanlıkları değişmiş, sosyal hayat farklılaşmış; iş, eğitim, alışveriş gibi alanlarda inanılmaz bir dönüşüm yaşanmışken tarihin bir aralığında olup biten şeylerin bugüne nasıl ve ne şekilde temas edeceğini soranlara hak vermemiz gerekiyor.
Aslında bütün bu soruların cevabı insanın değişmez yapısında düğümleniyor. Hayat, ulaşım, eğitim, iletişim imkânlarımız ve yöntemlerimiz değişti ama bütün bunlara muhatap olan insan değişmedi. Dünya tarihiyle ilgili az çok fikre sahip olanlar, insan duygularının, reflekslerinin, düşünce ve tavırlarının her çağda her toplumda kendini tekrar ettiğini görürler. Tarihin yekpare gölgesinde insanın biyografisi aynılaşır. Bundan binlerce yıl önce taş tabletlere “Gençler bozuldu.” yazan yetişkin tedirginliği ile çocuğunun dijital mecralara kapılmasından endişe duyan ebeveyn endişesi bir noktada birleşir. On üçüncü yüzyılda Moğol istilası sebebiyle aç biilaç evini, yurdunu terk eden bir aileyle yirmi birinci yüzyılda kimyasal silahlardan kaçıp mülteci durumuna düşen insanın yaşadıkları aşağı yukarı aynı şeydir. Çünkü duygu ve düşüncelerin çıkış noktaları birbirine çok benzer. Sevgiler, nefretler, hırslar, özlemler, zaaflar itibarıyla insan, dünyanın hemen her yerinde benzer patikalarda yürür, benzer iniş çıkışları yaşar, benzer imtihanlardan geçer.
Dünyaya gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren büyük bir koroya dâhil oluruz: İnsanlığın büyük yürüyüşü. İlk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan ve mütemadiyen imtihanlarla dolu bir yolculuktur bu. Tedirginlikler, arayışlar, endişeler, sevinçler, umutlar barındıran bir yürüyüş. Takvimler değişir, iklimler değişir, imkânlar değişir ama insanın şu gök kubbe altında yaşadıklarının özü, mihveri değişmez. İşte bu değişmeyen kolektif biyografimiz, bizi maziden daima ders alabilecek bir konumda tutar. Tarihin yüksek kürsüsünde bilgiler her daim tazeliğini korur. Başka insanların yaşadıkları bizim için kıymetli birer hazinedir.
Onların iyilikleri de kötülükleri de bizler için birer derstir. Toplumlar kendilerini tarihin boy aynasında görür, gözden geçirir, kıyasa tabi tutar ve gerekirse onarırlar. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bunu açık bir şekilde emretmiştir: “Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı?” (Fâtır, 35/44)
Tarih Kitabının Paha Biçilmez Sayfaları
Geçmiş toplumların başına gelenler, müspet ve menfi anlamda önemli dersler çıkaracağımız bir kitaba benzer. İşte bu tarih kitabının içinde biz Müslümanlar için inci mesabesinde muteber bir kesit vardır: Asr-ı Saadet. Bizler için tarihin bütün sayfaları bir yana, o paha biçilmez dönem bir yanadır. Çünkü o dönem, âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamberin bereketine ve aydınlığına gark olmuştur. Allah Resulü’nün yaşadığı çağa, onun vahiyle müşerref olduğu, toplumu Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları doğrultusunda uyardığı, yoğurduğu, biçimlendirdiği döneme “mutluluk dönemi” anlamına gelen Asr-ı Saadet denilmiştir. Bu terkibin Türkçeye mahsus olduğunu unutmamak gerekir. Müslümanların en ideal zamanını daima saygı, özlem ve hasretle anmanın bir ifadesi olarak Türkçede neşvünema bulan bu terkip, kimilerince dört halife ve tabiin dönemlerini de içine alacak şekilde kullanılsa da yaygın olarak iki cihan serveri Peygamber Efendimizin yaşadığı dönemle sınırlı tutulmuştur (Abdülkerim Özaydın, “Asr-ı Saadet”, TDV İslam Ansiklopedisi, 3. cilt, 1991, s. 501).
Bu noktada bir konuyu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Asr-ı Saadet’e dönüp baktığımızda başta Allah Resulü olmak üzere bütün Müslümanların çetin sınavlardan geçtiğini; boykot yıllarında, kıtlık günlerinde, hicrette ve savaşlarda ağır bedeller ödediklerini biliyoruz. Böylesi bir döneme “mutluluk çağı” denmesinin, bugün mutluluğu haz ve keyfe indirgeyen modern birey için kolayca anlaşılacak bir yanı yok. Asr-ı Saadet’in, değerlerin egemenliğine, sevginin ve fedakârlığın hazzına özgü bir sevinç vurgusu ihtiva ettiğini belirtmemiz gerekiyor. Kastedilen saadet, hakikatin el üstünde tutulması ve insan itibarının yeniden hak ettiği düzeye kaldırılmasıdır. Tapınılan putlar, alınıp satılan köleler, meta muamelesi gören kadınlar, yalnızlığa mahkûm edilen yetimler, zulüm gören hayvanlar İslam dininin getirdiği yeni değerler silsilesi içinde hak ettiği yeri bulmuş ve değerler huzura kavuşmuştur. Asr-ı saadet, peygamberin varlığıyla yeşeren, tebliğ ettiği vahiyle yükselen, hale hale genişleyen bir medeniyet nüvesinin adıdır. Onun bütün kültürlere, bütün zamanlara örnek bir toplum, örnek bir zaman dilimi olmasının altında vahiyle yoğrulmuş olması hakikati yatar.
