* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Kadında aranan özellikler  (Okunma sayısı 2779 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Kadında aranan özellikler
« : Ekim 05, 2014, 10:22:38 ÖÖ »
Kadında aranan özellikler



Evlenilecek kadında bir çok özellik aranır. Bunlardan en mühimi kadının dindar olmasıdır. Kadının, dini zayıf ise, erkeğine ve kendi nefsine zarar verir. Yüzünü kara eder. Resulullah efendimiz:

"Bir kimse, bir kadını malı, güzelliği için almış olsa, hem malından, hem de güzelliğinden mahrum kalır", buyurmuştur.

Bu hadis-i şeriften maksat, alınacak kadının dindar olması lüzumuna işarettir. Dindar olmayan ile evlenmek caiz değildir. Bütün iyi sıfatları üstünde toplamış olan bir kadınla evlenmek, pek tabii daha makbuldür.

İyi kadın, padişahın başındaki tac gibidir. Kötü kadın ise, ihtiyar kimsenin üzerindeki yük gibidir.

"Ey Rabbimiz! Dünyada da, ahirette de hasene (iyilik) ver" mealindeki ayette geçen haseneden maksad, Hz. Ali'ye göre, dünyada saliha, iyi huylu kadındır. Dünyada Cehennem azabı, kötü huylu kadınla evlenmektir.

Bir beldede iyi erkek veya iyi kadın bulunsa, onların sebebi ile Allahü teâlâ orada bulunanların dualarını kabul edip halkını memnun ve o beldeyi büyük belalardan muhafaza eder. Bir adam, saliha bir kadına iyilik etse, yetmiş kişiye iyilik etmiş gibi sevab kazanır.

Evlenecek kimsenin eşinin, kendisinden yaş, boy, mal, soy  ve tahsilde aşağı olması şart değil ise de iyi olur. Geçim kolay olur. Dört şeyde de erkek, kadından üstün olmalıdır: Güzellikte, edebde, huyda ve takvada.

Peygamberimiz  şöyle buyurmuştur:

"Huyu iyi, yüzü güzel olan kimseyi Cehennem yakmaz."

Evlenecek kız hakkında kendisinden bilgi alınacak kimse, doğru söyleyen bir şahıs olmalıdır. Kıza garazı, düşmanlığı olan kimselere kızın hali sorulmamalıdır.

Şu üç sıfat kadının iyi olduğuna alamettir:

a) Güzel huylu olmak,

b) Allahü teâlâdan korkar olmak.

c) Kanaatkar olup, Cenab-ı Hakkın verdiğine razı olmak.

------------------------------------------------------------------------------

Kadınlara özel uyarılar

1. İslamdan Önce Kadının Konumu:
 

“İslam’dan önce” tabiri ile özel olarak Arapların, genel olarak da bütün yeryüzündeki insanların yaşadıkları cahiliye dönemi kastedilmektedir. Bu dönemde insanlara gelen Peygamberlerin ardı arkası kesilmiş, yollar seçilmez olmuştu. Hadis-i şerifte belirtildiği üzere Allah onlara bir nazar etmiş, Araplarıyla Arap olmayanlarıyla –kitap ehlinden geriye kalmış bir azınlık dışında- hepsine gazap etmiştir. Bu dönemde kadın, genellikle- Arap toplumunda- karanlık bir dünyanın içinde yaşıyordu. Araplar kız evlatlara sahip olmaktan hoşlanmıyorlardı. Kimileri onu toprağın altında diri diri gömer, kimileri ise zelil ve aşağılık bir hayat sürsün diye onu hayatta bırakır, ona dokunmazdı. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir, kendisine verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir, aşağılanmayı göze alarak onu alıkoysun mu yoksa onu diri diri toprağa mı gömsün (şaşırır kalır)? Bak verdikleri hükümleri ne kadar kötüdür!” (en-Nahl, 16/58-59)

“Diri diri gömülen kız çocuğa hangi günahtan dolayı öldürüldü, diye sorulacağı zaman…” (et-Tekvir, 81/8-9)

Diri diri gömülen kız çocuğu (el-mev’ûde): Toprağın altına gömülerek öldürülen kız çocuğu demektir. Eğer bu kız diri diri gömülmekten kurtulup hayatta kalırsa o vakit oldukça aşağılık bir hayat sürerdi. Yakınlarının malları ne kadar çok olursa olsun, kendisi ne kadar muhtaç ve fakir bulunursa bulunsun yakınlarından kalan mirastan hiç bir pay alamazdı. Çünkü onlar mirası erkeklere verirler, kadınları mirastan mahrum ederlerdi. Hatta kadın, ölen kocasının miras malı kabul edilirdi. Pek çok sayıda kadın bir tek erkeğin eşi olarak yaşardı. Çünkü o dönemlerde erkeklerin evlenebilecekleri kadın sayısı için herhangi bir sınır yoktu. Bundan ötürü karşı karşıya kaldıkları sıkıntılar, haksızlıklar ve tazyikler hiç kimse tarafından önemsenmezdi.

 

2. İslam’da Kadının Durumu
 

İslam gelince kadının üstündeki bu haksızlıkları kaldırdı. Ona insanlık çerçevesinde sahip olduğu itibarını geri verdi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.” (el-Hucurat, 49/13) Yüce Allah insanlığın başangıcı noktasında kadının erkeğin ortağı olduğunu söz konusu etmektedir. Tıpkı yapılan ameller karşılığında verilecek mükâfat yahut cezada erkek ile aynı durumda olduğu gibi.

“Erkek olsun, kadın olsun kim mümin olduğu halde salih amel işlerse biz şüphesiz ona çok güzel bir hayat yaşatırız” (en-Nahl, 16/97)

“Ta ki Allah münafık erkeklerle münafık kadınları, müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırsın” (el-Ahzab, 33/ 73)

Yüce Allah, ölen kocanın miras malları arasında kadının miras malı kabul edilmesini şu buyruğuyla haram kılmıştır:

“Ey iman edenler, kadınları zorla miras almanız size helâl değildir” (en-Nisa, 4/19)

Böylece İslâm, kadının bağımsız bir kişiliğe sahip olduğunu teminat altına almış, onun miras alınan bir mal değil; mirasçı olduğunu ortaya koymuş ve ölen yakınlarının malından kalan mirasta da kadına bir hak ayırmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkekler için bir pay, yine baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlar için – o maldan az veya çok olsun- farz kılınmış bir pay vardır” (en-Nisa, 4/7)

“Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki dişinin payı kadar (veriniz). Eğer kadınlar ikiden fazla iseler mirasın üçte ikisi onlarındır. Şayet kız bir tek ise mirasın yarısı onundur.” (en-Nisa, 4/11)

Ve ister kız ister kız kardeş ister zevce olarak kadının mirasçılığı ile ilgili diğer hükümler …

Allah azami dört kadın  ile evlenilebileceğini tesbit etmiş ve bu hususta eşler arasında mümkün olan adaleti yerine getirme şartını koşmuş, onlarla maruf ölçüler içerisinde geçinmeyi farz kılmıştır:

“Onlarla iyi geçinin!” (en-Nisa,4/19)

Yüce Allah mehri kadına ait bir hak olarak tesbit etmiş, bu hakkı ona gönül hoşluğu ile bağışladığı kısmı müstesnâ, eksiksiz olarak vermeyi emretmiştir:

“Kadınlara mehirlerini hoşnutlukla verin. Bununla beraber gönül hoşluğu ile onun bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle yiyin” (en-Nisa, 4/4)

Yüce Allah hanımı kocasının evinde emredici, yasak koyucu bir çoban, çocuklarının başında bir âmir olarak tesbit etmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

“Kadın kocasının evinde bir çobandır ve güttüklerinden sorumludur.” Ayrıca onun nafakasının ve giyiminin maruf ölçüler çerçevesinde karşılanmasını  kocaya bir görev olarak vermiştir.

