* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Saadet asrı - Adanmış Hayatlar  (Okunma sayısı 489 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı türkiyem

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 2153
Saadet asrı - Adanmış Hayatlar
« : Nisan 27, 2020, 01:17:57 ÖS »
Saadet asrı -  Adanmış Hayatlar

Emrolunduğu üzere dosdoğru olan ve ömrünü insanlığın saadeti için hak yola davete adayan Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz; kendisine üzerinde bulunduğu işi terk etmek karşılığında- dünyevî olarak istediği her şeyi vermeyi teklif eden, yoksa ölümle tehdit eden müşriklere karşı:

“Allâh’a yemin ederim ki, bir elime ayı, bir elime de güneşi verseler, bu davadan yine vazgeçmem! Gerekirse de bu yolda ölürüm.” buyurarak, ümmeti için en mükemmel ve azimli fedakârlık numunesi olmuştur.

Onun rahle-i tedrisinden geçen ashab-ı kiram efendilerimiz de adanmışlığın, fedakârlığın ve feragatin en ileri seviyede örnekliklerini bizzat yaşayarak gösterdiler.

Hz. Ömer halifeyken bir seferinde huzurda bulunanlara sormuştu: “Allah’tan bir tek şey dileyecek olsanız ne isterdiniz?” Oradakilerden kimisi tasadduk etmek için bir oda dolusu altın ve gümüş, kimisi cennet istedi. Sıra Ömer’e geldiğinde cevabı şu oldu: “Allah’tan bir oda dolusu Salim, Muaz, Ebu Ubeyde gibi yetişmiş ve adanmış adam isterdim.”

İşte her biri takip edildiğinde yol ve yol gösterici yıldızlar mesabesinde olan bu kutlu nesilden birkaç örnek:

SUFFE ASHABI (Allah onlardan razı olsun)

Suffe ashabı, Mescid-i Nebevi'nin inşaatının ardından kuzey kısmına -ki kıble o zaman henüz Kudüs idi- eklenen Suffe isimli bölümde kalan, evlenmeyen, aşiret ve akrabaları olmayan, ticaretle uğraşmayan, tüm vakitlerini, maddi-manevi varlık ve hayatlarını Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e ve Kur’an’a adayan sahabelerdir. Bir tebliğ ve cihat hizmeti olunca Peygamber Efen¬dimiz ilk önce Suffe Ashâbı’ndan seçmiştir

Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabeler, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in hiç bir nasihatını, hiç bir hitabesini kaçırmazlardı. Daima orada hazır bulunur, irşad edilen hitabeleri ve öğütleri ezberleyip diğer Sahabelere de naklederlerdi. Şu âyetin Ashab-ı Suffe hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir:

“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allâh yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (Bakara, 273)

Suffe ashabından Ebû Hüreyre (RA) şöyle demiştir:

“İnsanlar, ‘Ebû Hüreyre çok hadis naklediyor.’ diye şaşırıyorlar… Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle; Ensar kardeşlerimiz tarlada, bahçede ziraatle meşgul iken, Ebû Hüreyre boğaz tokluğuna Allah Rasulü’nün yanında bulunuyor, onların şâhid olmadığı nice şeylere şahit oluyor, ezberleyemediklerini ezberliyordu.” (Buhârî, İlim, 42). Yine Ebû Hüreyre (RA):

“Ben Suffe Ehli’nden yetmiş kişiyi gördüm. Hiçbirinin üzerinde bütün vücudunu örten bir elbise yoktu. Ya belden aşağı giyilen bir izâr ya da belden yukarı giyilen bir ridâları vardı. Elbiselerini boyunlarına bağlarlardı. Bunların bir kısmı baldırlarının yarısına, bir kısmı da topuklarına erişirdi de avret yerleri görülmesin diye elbiselerini elleriyle toplarlardı.” (Buhârî, Salât, 58) Fedâle bin Ubeyd radıyallahu anh ise şöyle demiştir:

“Rasulullah sallâllâhu aleyhi ve sellem ashâba namaz kıldırırken, onlardan bâzıları açlığın verdiği takatsizlikten ayakta duramayarak düşüp bayılırdı. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler: “Bunlar deli!” derlerdi. Allah Rasulü namazı bitirince açlıktan bayılanların yanına gider ve onları teselli ederek:

“Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)

“Sabah-akşam rızasını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünya hayatının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..” (Kehf, 28) ayet-i kerimesi nâzil olunca, Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem hemen kalkıp o fakir sahabelerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allah’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine:

“Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamd olsun! Artık hayatım da ölümüm de sizinle beraberdir.” dedi.

