Sahabenin Teslimiyeti ve Şahadet Arzusu
Boyun eğmek, kabullenmek ve neticesinde selamete çıkmak anlamlarına gelen teslimiyet, Kuran-ı Kerim’de Müslüman’ın, Allah Teâlâ’nın emirleri karşısında mutlak bir teslimiyeti anlamlarına gelir. Allah bu teslimiyetin nasıl olması gerektiğini ayetleriyle peygamberler aracılığıyla bizlere bildirmiştir.
Teslimiyetin zirvesini İbrahim aleyhisselem’ın ateşe atılacağı zamanda Cebrail aleyhisselam yardımına geldiğinde sarf ettiği şu cümlelerinde görüyoruz: “Size ihtiyacım yok!… Ateşe yanma gücünü kim vermiştir.” “…Allah en güzel vekildir.”
Böyle bir teslimiyetin neticesinde yakıcı özelliğine rağmen ateş İbrahim aleyhisselam’ı yakmamıştır. Çünkü yüce Mevla: “Ey ateş! İbrahim’e serin ve selamet ol” (Enbiya, 69) diye emir vermiştir.
İlk önce ateşin yakıcı olduğundan korkmak yerine onun Rabbine karşı sağlam bir imana sahip olmalı insan. O ateşi yakıcı özellikte yaratan Allah’tan başkası değildir. Öyleyse korkulacaksa Allah’tan korkmalı, istenecekse de ona el açmalı. Sevginin de korkunun da sahibi odur. Nice hayrı şerre, şerri hayra çevirecek olan şey, Allah’a karşı teslimiyet ve sarsılmaz güvendir.
İnsanı bu dünyada yakan ateşten daha şiddetli şeyler vardır. Bazen makam mevki, bazen evlad-ı iyal, bazen hastalık, bazen sağlık. Bazen varlık bazen darlık. Bazen uslanmaz nefis, bazen dünyanın aldatıcı özellikleri ateş kadar belki daha fazla yakar insanı. İşte insan her şeyle imtihan edilirken iradesinin hakkını vererek sarsılmaz bir teslimiyetin neticesi olarak “Allah bana vekildir” diyebilmelidir.
Said Nursi hazretleri der ki,
“İman tevhidi, tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”
Allah’ın kabul ettiği hakiki iman Allah’ı birlemekle, O’nu bütün noksan sıfatlardan tenzih etmekle mümkündür. Böyle bir imanın insanı kayıtsız ve şartsız teslimiyete götüreceği muhakkaktır. İmandan kaynaklı teslimiyetin sonucu ise tevekküldür. Tevekkül sebeplerini yerine getirdikten sonra o işin neticesini Allah’a havale edip, hakkımızda takdir edileni hüsn-ü zan ile karşılamaktır. Bu da insanın dünya ve ahiret saadetine vesiledir. Böyleleri için ne korku ne de bir mahzuniyet söz konusudur. Onlar huzur içerisinde bu dünyada hayatlarını geçirebildikleri gibi ahirette de mükâfata nail olurlar…
Böyleleri için Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Hayır! Kim (güzel davranış ve) iyiliklerde bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, onun Rabbi katında ecri vardır, onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”(Bakara,112)
Teslimiyeti özümsemiş, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğu bilinciyle hareket eden, hiç bir şeyin Allah’a gizli olmayacağına kalben mutmain olan; ihlâs ve samimiyet içerisinde, rıza-i ilahi doğrultusunda hayat süren insanın ölümünde de hak üzere olacağından ümit edilir. Ancak ölümü düşünmeyen, ölmeden önce hesap ve kitabını yapmayan, nefislerinin istek ve arzularına esir olarak ömrünü geçirenlerin ölümlerinin iman üzere olacağı tehlikededir. Ahirette de hesapları zordur.
Peygamber aleyhisselatü vesselam buyuruyor ki:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle diriltirsiniz.” (Münavi, Feyzü’l kadir)
Şu dünyada yapmış olduğumuz ibadetleri sadece borç ödeme samimiyetsizliğiyle değil, kul olma şuuruyla, ihlâs ve samimiyetle yerine getirmeliyiz. İçten bir kulluk sergileyerek, hayatı tamamen Allah için yaşamalı, varlığımızı ve yokluğumuzu ona has kılmalıyız.
Yeri ve zamanı geldiğinde candan da geçmeli, maldan da, mülkten de, makam mevkiden de; “Sen varsın, Sen bana yetersin. Sen varsan gam yok, keder yok. Senin sevgin olmayınca, Senin muhabbetin bulunmayınca kalbimde, hiçbir şey bana anlamlı değil, hiçbir şeyden de huzurlu olamam” demeli/ diyebilmeliyiz.