 


fanidunya

  • Ziyaretçi
Kadının Haysiyetini Ve Haklarını Elinden Almak
« Yanıtla #1 : Ekim 05, 2014, 10:24:27 ÖÖ »
Kadının Haysiyetini Ve Haklarını Elinden Almak İsteyen Günümüzdeki İslam Düşmanları Ve Onların Maşaları:
 

İslam’ın hatta insanlığın düşmanı olan günümüz kafirleri, münafıkları ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler müslüman kadının elde ettiği şeref, haysiyet, üstünlük ve himayeden rahatsız olmuşlar ve bundan dolayı kin gütmüşlerdir. Çünkü İslam düşmanı kafir ve münafıklar kadını yıkıcı bir araç haline getirmek, kendisi vasıtasıyla zayıf imanlılar ile serkeş bir takım duygulara sahip kimselerin; galeyana gelmiş arzu ve isteklerini doyuracakları bir av haline getirmek istemektedirler. Tıpkı yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi:

“Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.” (en-Nisâ, 4/27)

Kalplerinde hastalık bulunan müslümanlar ise, kadının şehvet pazarlarında ve şeytani duyguya sahip kimseler nazarında sergilenen ucuz bir mal, gözlerinin önünde güzel görünümü ile zevk alacakları açık bir meta olmasını yahutta çirkin emellerini gerçekleştirebilecek bir hale düşmesini isterler. Bundan dolayı erkeklerle yan yana çalışmak için evinden kadını çıkarmaya yahut da hastahanede bir hemşire olarak, uçakta bir hostes olarak, karma eğitim yapılan sınıflarda öğrenci ya da öğretmen olarak, sahnede bir oyuncu, şarkıcı olarak, çeşitli medyatik araçlarda spiker ya da benzeri bir görevde bulunarak, sesiyle, görüntüsüyle fitneye düşüren açık bir görüntüye sahip bir halde erkeklere hizmet verecek bir konuma gelmesi için özel gayret harcadılar. Pornografik dergiler genç kızların aklı çelen çıplak fotoğraflarını yayınlayarak dergilerinin satılması ve pazarlanması için bir araç edindiler. Bazı tüccarlar ve bazı iş yeri sahipleri ise bu resimleri kendi mallarının pazarlanması için bir araç olarak kullandılar. Çünkü onlar bu resimleri sundukları mallarına ve ürünlerine koydular. İşte bu yanlış uygulama sebebiyle kadın evindeki gerçek görevinden uzaklaştırılmış oldu. Bunun neticesinde kocaları çocuklarını eğitmek, evlerinin işlerini düzene koymak için yabancı kadınlar getirmek zorunda kaldı. Bu ise pek çok fitnelerin ortaya çıkmasına ve büyük kötülüklerin meydana gelmesine sebep oldu.

Bizler aşağıdaki ilkelere uyulmak şartıyla kadının evinin dışında çalışmasına karşı değiliz:

1- Kadının böyle bir iş yapmaya ihtiyaç duyması, yahut da toplumda bu işleri yapacak erkeklerin bulunmaması sonucu kadının çalışmasına gerek duyulması.

2- Bu işlerini temel görevi olan evdeki işini yerine getirdikten sonra yapması.

3- Erkeklerden uzak bir ortamda kadınların öğretmenlik, doktorluk yahut da hastabakıcılık gibi işleri yapması.

4- Kadının dini emirleri öğrenmesine de engel yoktur. Hatta bu farzdır; gerek duyacağı dini bilgileri öğrenmelidir. Bu öğrenim kadınların bulunduğu bir ortamda olmalıdır. Mescit ve benzeri yerlerdeki derslere katılmasında ve erkeklerden ayrı tesettür içerisinde bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu İslam’ın ilk dönemlerinde hanımların riayet ettiği şartlar çerçevesinde olacaktır. Çünkü onlar o dönemde çalışıyor, öğreniyor ve mescitlerde bulunuyorlardı.

 

İKİNCİ BÖLÜM KADININ BEDENSEL SÜSLENMESİNE AİT HÜKÜMLER
 

1- Kadının, kendisine has fıtrî bir takım hasletlere riayet etmesi gerekir. Tırnaklarını kesmesi ve buna gereken dikkati göstermesi ona yakışan bir şeydir. Çünkü tırnakların kesilmesinin sünnet olduğu hususunda ilim adamları icma etmişlerdir. Diğer taraftan bu, ilgili hadis-i şerifte varid olmuş fıtratın özellikleri arasında yer alır. Tırnakların kesilmesi temizlik ve güzelliktir. Uzamaya terkedilmeleri, şekli bozukluklara sebep olduğu gibi, yırtıcı hayvanlara benzetir. Tırnakların altında kirlerin birikmesine sebep olur, suyun tırnakların altına ulaşmasına engel teşkil eder. Bazı kadınlar kafir kadınları taklit ederek ve sünneti bilmediklerinden tırnak uzatma belâsına kapılmış bulunmaktadırlar.

Kadının koltuk altı ve etek kıllarını izale etmesi sünnettir. Çünkü bu hususta varid olmuş bir hadis vardır. Ayrıca bu bir güzelliktir. Daha güzel olanı bunun her hafta yapılması yahut da kırk günden daha uzun süre bırakılmamasıdır.

2- Saçları, kaşları hususunda yerine getirilmesi istenenler, yasaklar, kınalanmak ve saçı boyamanın hükmü:

a- Müslüman hanımlardan saçlarını uzatmaları istenilmektedir. Zaruret olmaksızın saçını traş etmesi haramdır. Hicaz Müftülerinden Şeyh Muhammed İbrahim şöyle demiştir: Kadınların saçlarını traş etmeleri caiz değildir. Çünkü Nesai’nin Sünen’inde senedini de zikrederek Ali radıyallahu anh’dan rivayet ettiği hadis bunu gerektirmektedir. Aynı hadisi el-Bezzar senedini kaydederek Müsned’inde Osman radıyallahu anh’dan, İbn Cerir de senedini kaydederek İkrime radıyallahu anh’dan rivayet etmiş bulunmaktadır. Bu hadiste şöyle demektedirler: Resulullah sallallahu aleyhi vesellem kadının saçını traş etmesini yasaklamıştır. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’den yasak (nehiy) buyruğu nakledilecek olursa onun aksine bir başka rivayet varid olmadığı sürece haram olmayı gerektirir. Molla Ali el-Kari Mişkat şerhi el-Mirkat’ta şöyle der: “Kadının saçını traş etmesini yasaklamıştır” diye buyurulması; kadınlar için örüğün şekil ve güzellik bakımından erkekler için sakal gibi oluşundan dolayıdır…[2]

Süslenmek amacıyla saçını uzatan kadın, saç bakımını yapamıyorsa, saçın fazla olması ona sıkıntı veriyorsa kısaltmasında sakınca yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra hanımlarından bazıları böyle yapıyordu. Çünkü  onlar Peygamber’in vefatından sonra süslenmeyi terketmiş ve saçlarını uzatmaya ihtiyaçları kalmamıştı.

Kadının, kafir ve fasık kadınlara yahut erkeklere benzemek maksadıyla saçlarını kesmesinin, haram olduğunda şüphe yoktur. Genel olarak kafirlere benzemek haram olduğu gibi kadınların erkeklere benzemeye çalışmaları da yasaktır. Süslenmek maksadıyla da olsa bu durum uygun görülmemiştir. Hocamız Şeyh Muhammed Emin eş-Şankiti (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) “Advau’l-beyan” adlı eserinde şunları söylemektedir: “Bir çok yerde uygulanır bir örf haline gelen kadının hemen hemen köklerine yakın yerden başının saçlarını kesmesi bir batıcı gelenek olup müslümanların hanımlarının ve hatta İslam’dan önce Arap kadınlarının yaptıklarına aykırı bir iştir. Bu da din, ahlak ve görünüş ve buna benzer hususlarda genel bir musibet halini alan sapmalardan bir tanesidir,” Daha sonra: “Peygamberin hanımları saçlarını  bir tutam kalıncaya kadar kısaltırlardı” şeklinde rivayet edilen hadisle ilgili olarak şu cevabı vermektedir: Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hanımlarının en güzel süsleri saçlarıydı. O hayatta iken güzel görünecek şekilde süslenirlerdi. Vefatından sonra ise saçlarını kısaltmışlardır. Çünkü onlara ait özel bir hüküm vardır ve bu hususta yer yüzündeki hiç bir kadın onlarla ortak bir özellik taşımaz. Bu da onların evlenmekten büsbütün ümitlerinin kesilmesi ve böyle bir şeyi ümit etmeyecek şekilde ondan tamamıyla ümit kesmeleri idi. Onlar Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dolayısıyla ölünceye kadar evlenmekten alıkonulmuş, iddet bekleyen hanımlar gibiydiler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sizin Allah’ın resulune eziyet vermeniz de ondan sonra zevcelerini nikahlamanız da olacak bir şey değildir. Çünkü bu Allah’ın yanında çok büyük bir iştir.” (el-Ahzab, 33/53)

Erkeklerden büsbütün ümit kesmek ise başka bir sebep dolayısıyla helal olmayan bazı ziynetlerin helal kılınmasına ruhsat mahiyetinde bir sebep olabilir…”[3]

O halde müslüman hanımın saçlarını koruması ona gereken itinayı göstermesi ve onu bir kaç örük yapması gerekir. Başının üstünde toplaması yahut da arka tarafına salması caiz değildir. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye Mecmûu’l-fetava’sında[4] şöyle demektedir: “Nitekim bazı hayasız kadınlar saçlarını tek bir örük yaparak saçlarını omuzları arasından salmaktadırlar” demektedir.