Sonra Allâh Rasulü, kendisini onlarla aynı seviyede tutarak ortalarına oturdu. Eliyle işâret edip:

“Şöyle (halka yapın!)” dedi. Cemaat hemen etrâfında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihâyet Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem şu müjdeyi verdi:

“Ey yoksul muhâcirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyamet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beş yüz sene eder.” (Ebû Dâvûd, İlim, 13/3666)

“Ey Ashab-ı Suffe! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir.”

Kaynaklar onların en belirgin özelliğinin fakirlik ve açlık olduğunda ittifak halindedir. Dünyalık yönünden onların hiçbirinin iki yakası bir araya gelmezdi. Hiçbirinin iki elbisesi olmazdı, iki çeşit yemek yiyemezlerdi. Rabbimiz onların halleriyle hallenen insanlardan eylesin.

MUS’AB BİN UMEYR (Allah ondan razı olsun)

“Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…” (Tevbe, 111)

İşte o mü’minlerdendi Mus’ab (Radıyallahu anh). Varını yoğunu Allah rızası için ortaya koymuş genç sahabelerdendi. Mekke’de soylu ve zengin bir ailenin çocuğuyken Hicret’in daha üçüncü yılında Uhud’da şehid olduğunda onu da örtecek bir kefen bulunamamıştı.

Zengin ve şerefli bir aileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve en pahalı kokuları da o kullanırdı. Güzelliği ile dillere destan olduğu için Mekke’nin kızları hep onun peşinde gezerdi. Ama o, bütün bunları feda ederek, Allah yoluna baş koydu.

Hazret-i Ali radıyallahu anh şöyle anlatır:

“Biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasulü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nimetler içindeki haliyle şimdiki halini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı.

 

RIDVAN ASHABI (Allah onlardan razı olsun)

Peygamberimiz ve 1400 kadar Sahabe hicretin altıncı yılı sonlarında, umre niyetiyle Medine’den yola çıktılar. Niyetleri sadece Kâbe’yi ziyaret olduğu için yanlarına sadece “yolcu kılıcı” denilen silâhları aldılar. Fakat Mekke’li müşrikler bu yolculuğu öğrenince Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlbuki binlerce yıllık teamüllere göre Mekke’nin yerleşik halkı hac ve umre için gelenlere her türlü kolaylığı göstermek ve ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydüler ve bununla övünürlerdi.

Niyetlerinin sadece umre olduğunu anlatmak için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Osman’ı -radıyallahu anh- elçi olarak gönderdi. Hz. Osman’ın -radıyallahu anh- şehit edildiği söylentilerinin Müslümanlara kadar ulaşması üzerine Bir çağırıcıyı görevlendiren Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız” buyurarak ashaba şunu ilân ettirdi:

“Haberiniz olsun ki Rasulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey'atı emretti.”

Rasulullah, orada bir semure ağacının altında biat aldı. Ashab, Efendimize “Kureyşlilere karşı kanlarının son damlasına kadar çarpışacaklarına, ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere” söz verdiler.” Rasulullah onlara şöyle dedi:

"Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız”.

Bu biata katılan 1400’e yakın sahabe hakkında Fetih Suresi’nin 18. âyetinde şöyle buyrulur:

“Andolsun ki, o ağacın altında sana biat eden mü’minlerden Allah razı oldu. Kalplerinde olanı bildiği için Allah onların üzerine sükûnet ve emniyet indirdi. Ve onları pek yakın bir fetihle mükâfatlandırdı. ”

Allah “razı” olduğu için biata “Rıdvan beyatı” biat edenlere de “Rıdvan Ashabı” denildi.