Çöle Doğan Güneş
Gelin isterseniz hikâyenin başına gidelim. MS 500’lü yıllarda Arabistan Yarımadası’nda güçlü olanın haklı sayıldığı, zalimlerin zulümlerinin yanına kâr kaldığı; panayırlar, eğlenceler, put ticareti ve köle pazarları vesilesiyle ahlaksızlığın yaygınlık kazandığı karanlık bir dönem yaşanmaktaydı.
İşte böyle bir ortamda “güzel ahlakı tamamlamak üzere” (İbn Hanbel, II, 381) bir peygamber, çölü esir alan karanlığın üzerine güneş gibi doğdu. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) 571 yılında dünyaya gelişiyle sadece Mekke’nin değil, bütün bir insanlık tarihinin akışı değişecekti. Çocukluğu ve gençliği boyunca içinde yaşadığı toplumun putperest alışkanlıklarından uzak duran Efendimiz, toplumda az sayıda da olsa varlığını devam ettiren Haniflerdendi. Hanifler; şirkten kaçınan, yılın belli aylarında inzivaya çekilen, müşriklerin inanç ve davranışlarından kendilerini koruyan tevhit ehli kimselerdi. 610 yılının Ramazan ayında Cenab-ı Allah, vahiy meleği Cebrail (a.s.) aracılığıyla Peygamberimize (s.a.s.) ilk vahyi göndermişti. Bu tarihten itibaren vahyin, bugün bizim Asr-ı Saadet dememize sebep olan dönüştürücü etkisi başlayacaktı. Kur’an-ı Kerim, yavaş yavaş nüzul olmuş; varlığı, hayatı, insanı, ölümü ve ölüm sonrasını anlamayı sağlayacak bilgiler getirmişti. Getirdiği ilkeler, teklif ettiği değerler sadece bireysel hayatla sınırlı değildi. Ayetler toplumsal alana da hitap ediyor, sosyal hayatın da ıslah edilmesini öngörüyor, yepyeni bir toplum modeli sunuyordu.
İşte bu teklifin odak noktasında Allah Resulü bulunuyordu. Örneğin Hz. Aişe validemizin rivayet ettiği şu olay, onun vahye muhatap olduğu güne kadarki toplumsal imajıyla ilgili önemli bilgiler ihtiva eder: İlk vahiy gelmiş ve Hz. Peygamber korku içinde evine dönmüştü. Onu, eşi Hz. Hatice şu ifadelerle teselli etmişti: “Allah’a yemin ederim ki Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, işini görmekten aciz olanların ağırlığını yüklenirsin, yoksula kazanç kapısı sağlarsın, misafiri ağırlarsın, hak yolunda karşılaşılan sıkıntıları aşmaları için insanlara yardım edersin.” (Buhari, Bed’ü’l-vahy, 1)
Peygamber Efendimiz, ailesiyle dostlarıyla hatta düşmanlarıyla muhatap oluyor ve bu sosyal temas süreçlerinde ortaya koyduğu tavır kendi çağını aşan ahlaki bir öz barındırıyordu. İşte bu öz sebebiyle kendisinden sonraki Müslümanlar için onun yaşamı boyunca ortaya koyduğu öğretiler, hadis ve siyer adlı iki büyük disiplinin ortaya çıkmasına vesile olmuş, İslam âlimleri büyük bir dikkatle Peygamber Efendimizin hâl, hareket, söz ve üslubunu sonraki nesillere taşımayı amaç edinmişlerdir. Tabiri caizse Asr-ı Saadet ağacının şifalı dallarını sonraki çağlara sarkıtmışlardır.
Asr-ı Saadet’in Önerdiği Toplum
Asr-ı Saadet’in kandili Allah Resulü’ydü. O, her bir adımını vahyin refakatinde atıyor, öğüdünü Cebrail’in (a.s.) gözetiminde veriyordu. Bu sebepten onun karanlık çağı aydınlatan varlığının her boyutundan eşsiz örneklikler sadır oluyordu. Asr-ı Saadet, en küçük yapı taşını göz ardı etmeksizin bir toplum inşasının adıdır. Örneğin Enes b. Malik’ten öğrendiğimize göre Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kimseyle karşılaşınca onunla tokalaşır, karşısındaki kimse elini bırakmadan elini onun elinden çekmezdi. Karşısındaki kimse yüzünü çevirmeden o da yüzünü muhatabının yüzünden başka tarafa çevirmezdi.