Hicaz Müftüsü Şeyh Muhammed İbrahim de şöyle demektedir: Bu dönemde bazı müslüman hanımların yaptıkları saçı tek bir yerden ayırıp onu arka tarafta yahut batılı kadınların yaptığı gibi başının üstünde toplamaya gelince; bu kafir kadınlara benzeme özelliğini taşıdığından dolayı caiz değildir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan nakledilen uzunca bir hadiste şöyle denilmektedir: Resulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Cehennem ehlinden iki grup vardır ki henüz onları göremiyorum: Bunlar beraberlerinde inek kuyruklarını andıran ve kendileriyle insanlara vurdukları kamçılar bulunan bir topluluk ile giyinmiş fakat çıplak, meyleden ve meylettiren, başları zayıf deve hörgüçlerini andıran kadınlardır. Bu kadınlar cennete girmeyecekleri gibi kokusunu da almayacaktır ve şüphesiz cennetin kokusu şu kadar ve şu kadar mesafeden alınır.”

Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bazı ilim adamları Peygamberin “meyleden ve meylettiren” buyruğunu onların “mila taraması” şeklinde taranmaları diye açıklamıştır. Bu da kötü kadınların taranma şeklidir. Bunlar başkalarını da bu şekilde tararlar. Bu aynı zamanda batılı kadınların ve onların izinden giden kadınların taranma tarzıdır.[5]

Aynı şekilde müslüman kadının ihtiyaç olmaksızın başını tıraş etmesi ya da kestirmesi de yasaktır. Bir başka saçı ona eklemesi de yasaktır. Çünkü Buhari ile Müslim’de: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem saç ekleyeni de ekleteni de lanetlemiştir” denilmektedir. Saç ekleyen (vâsile): saçına başkasının saçını ekleyendir. Saç ekleten (mustavsile) ise, kendisine bu uygulama yapılan kimsedir. Bunun yasak oluş sebebi ise bundaki gerçeğe uymayan iştir. Haram kılınan saç ekleme türlerinden birisi de bu dönemde peruk takmaktır. Buhari, Müslim ve başkalarının rivayetine göre Muaviye radıyallahu anh Medine’ye geldiği sırada bir hutbe vermiş ve bir top saç yahut da kesilmiş bir miktar saç çıkartıp şöyle demiştir: Sizin hanımlarınız ne diye başlarına böyle bir şey ekliyorlar? Ben Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’i şöyle buyururken dinledim: “Bir kadın başına başkasının saçını koyacak olursa mutlaka bu bir yalan (iftira) olur.” Peruk ise baş saçını andıran sentetik bir saçtır ve bunu giymek bir yalandır.

b- İster traş etmek, ister kesmek, isterse de kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak herhangi bir maddeyi kullanmak suretiyle, kaşları kısmen ya da tamamen almak, müslüman hanıma haramdır. Çünkü bu Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ‘in, yapanı lanetlediği “nams” denilen iştir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem nams yapan ve yaptıran kadınları lanetlemiştir. (en-Nâmisa) kendi kanaatine göre süs olsun diye kaşlarını kısmen ya da tamamen alan; nams yaptıran (mutenamise); kendisine bu uygulamanın yapıldığı kadındır. Bu şeytanın Âdem oğullarına emretmeyi taahhüt ettiği “Allah’ın yaratmasını değiştirmek” türünden bir şeydir. Nitekim yüce Allah onun:  “Ve yine onlara Allahın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim” (en-Nisa, 4/119) dediğini bize nakletmektedir.

Sahih hadiste İbn Mesud radıyallahu anh’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir

“Allah dövme yapan kadına da, yaptıran kadına da, kaşlarını alana da aldırana da, güzelleşmek için dişlerini incelten ve yüce Allah’ın hilkatini değiştiren kadınlara da lanet etmiştir.”

Daha sonra şöyle devam etmektedir “Ben Allah Resulu’nun lanetlediği kimseyi, bu hüküm yüce Allah’ın kitabında olduğu halde, lanetlemeyeyim mi?” O bu sözleriyle yüce Allah’ın “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan kaçının” (el -Haşr, 59/7) buyruğunu kasdetmektedir.

İbn Kesir bunu Tefsirinde[6] zikretmektedir. Günümüzde bir çok kadın büyük günahlardan olan bu tehlikeli âfete mübtelâ olmuş durumdadır. Öyle ki artık kaşları aldırmak günlük zaruri işlerden birisi haline gelmiştir.  Böyle biri işi yapmasını emretmesi halinde müslüman bir kadının kocasına itaat etmesi caiz değildir.

c- Aralarında az miktar boşluklar meydana gelsin diye, törpülemek suretiyle güzelleşmek için dişlerini birbirinden ayırmak işlemi, müslüman kadına haramdır. Ancak dişlerin çirkin bir görünümü bulunur ve bu çirkinliği gidermek için bir takım düzeltmeler yapmaya gerek varsa yahut da dişlerde çürüme söz konusu olup bundan dolayı, tedavi maksadıyla dişlerde törpülenmeye ihtiyaç duyulursa bunda sakınca yoktur. Böylesi bir iş, tedavi kabilinden ve bir çirkinliği gidermek türündendir. Bu da uzman bir hanım doktor vasıtasıyla yapılır.

d- Müslüman hanımın vücuduna dövme yaptırması haramdır. Çünkü Peygamber aleyhisselam dövme yapan kadına (el-vaşime) yaptıran kadına (el-müstevşime) lanet okumuştur. Dövme yapan kadın, ele ya da yüze iğne batırıp sonra da o yeri sürme yahut mürekkep ile doldurandır. Dövme yaptıran da kendisine bu uygulamanın yapıldığı kadındır. Bu da haram bir uygulama olup büyük günahlardan biridir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu işi yapan yahut kendisine yaptıran kadına lanet etmiştir. Lanet ise ancak büyük günahlardan biri hakkında söz konusu olur.

e- Hanımların kına kullanmalarının ve saçlarını boymalarının hükmü:

- Kına yakmak: İmam Nevevi el-Mecmu adlı eserinde (I/123) şunları söylemektedir: Ellerin ve ayakların kınalanmasına gelince; bu husutaki meşhur hadisler dolayısı ile evli hanımlar için müstehabdır . Nevevi bu ifadeleriyle Ebu Davud’un rivayet ettiği şu hadise işaret etmektedir: Bir hanım Aişe radıyallahu anha’ya kına yakmaya dair bir soru sormuş o da: Bunda bir sakınca yoktur. Fakat ben hoşlanmıyorum. Çünkü habibim Resulullah sallallahu aleyhi vesellem kokusundan hoşlanmıyordu” demiştir. Bu hadisi Nesai de rivayet etmiştir. Yine Âişe radıyallahu anha‘nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bir kadın perde arkasından elindeki bir mektubu Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e uzattı. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem elini geri çekerek: “Bilemiyorum bu bir erkek eli mi yoksa kadın eli mi”  dedi: kadın: “Hayır bir kadın elidir” deyince şöyle buyurmuştur: “Eğer bu bir kadın eli ise senin tırnaklarını (rengini) değiştirmen gerekirdi.” Bununla kınayı kasdetmektedir. Hadisi Ebu Davud ve Nesai rivayet etmiştir. Fakat kadın, tırnakları üzerinde donarak tabaka teşkil edip taharete engel olan herhangi bir şeyle tırnaklarını boyamaz[7]

- Kadının saçlarını boyamasına gelince eğer bu ağaran saçları boyamak türünden ise saçlarını siyahın dışında bir renkle boyar. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem genel olarak saçları siyaha boyamayı yasaklamıştır. İmam Nevevi Riyazu’s-Salihin adlı eserinde[8] “Kadına ve erkeğe saçlarını siyaha boyamanın yasaklanışı bölümü” diye bir başlık açtığı gibi el-Mecmu adlı eserinde[9] şöyle demektedir: Saçları siyaha boyama hususunda erkek ile kadın arasında bir fark yoktur. Bizim mezhebimizin görüşü budur.