Allah onlara, canlarını Allah yolunda “adayan” o kutlu insanlara Saf Suresi’nde vaad edilen bütün nimetleri; hem ahiret nimetlerini, “cenneti” hem de dünyadaki “Allah’tan yardım ve yakın bir fetih” nimetini verdi.

Rasulullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem birgün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında buna şöyle şahadet ettiler:

“İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Hanbel)

O günden sonraki maddi anlamdaki fetihlere ise yaşayanlar bizzat şahadet ettiler.

AMR İBNİ CEMUH VE AİLESİ

Amr İbni Cemuh, cahiliye öneminde Medine’nin ileri gelenlerinden, Seleme Oğullarının efendilerinden biriydi. Dürüstlüğü ve cömertliği ile tanınmaktaydı. Cahiliye devrinde soylu kişilerin evlerinde put bulundurma âdeti vardı. Amr'ın putu da Menat idi. Onu kaliteli bir ağaçtan yapmıştı. Saygıda kusur etmez, ona en güzel kokuları sürerdi.

Mus’ab radıyallahu anh Medine’ye gelmiş, Medinelileri önemli bir kısmı iman etmiş ama Amr, putundan bir türlü vazgeçememişti. Çocukları ve genç Müslümanlar bir gece gizlice evine girerek meşhur putu bir pislik çukuruna attılar. Ertesi gün Amr bunu görünce çok sinirlendi, putu çıkardı, yıkadı, temizledi kokular sürdü ve itina ile yerine yerleştirdi.

Gençler sonraki gecelerde aynı işi tekrarladılar. Amr da aynısıyla karşılık verdi. En sonunda Amr, Menat'ın boynuna kılıcını astı ve:

“Ey Menat! Bunları sana kimin yaptığını bilmiyorum. Eğer sen de hayır varsa işte kılıç kendini koru” dedi. Ancak aynı durum o gece de tekrarlanınca artık onu tuvalet çukurundan çıkarmadı:

“Vallahi sen Tanrı olsaydın bir tuvalet çukurunda olmazdın” dedi ve Müslüman oldu. Artık o da İslâm'ın fedakâr bir hizmetçisi, davanın adanmış bir bekçisi olmuştu.

Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında ashab-ı kiramın hepsi, yaşlısı, genci savaşa katılmak için birbirleri ile yarışıyorlardı. Üç oğlu gibi Amr İbni Cemuh da cihat hazırlığına başladı. Hâlbuki Amr, o anda çok yaşlı ve bir ayağı ileri derecede sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler.

Amr, evlatlarına; “Evlatlarım! Beni de bu gazaya götürünüz!” diyor, oğulları da; “Babacığım! Ayağının arızalı olması sebebiyle, Allah seni mazeretli saydı. Cihada çıkmakla mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!” diyerek babalarını ikna etmeye çalışıyorlardı. Fakat Amr:

“Yazıklar olsun sizin gibi evlatlara! Bedir gazasında da böyle diyerek, Cennet'i kazanmaktan beni alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrum edeceksiniz?” dedi.

Evdeki kadınlar ve akrabaları da vazgeçirmek için uğraşınca Amr, bunların elinden kurtulmak ve kendisini engellemek isteyenleri şikâyet etmek maksadıyla Efendimizin huzuruna çıktı:

“Ey Allah’ın Rasulü, şu benim oğullarım ve akrabalarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Evde hapis olmamı istiyorlar, Allah yolunda cihada iştirakimi istemiyorlar. Allah’a yemin ederim ki bu topal ayaklarımla cennete gitmek istiyorum.” dedi.

Allah’ın Rasulü, “Ey Amr, şer’i mazeretin var. Allah seni mazur kılmış, cihat sana vacip değil” dedi ise de, Amr:

“Ya Rasulallah! Bana vacip olmadığını biliyorum, ama yine de gitmek istiyorum. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü oğullarına: “Ona engel olmayın. Herhalde Allah, ona şehitlik verecektir” buyurdu.