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır, bütün işlerin sonu Allah’a varır.” (Lokman, 22)
Sahabeler her şeylerini Allah’a teslim etmişlerdi
Asr-ı Saadete baktığımız zaman başta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem olmak üzere bütün sahabeler dinleri için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış, kimi malı ile kimi canı ile kimi evlad-ı iyali, makamı mevkisi ile dini mübin için hizmet etmişlerdir. Mesela bunlardan bir tanesi sadakatte ve samimiyette zirveleri tutmuş, Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir radıyallahu anh’dır. O ki malının tamamını Allah yoluna sadaka olarak verdiğinde, Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam:
“Ya Ebu Bekir evine, çocuklarına ne bıraktın?” diye sormuştur. Sıdık-ı Ekber:
“Allah ve Rasülünü, onların sevgisini bıraktım, yetmez mi Ya Resulüllah?” diye cevap vermiştir.
Cennet kandili Hz. Ömer, Hz. Ebubekir radıyallahu anhuma ile hayırda her zaman yarış halindeydi; malının yarısını Allah için verdiğinde, bunu kayıp etmek olarak görmüyor, kazanmanın vesilesi biliyordu. Kendisine verilen makam mevkii emanet bilinciyle taşımaya çalışırken;
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu, gelir de adli ilahi sorar Ömer’den onu” korkusuyla zahir olan Allah’a karşı sarsılmaz bir teslimiyeti söz konusuydu.
“Şu orduyu kim donatır ve teçhiz ederse, ona cennet var,” dediğinde Allah Resulü, “O cenneti ben satın almak istiyorum” diyerek, 950 deve, 50 at, ayrıca 1000 dinarı Allah yolunda vermekte zerre kadar tereddüt etmedi, Zinnureyn lakaplı, meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği Hz. Osman radıyallahu anh. Şahadet mertebesine kavuşarak da teslimiyetin en zirvesini yaşadı O.
Sadakanın faziletini duyduklarında “veren el” olabilmek için ellerinde bir şey olmadığından çalışıp çabalayıp infak eden sahabelerin hayatıyla doludur, asrısaadet. Bir kuru ekmeğini ikiye bölen, varını yoğunu kardeşleriyle bölüşen, üst üste günlerce oruç tuttukları halde evlerine gelen bir fakiri geri döndürmemek için iftarlıklarını o fakire vermede tereddüt etmeyen sahabelerden ders almak adına ne yapıyoruz?
En Kazançlı Alışveriş
İnsanın kendi çalışmasından ve emeğinden başka eline geçecek hiçbir şey yoktur; zerre miktarı hayır işlese de karşılığını görecek şer işlese de. Her şeyini Allah’a hasreden, etmeyenden ayıklanacaktır. Dünyayı isteyene dünyayı, ahireti isteyene de ahireti verecektir, Allah.
Ancak geçici dünya için bile birçok fedakârlıktan kaçınmazken ahiret için bu hayat sermayesiyle, dünya tarlasına ne ekiyor, ahiret için nasıl bir yatırım yapıyoruz. Önemli olan bu.
Karşılığı rıza-i İlahi olan, mükâfatı cennet olan, saadet-i ebediye olan teklif karşısında insanın çok çalışması gerekmez mi?
“Allah’ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın.”(Fatır,5) diye uyarıyor Allah, teminat veriyor insana. Yeter ki insan sözünde dursun. En büyük düşmanı şeytanın kandırmalarına kulak asmasın.
O şeytan ki bazen günahlara Allah’ın mağfiretini ileri sürerek insanın günaha dalmasına sebep olur. Aslında insan kalubelada, ruhlar âleminde Allah’a söz vermiştir teslim olacağına ve şeytana uymayacağına dair. Kelime-i şahadet de verilen bu sözün teyididir.
Bu nedenlerle Allah insanı iki yönlü bir özellikte yaratarak imtihana tabi tutmuştur. Nefsanî yönü, onun hayvani tarafını oluşturur; dünyaya meyillidir. Ruhani yönü melekût özelliğini, ulvi yönünü gösterir. İki özellik arasında tercihi insanın kazanıp kayıp etmesini belirleyen unsurdur.
Yüce Allah bir ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor:
“Allah, Allah yolunda, çarpışıp öldüren ve öldürülen müminlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır. Bu onun üzerine Tevrat İncil ve Kur’an’da vaat edilmiş bir haktır. Allah’tan ahdine daha çok vefa gösteren kim vardır? Şu halde yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin, işte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 111)
Halık-ı Zülcelâl bu dünyada kar etmenin yollarını göstermiş, fani olan şeyleri ebedi bir nimet haline dönüştürmüştür.
Haz ve lezzetleri dünyanın karanlığından çıkarıp ahiretin sonsuzluğuna bırakmıştır. Bu, Allah’ın emirlerini uygulamak üzere taahhüt edilen bir sözleşmeyle ve o sözleşmenin gereklerini yerine getirmekle mümkündür.