Kadının siyah olan saçlarını başka bir renge boyamasına gelince; benim görüşüme göre bu caiz değildir. Çünkü buna gerek yoktur. Çünkü saç için siyah renk bir güzelliktir, değiştirilmesini gerektiren bir kötü görünüm değildir. Ayrıca böyle bir iş yapmak kafir kadınlara benzemektir .

Kadının adete uygun bir şekilde altın ve gümüş süs eşyaları kullanması mübahtır. Bu hususta ilim adamlarının icmaı vardır. Ancak süslerini mahrem olmayan erkeklere göstermesi caiz değildir. Aksine özellikle evin dışında ve erkeklerin kendisini görmelerine maruz kalması hallerinde süs eşyalarını göstermesi caiz değildir. Çünkü süs eşyalarını açmak bir fitnedir. Ayrıca kadına elbisenin altında ayaklarındaki süs eşyalarının seslerini işittirmesi yasaklanmış bulunmaktadır.[10] O halde açıkça görülen süs eşyasının durumu ne olabilir?

 

fanidunya

  • Ziyaretçi
AY HALİ, İSTİHÂZA VE LOĞUSALIĞA DAİR BAZI HÜKÜMLER
« Yanıtla #2 : Ekim 05, 2014, 10:26:16 ÖÖ »
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AY HALİ, İSTİHÂZA VE LOĞUSALIĞA DAİR BAZI HÜKÜMLER
 

1- Ay Hali Hükümleri
 

Sözlükte : “Hayd” akmak demektir, şer’an ise belli vakitlerde kadının rahminin dip taraflarından çıkan bir kandır. Bu herhangi bir hastalık ya da rahatsızlık sebebiyle gelmez, aksine yüce Allah’ın Âdemin kızlarının yaratılışında takdir ettiği bir şeydir. Allah bu kanı rahimde çocuğun hamilelik döneminde beslenmesi için yaratmıştır. Daha sonra çocuğun doğumu akabinde bu süte dönüşür. Eğer kadın hamile ya da süt emziren birisi değil ise, bu kanın gidecek bir yeri olmadığından dolayı belli vakitlerde dışarı çıkar ve bu adet ya da ay hali diye bilinir.

 

Kadının Ay Hali Yaşı
 

Çoğunlukla kadının ay hali olduğu asgari bir yaşı olur ve elli yaşına kadar devam eder. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Kadınlarınız arasından ay halinden kesilmiş olanlarla asla ay hali olmamışların (iddetleri) hakkında şüphe edersiniz…” (et-Talak, 64/4)

Burada ay hali olmayan kadınlardan kasıt, elli yaşına gelmiş olanlardır. Ay hali olmamışlardan kasıt ise dokuz yaşına gelmemiş olanlardır.

 

Ay Hali Olan Kadın İle İlgili Hükümler
 

1- Kadın ay hali iken onunla ferc yoluyla ilişkiye girmek haramdır. Çünkü yüce Allah: “Sana ay halinden sorarlar, de ki: ‘O bir rahatsızlıktır. Onun için ay halindeyken kadınlardan ayrı durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın. Gerçekten Allah çokça tevbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever” (el-Bakara, 2/222) diye buyurmaktadır.

Bu haramlık hali kadın ay halinden kesilip bundan dolayı gusletmesine kadar devam eder. Çünkü yüce Allah: “Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah’ın size emrettiği yerden onlara varın” diye buyurmaktadır.

Ay hali olan kadının kocası, fercinden cima etmesi dışında hanımından her şekilde istifade etmesi mübahtır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Cima dışında her şeyi yapabilirsiniz” diye buyurmuştur. (Hadisi Müslim rivayet etmiştir).

2- Ay hali olan kadın ay hali olduğu süre içerisinde oruç tutmaz, namaz kılmaz. Bu haldeyken bunları yapması haramdır. Bu halde iken bu ibadetlerin işlenmesi sahih değildir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Kadın ay hali olduğu vakit namaz kılmayı ve oruç tutmayı bırakmıyor mu?”[11]

Ay hali olan kadın temizlendikten sonra orucun kazasını yapar. Fakat namazın kazasını yapmaz. Çünkü Âişe radıyallahu anha şöyle demiştir: “Bizler Resulullah sallallahu aleyhi vesellem hayata iken ay hali olurduk. Orucun kazasını yapmamız emrolunur, fakat namazın kazasını yapmamız emredilmezdi.”[12]

Aradaki farka gelince -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- namaz tekrarlanan bir ibadettir. Bu husustaki zorluk ve sıkıntı sebebiyle kaza edilmesi vacip değildir, oruç ise böyle değildir.

3- Ay hali olan kadının arada bir engel bulunmaksızın Mushafa doğrudan dokunması haramdır. Çünkü yüce Allah: “Ona ancak tertemiz olanlar el değdirir” (el-Vakıa, 56/79) diye buyurmuştur. Ayrıca Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’ın Amr b. Hazm’a yazdığı mektubunda: “Mushaf’a da ancak temiz olan bir kimse el değdirebilir”[13] buyurmuştur. Bu insanlar tarafından kabul ile karşılanan bir iş olduğundan adeta mütevatir rivayete benzer. Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye – Allah’ın  rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: Dört mezhep imamının görüşüne göre mushafa ancak taharetli olan kimse el değdirebilir. Ay hali olanın, Kur’an’a el değdirmeksizin Kur’an okuyabileceği hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı vardır. İhtiyata daha uygun olan unutacağından korkması gibi bir zaruret hali olması dışında, Kur’an okuyamayacağıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

4- Ay hali olan kadının Beytullahı tavaf etmesi haramdır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Âişe radıyallahu anha ay hali olunca şöyle demiştir:“Hacc eden kimsenin yaptığı her işi yap; şu kadar var ki temizleninceye kadar Beyti tavaf etme!” [14]

5- Ay hali olan bir kadının mescitte kalması haramdır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Ben ay hali olana da cünübe de mescitte kalmayı helal kılmıyorum.”[15]

Yine şöyle buyurmuştur:

“Mescit, ay hali olana da cünüp olana da helal değildir”[16]

Bununla birlikte orada kalmaksızın mescitten geçip gitmesi caizdir. Çünkü Âişe radıyallahu anha’nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem bana “mescitten seccadeyi ver” buyurdu Ben: “Ben ay haliyim” deyince: “Senin ay hali olman senin elinde olan bir şey değildir” diye buyurdu.[17]

Ay hali olan hanımın tehlil, tekbir, tesbih, dua gibi meşhur zikirleri yapması ile sabah akşam uyumak isterken uyanırken yapılacağı varid olmuş meşru duaları okuması da sakıncasızdır. Ayrıca tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilim kitapları okumasında da bir sakınca yoktur.

 

Kadının Gördüğü Sarılık Ya Da Bulanıklığın Hükmü:
 

Sarılık, sarıya çalan irini andıran bir şeydir. Bulanıklık ise bulanık kirli suya benzer. Kadından bulanıklık ya da sarılık ay hali sırasında görülecek olursa o bunları ay hali olarak değerlendirir ve bu hallerde de az önce geçen ay hali hükmünü alırlar. Eğer adet vakti dışında bu renkler görülecek olursa kadın bunları itibara almaz, kendisini temiz olarak kabul eder. Çünkü Umm Atiyye şöyle demiştir: “Biz temizlikten sonra bulanıklığı ve sarılığı bir şey saymazdık.” Hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Buhari de bunu “temizlikten sonra” ifadesi olmadan rivayet etmiştir. Böyle bir hadis, hadis ilmi ehline göre merfu hadisi hükmündedir. Çünkü bu Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ‘in bir takriri olarak değerlendirilir. Bu hadisten anlaşılan da şudur: Ay halinden temizlenmeden önce görülen bulanıklık ve sarılık ay hali olup onun hükmünü alırlar.

 

Kadın Ay Halinin Sona Erdiğini Nasıl Anlar
 

Kadın ay halinin sona erdiğini şu iki alametten birisi ile bilebilir:

Birinci alamet: Beyaz akıntının gelmesidir: Bu ay hali kanı akabinde gelen beyaz bir sudur, kireç suyunu andırır. Bazen beyazın dışında bir renkte de olabilir, kadınların hallerine göre değişiklik arzedebilir.