Ordunun hareket vakti gelince Amr, hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti:

“Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni aileme döndürme.”

O zamana kadar ayağı sakat olduğu için, hiçbir savaşa katılamayan Amr, bu sefer âdeta koşarak katıldı Uhud muharebesine.

Uhud’un seyredilecek sahnelerinden biri, Amr bin Cemuh’un meydandaki hareketleriydi. Sakat ayağı ile kendini ordunun içerisine atıyor, feryat ediyordu: “Cenneti arzuluyorum!” Oğullarından birisi babasının arkasından hareket ediyordu.

Savaşın kızışıp müşriklerin Rasulullah’ı kuşattığı sırada o, tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Resulullah’ı koruyan mü’minlerin ön safında yer almışlardı. Baba ile oğul o kadar savaştılar ki sonunda ikisi de şehit oldu.

Savaş bittikten sonra Medine kadınlarından birçoğu, mücahitlerinin durumunu yakından öğrenebilmek için, şehir dışına çıkmıştı. Medine’ye ulaşan haberler de pek iç açıcı değildi.

Peygamber’in hanımı Hz. Aişe radıyallahu anha da şehirden biraz uzaklaşıp, Uhud’a katılanların akıbetleri hakkında bilgi sahibi olmak istiyordu. Yolda Amr İbni Cemuh’un eşi Hind’i gördü. Hind, üç şehidini deveye bindirmiş, kendisi de devenin yularından tutmuş şehre doğru gidiyordu. Aişe’yi gören Hind radıyallahu anha:

“Merak etmeyin. Elhamdülillah, Peygamber sağdır, O sağ olunca derdimiz olmaz”. dedi.

Hz. Aişe: “Peki şu getirdiğin cenazeler kimindir?” diye sorunca Hind:

“Bunlar kardeşimin, oğlumun, kocamın cenazeleridir”. Hz. Aişe:

“Nereye götürüyorsun ?” Hind:

“Medine’ye defnetmek için götürüyorum”.

Hind, bunları söyleyip devenin yularını Medine’ye doğru çekti. Fakat deve istemeyerek, zorla Hind’in peşi sıra gidiyordu. Nihayet yere yattı. Hz. Aişe’nin:

“Hayvanın yükü ağırdır, çekemiyor!” demesi üzerine Hind:

“Hayır, bizim devemiz çok kuvvetlidir, normal olarak iki devenin yükünü çekebilir. Bunun başka bir sebebi olmalı”. dedi.

Hind, deveyi yeniden harekete geçirdi. Deve, ikinci defa dizlerini kırıp yere yattı. Hind, devenin yönünü Uhud’a doğru çevirdiğinde hızlı bir şekilde hareket ettiğinin farkına vardı. Deve, çok dikkat çekici bir şekilde Medine’ye doğru gitmekten ziyâde Uhud tarafına gitmek istiyordu. Hind, bunun üzerine Medine’ye gitmekten vazgeçip, devenin yularını çekerek, doğruca cenazelerin olduğu Uhud tarafına giderek, durumu Peygambere arz etti: Efendimiz:

“Kocan Uhud’a doğru yola çıkınca bir şey söyledi mi?” diye sordu. Hind: Ya Rasulallah! Yola çıktıktan sonra şu cümleyi duydum: “İlahi beni evime döndürme!” diyordu. Efendimiz:

 “Öyleyse sebep budur. Bu şehit kişinin duası kabul olmuştur. Allah, bu cenazenin geri dönmesini istemiyor. Siz Ensar’ın arasında öyle kişiler var ki, eğer Allah’a dua edip yemin verirlerse duaları kabul olur. Senin kocan da onlardan birisidir”. buyurdular.

Rasul-ü Ekrem’in izniyle o üç cenaze de Uhud’a defnedildi. O zaman Resul-i Ekrem Hind’e dönerek şu müjdeyi verdi: “Bu üç kişi, ahirette benim yanımda olacaklar”

İKRİME

Ümmetin Firavununun oğlu. Kureyş´in sayılı kahramanlarından birisi ve en iyi dövüşen süvarilerindendir.