Mümin Allah’a güvenen, Allah’ın da kendisine güvendiği insandır. Dünya malı bizi kabre kadar takip eder. Ancak salih amellerimiz, yaptığımız fedakârlıklar ise bizimle kalır, bize faydası dokunur.
Bu dünyaya gelmek elimizde olmadığı gibi, gitmek de elimizde değildir. Varlığımız son bulacak, her şey gerçek Sahib’ine teslim edilecektir.
Halık-ı Zülcelâl istediğini yaratmaya muktedir olduğu gibi almaya da muktedirdir. Onun takdirinin önünde hiç bir fani asla söz sahibi olamaz.
Yüce Allah bir ayetinde şöyle buyuruyor:
“De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz o size bütün yaptıklarınızı haber vereceksiniz.” Cuma, 8
Can Emanetini Allah’a Teslim Etmek
Allah yolunda nefsiyle mücadele edip onu terbiye eden, savaşarak şehit olan veya bu istikamet üzereyken eceliyle ölen insanın Allah’ın lütfettiği bağışlanma ve rahmet nedeniyle kazandıkları, nefislerinin tatmini için dünya zevkleri uğrunda malk-mülk biriktiren makam mevki peşinde koşanların sahip olduklarından daha iyidir.
Ne şekilde olursa olsun bu ömür bitecek, öyleyse son pişmanlığın fayda vermeyeceği o gün için hazırlığımızı yapmalı, yüzümüzü ve kalbimizi her şeyimizle Allah’a döndürmeliyiz.
Bu hususta Yüce Allah bir ayetinde buyuruyor ki:
“Eğer Allah yolunda öldürülürseniz veya ölürseniz, Allah’ın size lütfettiği, mağfiret ve rahmet, onların biriktirdiklerinden, daha hayırlıdır. And olsun ki ölseniz de öldürülseniz de, muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.” (Ali İmran, 157-158)
Ayrıca, Allah yolunda öldürülenlerin diri olduklarıyla ilgili ise Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, aksine onlar diridirler, ancak siz fark edemiyorsunuz.” (Bakara, 154)
Evet, şehitler sağdırlar, Allah tarafından rızıklandırılmaktadırlar. Onlar Allah’ın özel misafiridirler. Şehitler cennette istedikleri yerlere giderler. Şehitlere şefaat yetkisi verilmiştir. Şehitler için Peygamberlerin bile gıpta ettiği makamlar vardır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim arzu ederdim ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra tekrar diriltileyim, sonra yine öldürüleyim, sonra tekrar diriltileyim, sonra yine öldürüleyim.” (Buhârî, Îmân, 26; Müslim, İmâre 103; Nesâî, Cihad, 30)
Başka bir hadisi şerifinde ise şahadet mertebesine ulaşan bir insanın önü alınmaz bu istek ve arzusunu şöyle ifade ediyor:
“Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehit böyle değil. O mazhar olduğu ikramlar sebebiyle, yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder.”( Buhari, Cihad 5, 21; Müslim, İmaret 108, 109,)
Sahabede Şahadet Arzusu
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin haklarında “Onlar gökteki yıldızlar gibidir, kim onlara tabi olursa hidayete erer” dediği, sahip oldukları her şeylerini Allah yoluna feda etmekten çekinmeyen sahabeler, şahadet şerbetini içenlere verilen müjdeleri duydukça onu elde etmek için bir birleriyle yarıştılar. Hep cihada katılmayı arzuladılar, bu hususta önde olmayı, önce ölmeyi bir ikram ve lütuf olarak gördüler.
Onlar, tâbi oldukları Nur’dan ilham almışlardı. Fedakârlığın zirvelerdeki bayrağını teslimiyetin esintileriyle dalgalandırmanın nasıl olacağının talimini, stajını ondan görmüşlerdi çünkü. O eşsiz Önderimiz Hz Muhammed aleyhisselatu vesselam Allah’a güzel kul olmanın yollarını göstermiş, yetiştirdiği ve eğittiği ashabıyla dünyanın karanlığına bir aydınlık olarak sunmuştur.
Onun içindir ki, o Asr-ı Saadet’in çocukları bile savaşa katılabilmek için ayak parmaklarının uçlarına basarak boylarını uzun göstermeye çalışıyorlardı. Aslında kocaman yüreklerini gösteriyor, savaştan geri kalmayı ise içlerine sindiremiyorlardı.
Hele bunlardan, Semüre b. Cündeb ile Rafi b. Hadic radıyallahu anhuma vardı ki adeta bugünün büyük cüsseli insanlarına ders olacak samimiyetlerini ortaya koymuşlardır.