İkinci alamet ise kuruluktur. Bu da kadının fercine bir bez ya da bir pamuk parçası sokup çıkardıktan sonra bunun, kan, bulanıklık ya da sarılık gibi üzerinde herhangi bir iz bulunmaksızın kuru halde çıkması demektir.

Ay hali sona eren kadının yapması gerekenler

Ay hali olan kadının bu durumu sona erdiğinde gusl etmesi gerekir. Bu da bütün vücudunda taharet niyetiyle suyu kullanması ile olur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Ay halin başladı mı namazı bırak bitti mi gusl et ve namazı kıl.”[18]

Gusl etme şekli şöyledir : Namaz ve benzeri bir ibadet için hadesi kaldırmayı yahut da temizlenmeye niyet eder, sonra: Bismillah, deyip bütün vücuduna su döker. Saçlarının diplerini ıslatır. Ancak saçlarını -örük ise- çözmesi  gerekmez. Sadece su ile ıslatır. Şayet su ile birlikte sidr yahut temizleyici maddeler kullanacak olursa bu da güzeldir. Üzerinde misk yahut başka bir hoş koku bulunan bir pamuk parçası alıp guslettikten sonra fercine koyması mustehaptır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu Esma’ya emretmiştir.[19]

Ay hali yahut loğusa kadın güneş batımından ya da tan yeri ağarmasından önce temizlenirse nelere dikkat eder

Ay hali yahut loğusa kadın güneş batımından önce temizlenirse o günün öğle ve ikindi namazını kılmalıdır. Tan yeri ağarmadan önce temizlenirse o gecenin akşam ve yatsı namazını kılmalıdır. Çünkü özür halinde ikinci namazın vakti, diğer birinci namazın da vaktidir.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, fetvalarında[20] şunları söylemektedir: “Bundan dolayı Malik, Şafii ve Ahmed gibi ulemanın cumhuru (çoğunluğu) eğer ay hali olan kadın günün sonunda temizlenecek olursa, öğle ve ikindi namazlarını birlikte, şayet gecenin sonunda temizlenecek olursa akşam ve yatsı namazlarını birlikte kılar, demişlerdir. Nitekim bu görüş Abdurrahman b. Avf, Ebu Hureyre ve Abdullah b. Abbas’tan da rivayet edilmiştir. Çünkü vakit özür halinde her iki namaz için ortaktır. O halde günün sonunda temizlenecek olursa öğle namazının vakti devam ediyor demektir; bundan dolayı öğleyi ikindiden evvel kılar. Şayet gecenin sonunda temizlenecek olursa özür halinde akşam namazı devam ediyor demektir. Bundan dolayı yatsıdan önce akşamı kılar…”

Şayet namaz vakti girdikten sonra ay hali veya loğusa olursa tercih edilen görüşe göre; vaktinin başına yetiştiği fakat namazını kılamadan ay hali ya da loğusalığının başladığı o namazı kaza etmez. Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye, Fetvalarında[21] bu mesele hakkında şunları söylemektedir:

“Delil bakımından daha kuvvetli görülen, Ebu Hanife ve Malik’in mezhebidir. Bunlara göre herhangi bir yükümlülüğü yoktur. Çünkü kaza namazı ancak yeni bir emir ile vacip olur. Burada ise onun kaza etmesini gerektiren yeni bir emir yoktur. Diğer taraftan o caiz olan bir tehirde bulunarak namazını kılmayı ertelemiştir. Bu bakımdan onun herhangi bir kusurlu davranışı söz konusu değildir. Uyuyan ya da unutan bir kimse de aynı şekilde her ne kadar kusurlu değil ise de, onun yaptığı bir kaza kılmak değildir. Aksine onun kılacağı namaz uyandığı ya da hatırladığı vakit vaktinde kılınan bir namazdır …”

 

2- İstihaza ve Hükümleri:
 

İstihaza, âzil diye adlandırılan bir damardan sızıntı şeklinde zamanı dışında kanın akması demektir. İstihazalı kadının durumu ay hali kanının istihaza kanına benzemesinden ötürü müşkil bir durumdur. Kan böyle bir kadından sürekli yahut çoğunlukla akmakta ise bu kadın hangisini ay hali kanı kabul edecek, hangisini istihaza kanı kabul edecek bundan dolayı orucu ya da namazı terk etmeyecek? Bu sebeple istihazalı kadın hakkında temiz kadınların hükümleri muteberdir. Buna göre istihaza kanı gören kadının üç hali söz konusudur:

Birinci hal: Onun istihaza musibetine uğramadan önce bilinen bir adetinin olması halidir. Yani istihazalı hale düşmeden önce mesela ayın başında ya da ortasında beş ya da sekiz gün ay hali oluyordu. Böylelikle ay hali günlerinin sayısını ve vaktini bilmiş oluyordu. Böyle bir kadının adeti kadar ay hali kabul edilir, namazı ve orucu bırakır ve onun hakkında ay hali hükümlerine dikkat edilir. Adeti sona erdi mi gusleder namaz kılar geriye kalan kanı istihaza kanı olarak değerlendirir .Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Umm Habibe’ye şöyle demiştir: “Daha önce adetin seni alıkoyduğu kadar bekle; sonra gusl et ve namaz kıl”[22] Yine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ebi Hubeyş kızı Fatıma’ya şöyle demiştir:

“Şüphesiz ki bu (kan sızdıran) bir damardır, ay hali değildir. Ay hali vakti geldi mi namazı terk et.”[23]

İkinci hal: Şayet böyle bir kadının bilinen bir adeti bulunmayıp fakat kanı siyah yahut katı yahut özel bir kokusunun bulunması gibi adet kanı niteliğini taşımak suretiyle diğerinden ayırd edilebiliyor; diğer kanı ise kırmızı, kokusuz ve katı olmamak suretiyle ay hali kanının niteliklerini taşımadığı için ay hali kanından ayırt edilebiliyorsa, bu durumda ay hali kanı niteliklerini taşıyan kanı adet kanı olarak kabul eder ve bu süre zarfında namazı bırakır, oruç tutmaz. Bunun dışında gelen kanları istihaza kabul eder ve ay hali kanı niteliklerini taşıyan kanın akmasının sona ermesi  ile birlikte gusleder, namaz kılar, oruç tutar ve temiz kabul edilir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ebu Hubeyş kızı Fatıma’ya şöyle demiştir:

“Ay hali kanı bilinen siyah bir kandır. İşte o vakit namaz kılma! Eğer diğer kan görünürse o zaman abdest al namaz kıl!”[24]

Bu hadisten anlaşıldığına göre istihazalı olan kadın kanın niteliklerine itibar eder ve bu nitelikler ile ay hali kanı ile diğerlerini ayırır ve değerlendirir.

Üçüncü hal: Eğer kadının bildiği bir adeti ve ay hali kanının diğerlerinden ayırd edici nitelikleri yoksa, bu durumda kadın çoğunlukla görülen süre olan her aydan altı ya da yedi günü ay hali olarak kabul eder. Çünkü kadınların çoğunlukla görülen adeti budur. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Cahş kızı Hamne’ye şöyle demiştir: “Bu, şeytandan gelen bir tekmedir. Sen altı ya da yedi gün ay hali olduğunu kabul et; sonra gusl et. Artık bu süreyi bitirdin mi yirmi dört veya yirmi üç gün namaz kıl, oruç tut. Böyle yapman senin için yeterlidir. Diğer kadınların ay halinde olduğu gibi sen de böylece yap.[25]

Geçen açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Adeti olan bir kadın adetine göre hareket eder. Kanları birbirinden ayıran kadın bu ayırdetmeye göre tutumunu belirler. Bu iki durumda da olmayan bir kadın altı ya da yedi gün ay hali olduğu kabul edilir. İşte böylece bu hususta Peygamber sallallahu aleyhi vesellem den istihaza hakkında varid olmuş üç ayrı sünnet uygulaması bir arada değerlendirilmiş olmaktadır.

Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye şöyle diyor: “Alamet olarak kabul edilenler altı tanedir: Eğer adet var ise bu en güçlü alamettir. Çünkü aslolan ay halinin durumudur. Ayırd edici özelliklere gelince, siyah ve kötü kokan katı kanın ay hali kanı olması kırmızı kana göre daha uygundur. Kadınların çoğunluğunda görülen kanı muteber kabul etmeye gelince, aslolan kişinin daha genel ve çoğunlukla görülen kişiler gibi değerlendirilmesidir. İşte bu üç alamet, gerek sünnet gerekse konu ile ilgili olayların değerlendirilmesi sureti ile delil teşkil etmektedir.” Daha sonra İbn Teymiyye bu hususta kabul edilen diğer alametleri söz konusu etmekte ve şunları söylemektedir: “Bu husustaki görüşlerin en doğru olanı ise, sünnet-i seniyyede gelmiş olan alametlere itibar etmek, bunların dışındakileri göz önünde bulundurmamaktır…”

 

İstihazalı Kadının Temiz Kabul Edildiği Hallerde Uyması Gereken Hususlar:
 

1- Daha önce açıklandığı üzere muteber kabul edilen ay halinin sona ermesi ile birlikte gusletmesi gerekir.