Fetih gününe kadar “İslam’a ve Müslümanlara karşı en şiddetli bir şekilde düşmanlık eden kimdir?” diye sorulsa bütün parmaklar onu gösterirdi. O güne kadarki bütün savaşlara katıldı. Malıyla ve canıyla, davasına adanmış bir şekilde sıfır tavizle mücadeleyi sürdürdü.

Bedir ve Uhud’da öldürülen yakınlarının intikamını almak için Reci’de esir alınan Hubeyb Bin Adiy ve Zeyd Bin Desinne’yi satın alarak vahşice şehit edenlerin başında yine o vardı.

Mekkeli müşrikler hakkında inen bütün ayetlerin muhatabı idi.

Fetih günü Müslümanlarla silahlı mücadeleye giren az sayıdaki Mekkeliler arasında idi. Halid Bin Velid onları mescidin kapısındaki Hazvere’ye varıncaya kadar kovaladı. Bu çarpışmada birkaç müşrik öldürüldü ve yaralandı. İkrime kaçanlar arasında idi. Yemen’e doğru yola çıktı. Bulunduğu yerde öldürülme emri verilenler arasında idi.

Şehadet getirip beyat eden kadın topluluğu arasında bulunan İkrime’nin hanımı Ümmü Hakim, Rasulullah’tan kocası için eman aldı ve bulup getirmek için izin istedi.

Ümmü Hakim İkrime’ye yetişti, Rasulullah’ın emanını haber verdi ve Müslüman olmasını istedi. Başka çaresi kalmayan, bu süre içerisinde iyice düşünen İkrime’nin kalbi İslama karşı yumuşamıştı.

Peygamber Efendimiz İkrime’nin geldiğini görünce o kadar sevindi ki, yerinden fırladığında sırtındaki ridası yere düştü. İkrime’yi üst kısmı açık şekilde kucakladı ve sonra oturdu. İkrime:

“Sen bizi neye davet ediyorsun, ya Muhammed!” dedi. Peygamber Efendimiz:

“Seni, Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Rasulü olduğuma şahadet etmeye, namaz kılmaya, zekât vermeye ve şunu şunu yapmaya davet ediyorum!” deyip bütün İslam esaslarını saydı. İkrime:

“Vallahi sen, hak iyi ve güzel vasıflardan başka bir şeye davet etmiyorsun. Allah’a yemin ederim ki, sen bizi bunlara davet etmeden önce de bizim aramızda idin ve hepimizden doğru sözlü, doğru özlü, iyi kalpli ve güzel davranışlı bir kimse idin. Şu halde Allah’tan başka ilah bulunmadığına, senin de O’nun Kulu ve Rasulü olduğuna şehadet ederim!” dedi. Bundan sonra Peygamber Efendimiz kendisine:

“Bugün benden sana verebileceğim ne istersen sana vereceğim.” Buyurdu. İkrime de:

“Öyle ise, sana ne kadar düşmanlık yapmış isem, seninle savaşmak için ne kadar adım atmış ve ne kadar kol sallamış isem ve senin hakkında ister yüzüne, ister arkandan olsun, ne kadar kötü laf söylemişsem bunların hepsi için bana Allah’tan mağfiret dile.” dedi. Efendimiz de ellerini kaldırarak onun kelimelerini tekrar ederek dua etti. İkrime bunun üzerine:

“Bu benim için yeter ya Rasulallah!” dedi ve ilave etti:

“Şahit ol ya Rasulallah! Ben de insanları Allah yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar mal harcamışsam, onun iki katını Allah yolunda vereceğime ve yine insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için, nerede ve ne kadar can çürütmüş isem, onun iki katını Allah yolunda yapacağıma söz veriyorum!” Dedi.

İkrime, Efendimiz döneminde savaşlara iştirak etti, başarı üzerine başarılar kazandı. Ebu Bekir Sıddık Halife olunca da, hiçbir savaşta bulunmazlık etmedi. Bu savaşlardan kimisine kumandan, kimisine de sıradan bir asker olarak katıldı.