Ayrıca Resûlullah, beraber oturduğu bir kimsenin önüne doğru ayaklarını asla uzatmazdı (Tirmizi, Sıfatü’l-kıyâme, 46).
Peygamberimize gönülden bağlı sahabilerin de kendi aileleriyle yaşadığı imtihanlarda, İslam yolunda sergilediği fedakârlıklarda, yüklendikleri sorumluluklarda bizim hayatımıza ışık tutacak sayısız misal vardır. Kimi genç yaşta ordu komutanı oldu, kimi İslam’ı tebliğ etmek için uzak ülkelere yalınayak yürüdü, kimi tevhitten vazgeçmemek için ağır kayalar altında ezildi, kimi ilim öğrenmek için Allah Resulü’nün mescidinde sabahladı, kimi ticaret yaparak elde ettiklerini ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Onlar, akan nehirde bile suyu israf etmemek gerektiğini, yerdekilere merhamet etmeyene göktekilerin merhamet etmeyeceğini, çocukların yanından geçerken onlara dönüp selam verilmesi gerektiğini bizzat Peygamber’den (s.a.s.) talim etmişlerdi. Kısacası onlar Peygamber ahlakıyla ahlaklanmayı kendilerine amaç edinmişlerdi. Peki neydi Peygamber ahlakı? Ebu Abdullah el-Cedeli, Hz. Aişe’ye Allah Resulü’nün (s.a.s.) ahlakını sorunca ondan şu yanıtı almıştı: “O, söz ve fiillerinde kaba biri değildi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmaz, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, buna karşılık affeder ve hoşgörülü davranırdı.” (Tirmizi, Birr, 69) Peygamber’in hilm yüklü ahlakından hepimizin alacağı, kendi hayatına uyarlayacağı şeyler daima vardır. Yine Hz. Aişe, Peygamberimizin evde neyle meşgul olduğunu soranlara şöyle cevap vermişti: “Ev işiyle uğraşırdı yani ailesine hizmet ederdi; namaz vakti gelince de namaza giderdi.” (Buhari, Ezan, 44; Edeb, 40) Bu rivayette modern Müslüman bireyi, özellikle erkeği ilgilendiren değerli bir bilgi, kritik bir denge vazedilir. Asr-ı Saadet; kaba, nobran, kırıcı davranışların gözden düştüğü bir toplum modeli önermekteydi. Bu toplum modeli ahlaka yaslanmıştı. Peygamberimiz bir gün Medine pazarında dolaşırken bir tezgâhtaki buğday yığınına yaklaşmış, elini yığının içine daldırdığında parmakları ıslanmıştı. Efendimiz satıcıya, “Bu da nedir buğday sahibi?” diye sormuş; o da, “Üzerine yağmur yağmıştı ey Allah’ın Resulü.” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber bütün zamanları ve mekânları ilgilendiren şu sözleri buyurmuştu: “Öyleyse insanların görmeleri için ıslak olan kısmı üste koyman gerekmez miydi? Kim aldatırsa benden değildir.” (Müslim, İman, 164) Peygamberimizin sözü, elbette sadece Medine pazarıyla veya buğdayla sınırlı bir ikaz değildi. Bu olayda, kıyamete kadar Müslümanların kulağına küpe olacak, hayatlarının her alanında sergilemeleri gereken dürüstlüğün altı çizilir.
İşte Asr-ı Saadet, vahiy ve Peygamber vasıtasıyla anbean uyarılan, ikaz edilen, ıslah edilen, olgunlaştırılan, yüksek bir ahlaki seciyeye ulaşan toplumun yaşadığı zaman kesitidir. Bizler bugün, yazının başında bahsedilen modern dönemlerin ortasında yaşayan insanlar olarak yapıp ettiklerimizin, kararlarımızın, adımlarımızın, sözlerimizin bir tür sağlaması olarak daima Asr-ı Saadet’e bakmalı, orada vahyin ve peygamberin gölgesinde neşvünema bulan aydınlığı evlerimize, işlerimize, sokaklarımıza, hasılıkelam hayatlarımızın her alanına taşımalıyız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde evlerimizi, işlerimizi, sokaklarımızı o büyük saadetten nasiplendirmiş olacağız.
Kaan H. Süleymanoğlu
RADYO FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir.
Üye Ol
veya
Giriş Yap
Kayıtlı
Yazdır
Sayfa: [
1
]
Yukarı git
« önceki
sonraki »
www.FaniDunya.Net |HUZURUN, DOSTLUGUN, KARDEŞLİGİN EN GENİŞ PAYLAŞIMIN TARAFSIZ, KALİTELİ, DEVAMLI HİZMETİN ADRESİ
FANİDUNYA NET GENEL
SAHABELER VE DÖRT HALİFE
Asrı Saadet ve Sahabeler
Asr’ı Saadet Bugüne Ne Söyler.