2- Her namaz vaktinde fercinden çıkan kanı izale etmek için fercini yıkar ve çıkış yerine çıkan kanı engelleyecek şekilde pamuk veya benzeri bir şey koyar; onun düşmesini engelleyecek şekilde onu bağlar. Sonra her namazın vaktinin girişi ile birlikte abdest alır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem istihazalı kadın hakkında şöyle buyurmuştur: “Ay hali olduğu günlerde namazı bırakır, sonra gusleder, sonra da her namaz vakti için abdest alır.”[26] Yine Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Ben sana o yere koymak üzere pamuğu tavsiye ederim.” Bugün için piyasada bulunan tıbbi gereçler kullanılabilir.

 

3- Loğusalık (Nifas) ve Hükümleri:
 

Nifas (loğusalık) doğum ve sonrası dolayısı ile rahimden inen bir kandır. Bu da hamilelik döneminde rahimde kalıp dışarı çıkmayan kanın geri kalan bölümleridir. Kadın doğum yaptı mı bu kan peyderpey dışarı çıkar. Doğum belirtileri ile birlikte doğumdan önce kadının gördüğü kan da nifas (loğusalık) kanıdır. Fukaha bu süreyi doğumdan önce iki ya da üç gün olarak belirlemişlerdir. Çoğunlukla görülen bunun doğum ile birlikte görülmeye başlandığıdır. Muteber olan ise insanın hilkatinin açık seçik ortaya çıktığı doğum halidir. İnsanın hilkatinin açıkça ortaya çıktığı müddet seksen bir gün, azamisi ise üç aydır. Eğer bu süreden önce kadın düşük yapacak olup bununla birlikte kan da husule gelirse, buna itibar etmez. Bundan ötürü namazını, orucunu bırakmaz. Çünkü bu bozuk bir kandır ve bir akıntıdır. Dolayısıyla bu durumdaki kadının hükmü mustahazanın hükmü gibidir.

Loğusalığın çoğunlukla görülen azami süresi kırk gündür. Bu ya doğum ile birlikte başlar yahut da az önce geçtiği gibi doğumdan iki ya da üç gün öncesinden başlar. Çünkü Ümm Seleme radıyallahu anha rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmaktadır: “Resulullah hayatta olduğu dönemde loğusa kadın kırk gün beklerdi.”[27]

Tirmizi ve başkalarının naklettiklerine göre ilim adamları bu hususta icma etmişlerdir. Kan çıkmasının kesilmesi suretiyle eğer kırk günden önce temizlenecek olursa o vakit kadın gusleder ve namazını kılar. Çünkü loğusalık kanının asgari sınırı yoktur. Zira bu hususta onu sınırlayan bir delil gelmemiştir. Kırk günü tamamladığı halde kan çıkması kesilmeyecek olursa, eğer bu süre adetine tesadüf etmişse bu bir ay halidir. Eğer adetine rast gelmiyor ve yine akmaya devam edip kesilmiyor ise, o takdirde bu bir istihaza kanıdır. Ondan dolayı kırk günden sonra ibadetini terk etmez. Kırk günden fazla devam eder de bu sürekli devam etmeyip adet haline de tesadüf etmemişse, bu gibi halde görüş ayrılıkları söz konusudur.

 

Nifas (Loğusalık) İle İlgili Hükümler
 

Loğusalığın hükümleri aşağıda görüldüğü gibi ay hali hükümlerine benzer:

1- Ay hali olan kadın ile ilişki kurmak haram olduğu gibi loğusa kadın ile de ilişki kurmak haramdır; ancak bunun dışında ondan faydalanmak mübahtır.

2- Loğusa kadının oruç tutması, namaz kılması yahut Beytullahı tavaf etmesi –ay hali olan kadında olduğu gibi- haramdır.

3- Loğusa kadının Kur’an’a el değdirmesi ve -unutmaktan korkması hali dışında- Kuran okuması –ay hali olan kadın gibi- haramdır.

4- Loğusa kadının loğusalık süresi ile tutamadığı oruçları –ay hali olan kadın gibi- kaza etmesi icab eder.

5- Loğusa kadının loğusalığının sona ermesi halinde -ay hali olan kadına farz olduğu gibi- gusletmek farzdır. Buna dair delillere gelince:

Ümm Seleme radıyallahu anha dedi ki: Loğusa kadın Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’ın döneminde kırk gün oruç tutmadan, namaz kılmadan otururdu.”[28]

Mecduddîn İbn Teymiyye el-Münteka’da[29] şöyle demektedir: “Derim ki: Hadiste kırk güne kadar oturması emredilirdi, demektir. Böylece bu hususta varid olmuş haberin yalan olması önlenmiş olmaktadır. Zira herhangi bir çağda bütün hanımların loğusalık ya da ay halindeki adetlerinin birbiri ile aynı olması imkânsızdır.”

Ümm Seleme radıyallahu anha’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hanımlarından herhangi bir hanım loğusalık halinde kırk gün beklerdi de ona loğusalık döneminde kılmadığı namazları kılmasını emretmezdi.”[30]

Loğusanın kanı kırk gün bitmeden kesilir, sonra bu süre içerisinde tekrar gelirse:

Loğusa kadının kanı kırk günden önce kesilir kadın da gusledip namaz kılar oruç tutar sonra da kırk gün dolmadan tekrar kan görmeye başlarsa sahih olan bunun da loğusalık kanı olarak değerlendirileceğidir. Bu durumda kadın bu süreyi bekler ve aradaki temizlik halinde tuttuğu orucu sahih kabul edilir, onu kaza etmez. Bunun için Şeyh Muhammed b. İbrahim’in Fetvalarına (II, 102)[31] ve Şeyh Abdülaziz b. Baz’ın Mecelletü’d-da’ve tarafından basılan fetvaları (I, 44) ile İbn Kasım’ın Şerhü’z-zad’e yaptığı haşiyesi (I, 405) ile Kadınlardan Akan Tabii Kanlar[32] (s. 55-56 ) ve el-Fetava es-Sa’diye (s. 137)’ye bakınız.

 

Kanların Sebebi
 

Şeyh Abdurrahman b. Sa’dî şöyle demektedir: “Geçen bu açıklamalardan açıkça anlaşıldığına göre loğusalık kanının sebebi doğum yapmak, istihaza kanının sebebi hastalık ya da benzeri bir sebeple gelen arızi bir kan, ay hali kanının sebebi ise asli kan olduğudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.”[33]

 

Ay Hali Kanının Akmasını Önleyen İlaç Almak
 

Eğer kadının sağlığına zarar vermeyecek ise ay hali kanının akmasını önleyen ilaçları almakta kadın için bir sakınca yoktur. Ancak bu ilaçları almanın neticesinde ay hali olmazsa namaz kılar, oruç tutar, Beytullahı tavaf eder; bu ibadetleri diğer temiz kadınların ibadetleri gibi sahihtir.

 

Düşük Yapmanın Hükmü
 

Müslüman hanım, sen yüce Allah’ın senin rahminde yarattığı hamilelik hususunda şer’an kendisine güvenilen emin bir kimsesin. O bakımdan onu sakın gizleme! Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman etmişlerse Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir.” (el-Bakara, 2/228)

Rahmindeki hamileliği düşürmek ve ondan herhangi bir yolla  kurtulmak için sakın bir takım yollara başvurmaya kalkışma! Yüce Allah eğer hamilelik halinde oruç sana zor geliyorsa yahut karnındaki yavruya zarar verecekse ramazan ayında oruç açmana müsaade etmiştir. Bu asırda yaygınlık kazanan düşük yapma operasyonları haram bir uygulamadır. Eğer karnındaki yavruya ruh üflenmiş ve düşük yapmak sebebiyle ölmüş ise bu Allah’ın haksız yere öldürülmesini haram kıldığı bir canı öldürmek olarak değerlendirilir. Yüce Allah buna bağlı olarak miktarı hususundaki farklı açıklamalar ile birlikte diyetin ödenme gereği açısından cezâi sorumluluk hükümlerini de ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazı imamlara göre bu noktada keffaret ödemek gerekir ki bu da mümin bir köle azad etmektir. Buna imkan bulamayan bir kimse arka arkaya iki ay oruç tutar. Kimi ilim adamı bu uygulamaya küçük mevûde (çocuğu diri diri gömmek) adını vermiştir. Şeyh Muhammed İbrahim, Fetvalarında[34] şöyle demektedir: “Gebe kalınan yavruyu düşürmek için yapılan işler, öldüğünden emin olunmadıkça caiz değildir. Eğer öldüğü tahakkuk ederse caiz olur…”

Büyük ilim adamları komisyonu meclisinin 20.6.1407 tarihli ve 140 numaralı kararında şu hususlar yer almaktadır:

1- Şer’i bir gerekçe olmadıkça ve oldukça dar sınırlar çerçevesi dışında değişik aşamalarında hamile kalmış kadının cenini düşürmesi caiz değildir.