Hazreti Ebu Bekir’in hilafeti döneminde, Hazreti Halid Bin Velid’in komutasında, Suriye cephesinde Bizanslılar’la yapılan Yermük savaşında, hanımı Ümmü Hakim ile savaşa katılan İkrime, cihada susamış bir er olarak yerini aldı.

Müslümanların Yermük’te toplandığını duyan Heraklius, komutanlarına haber göndererek, orada toplanmalarını emretmişti. Hıristiyan ordusu 240.000 kişi idi. Halid bin Velid’in emrindeki kuvvetlerin Yermük’teki orduya katılmasından sonra, İslam askerinin sayısı 46.000 e ulaştı.

Yermük Harbi, tarihte eşine ender rastlanan çarpışmalara ve kahramanlıklara sahne oldu.

Zamanının süper gücü olan Bizans ordusunun karşısında, bir ara Müslümanlar sıkışmıştı. İşte o zaman İkrime atından inip, kılıcının kınını kırdı ve Bizans saflarına daldı. Halid Bin Velid O’na koşup şöyle dedi:

“Böyle yapma İkrime! Senin ölümün Müslümanlar için büyük kayıp olur!” İkrime:

“Beni bırak Halid! Senin Rasulullah’la güzel bir geçmişin var. Halbuki ben ve babam, Rasulullah’a en çok eziyet edenlerdendik. Beni bırak da, daha önce yaptıklarımı ödeyeyim. Rasulullah’a karşı birçok yerde savaştım. Bugün Bizanslılara karşı savaşmaktan mı kaçayım? İşte bu asla olamaz!” Dedi. Ardından Müslümanların içinde şöyle haykırdı:

“Kim ölünceye kadar savaşmak üzere bizimle beraberce sözleşecek?”

Hemen etrafına toplanan dört yüz kadar Müslüman arasında, amcası Haris Bin Hişam ve ashabtan Dırar Bin Ezver’de O’nunla “ölümüne” sözleşti. Halid Bin Velid’in çadırının önünde canla başla çarpışıp O’nu en güzel şekilde korudular. Savaşın kaderi de böylece değişip zafer Müslümanlara nasip oldu.

Halid Bin Velid, birlikleriyle düşmanın tam kalbine hücum etti. Bu ani taarruz karşısında şaşkına dönen Bizanslılar kaçmaya başladılar. Fırsatı değerlendiren İslam birlikleri, Bizans piyadelerinin üzerine toplu olarak hücuma geçtiler. Bu hücum onlara ölüm darbesi oldu. Bizans askerleri, birbirlerini çiğneyerek derin hendeklere döküldüler. Kaynakların ifadelerine göre hendeklerde 120.000 Bizanslı öldü. Ayrıca savaş sırasında ölenler de az değildi.

Yermük savaşı Müslümanların büyük zaferiyle sonuçlandığında, harp meydanında, yaklaşık 3000 şehidin arasında, aldığı yaralar sebebiyle güç ve takati kalmayan üç mücahid de uzanıyordu. Bunlar; İkrime Bin Ebi Cehil, amcası Haris Bin Hişam ve Ayyaş Bin Ebi Rabia idi.

Haris içmek için su istedi. Su getirildiğinde yeğeni İkrime O’na doğru baktı. Haris:

“Suyu İkrime’ye verin!” Dedi. Suyu İkrime’ye yaklaştırdıklarında, bu defa Ayyaş O’na doğru baktı. İkrime:

“Suyu Ayyaş’a verin!” diye işaret etti. Ayyaş’ın yanına geldiklerinde, O’nun canını teslim edip şehid olduğunu gördüler… Tekrar diğerlerine döndüklerinde onların da şehid olduğunu gördüler… Çok susadıkları halde hiç biri içememişti.

Bizans ordusunun ağır yenilgisini haber alan imparator Heraklius, ikamet ettiği Humus’tan uzaklaşırken:

“Elveda sana Suriye, ebediyen elveda!” diyordu.