Resulullah sallallahu aleyhi vesellem Uhud harbi için savaşa katılacakları tespit ederken, Rafi b. Hadic’i seçmiş Semüre b. Cündeb’i ise yaşı küçük olduğu için orduya seçmemişti. Arkadaşının harp için seçildiğini duyan Semüre’nin bir soluk babasının yanına varıp, “Halbuki ben onu güreşte yenerdim” diyerek yakınması, dillere destan bir hadisedir.
Babası durumu Resulullah’a anlattığında Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, güreş yapmalarını istemiştir. Neticede Semür’e b. Cündeb’in galip geldiğini gördüğünde onun da savaşa katılmasına müsaade etmiştir.
İhtiyar sahabeler bu kervandan geri mi duracaklar? Durmadılar da; onlar da genç görünmek için ellerinden gelen gayretleri gösteriyor, dimdik duruyorlardı, ta ki Rasulüllah cihada onları da seçsin.
Hz. Amr İbnu’l Cemuh radıyallahu anh başka bir yürektir, asrısaadetten. Ayağı sakat olduğu için, çocukları, harbe katılmasını engelliyorlardı. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’e varıp, “Ben şahadetin kokusunu duyuyorum, ancak oğullarım harbe katılmama müsaade etmiyor,” diyerek yakındı. Katıldığı harpte kokusunu duyduğu, şahadet şerbetini içiverdi. (bkz. İbnü Hacer-Beyhaki, Sünen c.9, s. 24)
Umeyr b. Humam radıyallahu anhın cennete kanat çırpışını da her müslümanın bilmesi gerekir. Bir gün Resulüllah konuşmasında, müslümanları cihada teşvik etmişti. Umeyr b. Humam çok etkilenmişti bundan. “Ah ne kadar güzel, cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış, demek ki cennete gitmek için Allah yolunda çarpışıp şehit olmak kafi…” dedi. O sırada torbasından hurmaları çıkarmış yemekteydi. Ama “Şu hurmalar yeninceye kadar yaşarsam bu uzun süredir,” diyerek hurmaları elinden fırlatıp düşman saflarına dalarak şahadet şerbetini içmiştir. (Müslim, İmare, 145)
Uhud savaşı öncesi Abdullah b. Cahş’ın, Sa’d b. Ebi Vakkas radıyallahu anhumaya: “Gel savaştan önce bir dualaşalım, ben dua edeyim sen amin de sen dua et ben amin diyeyim.” diye sözleşmesi şahadete susamışlığın bir göstergesi olsa gerek.
Abdullah bin Cahş şöyle dua ediyor: “Allah’ım benim bugün karşıma güçlü bir düşman çıkar, onunla kıyasıya çarpışayım. Sonra o beni öldürsün. Bununla yetinmeyip karnımı yarsın, kulaklarımı, burnumu kessin ve ben o halimle huzuruna çıkayım. Sen bana, ‘Sana verdiğim azalarımı, ne yaptın?’ dediğinde, ben de: ‘Ey Rabbim, emanet olarak verdiğin o azaları yerinde kullanamadım, hakkını veremedim. Senin huzuruna çıkmaktan haya ettim, bunun için onları senin Resulünün yoluna, senin yoluna harcadım,’ diyeyim.”
Sa’d bin Ebi Vakkas diyor ki: “Bu duaya içimden ‘âmin’ demek gelmedi, ancak öyle sözleştiğimiz için ‘amin’ dedim. Vallahi duası da kabul oldu. Akşama doğru gördüm ki şehit olmuş, burnu ve kulağı kesilmiş, bir ipe sarılmış sallanıyordu.” (bkz. Hakim, II, 274-Taberani)
Evleneceği gecenin sabahında, cihat çağrısını duyup, yıkanmadan cünüp olarak savaşa katılıp, melekler tarafından yıkanan, “el- gasil” lakaplı Hz. Hanzala’nın hayatında neyi öncelediği, neyi bilinç altına yerleştirdiği, neyi beklediği bizlere -düşünmek için- ne de büyük bir derstir. ( bkz. Bihar’ul- Envar, 20; 57)
Ya Hz. Halid b. Velid radıyallahu anh. Yaklaşık yüz savaşa katılmış, vücudunun birçok yerinden yara almış, ancak ölüm hastalığına yakalanarak yatağında ölmüş. Böyle bir samimiyet inşallah ona da şahadet mertebesini kazandırmıştır herhalde.
Evet, daha nice örneklerle de göreceğimiz gibi şahadet sahabede bir tutkuydu, o tutku Allah’a olan önü alınmaz bir aşk, dizginlenemeyen bir sevda, dost doğru bir istikamet, sarsılmaz bir teslimiyetti.
Allah bizleri de onların cümlesine ilhak eylesin karını zararını düşünen akıllı kullarından eylesin. (Amin)