2- Eğer hamilelik birinci aşaması olan ilk kırk gün içerisinde ise ve eğer bu süre zarfında cenini düşürmekten maksat çocukların eğitiminde zorlanmak yahut onların geçim ve öğrenim masraflarını karşılayamamaktan korkmak ya da gelecekleri adına endişe etmek yahut eşlerin sahip oldukları çocuklarla yetinmesi gibi bir gerekçe ile yapılsa, bu caiz değildir.

3- Gebelik alaka (embriyo) yahut bir çiğnemlik et döneminde olup, hamileliğin devamı halinde ölümünden korkulacak şekilde annesinin tehlikeye düşeceğine dair güvenilir bir doktorlar heyetinin kararı bulunmadıkça; cenini düşürmek caiz değildir. Caiz olabilmesi için ayrıca annenin sağlığı için tehlike teşkil eden bütün hususları önlemek ve gerekli bütün yolları denemek gerekir.

4- Ceninin annesinin karnında kalması, ölümüne sebep teşkil edeceğine dair güvenilir uzman doktorlardan bir heyetin kararı bulunmadıkça üçüncü aşamadan ve hamileliğin dört ayını tamamlamasından sonra cenini düşürmek helal olamaz; doktorların bu kararının uygulanabilmesi için ayrıca ceninin hayatını kurtarmak için gerekli bütün yolların da denenmiş olması gerekir. Bu şartlar çerçevesinde ceninin düşürülmesine ruhsat verilmesinin sebebi ise, iki zarardan büyük olanını önlemek ve iki faydanın büyük olanını gerçekleştirmek içindir.

Meclis geçen bu kararları tesbit etmekle birlikte Allah’a karşı takvalı olmayı ve bu hususta emin olunacak şekilde gerekenin yapılmasını da tavsiye eder. Başarı Allah’tandır, Peygamberimiz Muhammed’e ve onun aile halkına ve ashabına salât ve selâm olsun.

Faziletli ilim adamı Muhammed b. Useymin’in “Kadınlardan Gelen Tabii Kanlar” adlı risalesinde şunlar söylenmektedir: “Şayet cenini düşürmekten kasıt onu yok etmek ise eğer bu ruhun ona üflenişinden sonra geçekleşmiş ise haram olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Çünkü bu haksızca bir canı öldürmektir. Öldürülmesi haram olan bir canı öldürmek ise Kitap, Sünnet ve icma ile haramdır.”[35]

İmam İbnu’l-Cevzî, Ahkamu’n-nisa adlı eserinde[36] şunları söylemektedir: “Nikâhtan amaç çocuk sahibi  olmak olduğuna göre ve her sudan çocuk olmadığına göre cenin oluştuktan sonra artık maksat gerçekleşmiş olur. Buna göre onu kasden düşürmeye kalkışmak evlilikten gözetilen hikmet maksadına aykırıdır. Eğer bu iş hamileliğin ilk döneminde olur ise ve ruhun üflenmesinden önce gerçekleşmişse bunda büyük bir günah vardır. Çünkü artık cenin mükemmelliğe doğru ilerlemekte ve tamam olmak yolunu tutturmuş bulunmaktadır. Şu kadar var ki kendisine ruh üflenmiş olana nisbetle günahı daha azdır, eğer kadın ruh taşıyan cenini kasden düşürecek olursa bu da mümin bir kimseyi öldürmek gibidir. “Diri diri gömülen kız çocuğa ‘hangi günahtan dolayı öldürüldü’ diye sorulduğu zaman…” (et-Tekvir, 81/8-9) diye buyrulmaktadır”.

O halde müslüman hanım! Hangi maksatla olursa olsun böyle bir suçu işlemeğe kalkışma! Bu husustaki saptırıcı propagandalara akla ya da dine dayanmayan batıl geleneklere aldanma.

 


fanidunya

  • Ziyaretçi
GİYİM VE HİCABA DAİR HÜKÜMLER
« Yanıtla #3 : Ekim 05, 2014, 10:30:10 ÖÖ »
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM GİYİM VE HİCABA DAİR HÜKÜMLER
 

1- Müslüman Hanımın Şer’î Giyiminin Niteliği:
 

1- Müslüman hanımın elbisesinin, mahremi olmayan erkeklere karşı bütün bedenini örtecek bir şekilde olması gerekir. Mahremlerinin önünde ise ancak yüzü, elleri ve ayakları gibi açması adet olarak görüle gelmiş yerlerini açar.

2- Elbisenin, arkasından teni gözükmeyecek şekilde şeffaf olmayıp örttüğünü kapatması, setredici olması gerekir.

3- Elbisenin, kadının organlarının hacmini dışa vuracak kadar dar olmaması gerekir. Müslim’in Sahih’inde Peygamber sallallahu aleyhi vesellem den şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Cehennem ehlinden henüz görmediğim iki grup insan vardır. (Bunların biri) giyimli fakat çıplak, meyleden ve meylettiren, başları deve hörgüçlerini andıran kadınlardır. Bunlar cennete girmezler, kokusunu da almazlar. Diğeri ise beraberlerinde inek kuyruklarını andıran kamçılar bulunan ve onlarla Allah’ın kullarını döven erkeklerdir.”

Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye, Fetvalarında[37] şunları söylemektedir: “Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimizin “giyinmiş fakat çıplak” sözleri kadının kendisini örtmeyecek elbiseler giyinmesi diye açıklanmıştır. Böyle bir kadın elbise giyiniyor gibidir, amma gerçekte çıplaktır. Mesela tenini gösteren ince elbise yahut ta kalçaları, kolları ve buna benzer  yaratılışının organlarını açığa çıkartan dar elbise gibi. Gerçek şu ki, kadının giyimi onu örten, bedenini ve organlarının hacmini, kalın ve geniş olduğundan ötürü göstermeyen giyimdir…”

4- Kadın giyiminde erkeklere benzemeye çalışmamalıdır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem erkeklere benzemeye çalışan kadınlara ve yine kadınlar arasından erkek kılıklarına giren kadınlara lanet etmiştir. Giyim noktasında kadının erkeğe benzemesi ise her toplumun kendi örfüne göre, tür ve nitelik itibari ile erkeğe özgü olan elbiselerinde erkeğe benzemeğe çalışmasıdır. Şeyhül-İslam İbn Teymiyye Fetvalarında[38] şunları söylemektedir: “Buna göre erkek ile kadın elbisesi arasındaki fark, erkekler için elverişli olan ile kadınlar için elverişli olanın ayırd edilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu da erkeklere ve kadınlara uygun olan giyim çeşidinin belirlenmesi ile ilgilidir. Bu da erkeklerin giymekle emrolundukları şeyle kadınların giymekle emrolundukları tarza uygun olandan ibarettir. Kadınlar süslenmeksizin, ortada görünmeksizin örtünmek ve tesettüre bürünmekle emrolunmuşlardır. Bundan dolayı kadınlar ezan okunurken, telbiye getirirken seslerini yükseltmeleri, Safa ile Merve’nin üstüne kadar çıkmaları, erkeklerin elbiselerini çıkardıkları gibi ihramda elbise çıkarmaları ile emrolunmamışlardır. Erkek başını açmakla alışılmış elbiseleri giyinmemekle emrolunmuştur. Alışılmış elbiseler ise onun azalarına göre biçilmiş olan elbiselerdir. O bakımdan ihramlı olan erkek gömlek pantolon bornoz ayakkabı gibi şeyler giymez.” Daha sonra şunları söylemektedir: “Kadına gelince ona herhangi bir elbise çeşidi yasaklanmış değildir. Çünkü kadınlar örtünmekle ve tesettürle emrolunmuşlardır. Bunun aksine iş yapması onun için meşru değildir. Ancak peçe takması ve eldiven giyinmesi (ihramda) yasaktır. Çünkü organın ölçülerine göre bir elbise çeşididir ve böyle bir elbiseye de ihtiyacı yoktur.”

Daha sonra onun yüzünü bunun dışındaki şeylerle örteceğini söz konusu etmekte ve sonunda şunları söylemektedir: “Erkek ile kadının erkeği kadınlardan ayırdedecek şekilde elbiseleri arasında fark olmasının kaçınılmaz olduğu ortaya çıktığına, kadınların giyecekleri elbiselerde onun maksadını gerçekleştirecek şekilde tesettür ve örtünme niteliğinin bulunmasının zorunluluğu anlaşıldığına göre bu bahsin de asıl ilkesi böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır. Eğer elbise çoğunlukla erkek elbisesi ise kadına bunu giymenin de yasaklandığı anlaşılmaktadır.” Sonra da şunları söylemektedir: “Eğer elbisede az örtmek ve erkeğe benzerlik bir arada bulunacak olursa bu iki sebepten dolayı böyle bir kıyafet yasaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır…”

5- Kadın süslenerek dışarıya çıkanlardan sayılmaması için evinden dışarıya çıktığı vakit, elbisesinde dikkatleri çekecek şekilde süs bulunmamalıdır.

 

2- Hicap
 

Hicabın manası kadının bedenini mahremlerinden olmayan erkeklere karşı saklamasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Dışarıda kendiliğinden görünen kısmı hariç, süslerini göstermesinler. Baş örtülerini de yakalarının üzerine indirsinler, ziynetlerini eşlerinden, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının oğullarından… başkasına sakın göstermesinler.” (en-Nur, 24/31)

Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

“Hanımlarından ihtiyacınız olan bir şeyi istediğinizde onlardan perde arkasından isteyin.” (el-Ahzab, 33/53)

Hicabtan maksat, duvar kapı ya da elbise gibi kadını setreden herhangi bir şeydir. Ayetin lafzı her ne kadar Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hanımları hakkında varid olmuş ise de hükmü bütün mümin kadınlar hakkında umumidir. Çünkü yüce Allah: “Bu sizin kalbiniz için de onların kalpleri için de daha temizdir” (el-Ahzab, 33/53) buyruğu ile bu hükmün gerekçesini açıklamaktadır. Bu ise umumi bir gerekçedir. Gerekçesinin (illetinin) genel olması hükmünün de genel oluşunun delilidir. Ayrıca yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber, zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına de ki: Cilbablarını üzerlerine giyinsinler.” (el-Ahzab, 33/59)

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye Fetvalarında[39] şunları demektedir: “Cilbab ise baştan aşağı örten örtüdür. İbn Mesud ve başkaları buna rida genel olarak halk izar adını verirler. Bu da kadının başını ve vucudunun diğer bölümlerini örten büyük izar (örtü) dır. Ebu Ubeyde ve başkaları kadının bu cilbabı başının üst tarafından indirip sarkıtacağını ve ancak gözünü açığa çıkartacağını nakletmektedirler. Nikab da bu kabildendir…”

Kadının mahremi olmayan kimselere karşı yüzünü örtmesinin vacip oluşunun, sünnetten bir delili de Âişe radıyallahu anha’nın rivayet ettiği şu hadistir: O dedi ki: “Binekliler, -biz Resulullah ile birlikte ihrama girmiş bulunuyorken- yanımızdan geçip giderlerdi. Bizim hizamıza geldiklerinde her birimiz cilbabını başından yüzünün üzerine doğru sarkıtırdı; yanımızdan geçip gittiklerinde de yüzümüzü açardık.”[40]

Kadının mahremi olmayanlara karşı yüzünü örtmesinin farz olduğuna dair Kur’an ve sünnetten deliller pek çoktur. Bu hususta müslüman kız kardeşim, sana Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye’nin Namazda Hicab ve Giyim isimli eserine ve Şeyh Abdülaziz b. Abdullah b. Baz’ın Hicab risalesine Şeyh Hammud b. Abdullah et-Tuveyciri’nin, es-Sârimu’l-meşhur ale’l-meftunine bi’s-sufur adlı eserine Şeyh Muhammed b. Salih el-Useymin’in Hicab risalesine bakmanı tavsiye ederim. Bu eserlerde yeteri kadar gerekli bilgiler yer almaktadır.

Müslüman kız kardeşim; şunu bil ki, görüşleri tercih edilen görüş olmamakla birlikte ilim adamları arasında sana yüzünü açmayı mübah kılanlar, bu hususta fitneden emin olma kaydını da getirmişlerdir. Erkeklerde olsun kadınlarda olsun dini duygunun azaldığı bu dönemde özellikle fitneden emin olunamaz. Ayrıca haya azalmış, fitne propagandacıları çoğalmış, kadınlar yüzlerine türlü ziynetleri koymak bakımından oldukça uzmanlaşmışlardır. Bu ise fitneye davetiye çıkartan  bir husustur. O bakımdan müslüman kadın sen bundan alabildiğine sakınmalısın. Allah’ın izniyle fitneden koruyan hicabı bırakmamalısın. Eskiden olsun günümüzde olsun muteber İslam alimlerinden, içine düştükleri bu fitneleri, bu hallerini mübah kılan hiç bir kimse yoktur. Kimi müslüman kadını hicap konusunda münafıklık yolunu seçmektedir. Eğer bunlar hicaba bağlı bir toplumda iseler kendileri de örtünürler. Hicabı öngörmeyen bir toplumda iseler bunlar da bırakırlar. Kimisi eğer umumi bir yerde ise örtülüdür, fakat bir mağazaya yahut hastahaneye girdi mi yahut mesela bir kuyumcu ile yahut kadın elbiseleri diken bir terzi ile konuştu mu yüzünü kollarını adeta kocasının ya da mahremlerinden birisinin yanındaymış gibi açıverir. Ey bu şekilde hareket eden hanımlar, Allah’tan korkunuz! Hatta biz kimi kadınların dışarıdan gelen uçaklarda açık, ancak uçak bu toprakların havaalanlarından herhangi birisine indiği vakit örtündüklerini gördük. Sanki hicap dinin şer’i hükümlerinden değil de adetmiş gibi bir hale geldi.

Müslüman hanım, hicap seni kalpleri hasta ve insanların köpekleri mesabesindeki kimselerin zehirli bakışlarından korur; alevli umutların sana bağlanmasını engeller. O bakımdan örtünmeye sımsıkı sarıl! Onu elden bırakma! Örtüye savaş açan yahut da onun değerini küçülten maksatlı propagandalara iltifat etme! Çünkü bunlar yüce Allah’ın: “Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.” (en-Nisa, 4/27) buyruğunda olduğu gibi, senin kötülüğünü isterler.

 


BEŞİNCİ BÖLÜM KADININ NAMAZI İLE İLGİLİ HÜKÜMLER
 

Müslüman hanım kardeşim, namazını vakitlerinde kılarak, şart, rükün ve vaciplerini eksiksiz olarak yerine getirmek suretiyle gereken dikkati göster. Yüce Allah müminlerin annelerine hitaben şöyle buyurmaktadır:

“Namazı dosdoğru kılınız, zekatı veriniz, Allah’a ve Resulune itaat ediniz” (el-Ahzab, 33/33) Bu aynı zamanda bütün müslüman hanımlara bir emirdir. Namaz İslam’ın esaslarının ikincisidir. Namaz İslamı ayakta tutan bir direktir. Namazı büsbütün terk etmek dinden çıkartan bir küfürdür. Erkek olsun kadın olsun namaz kılmayan kimsenin dini müslümanlığı söz konusu değildir. Şer’i bir mazeret olmadan namazı vaktinden sonraya bırakmak, namazı kaybetmek onu boşa çıkarmak demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bunlardan sonra ise namazı zayi eden arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar cehennem ile karşılaşacaklardır. Tevbe eden… müstesna.” (Meryem, 19/59-60)

Hafız İbn Kesir Tefsirinde müfessirlerin önderi sayılan bir grup kimseden namazı zayi etmenin, vakti çıktıktan sonra namazın kılınması sureti ile olacağını söylediklerini nakletmiştir. Karşı karşıya kalacakları ğayy (meâlde: cehennem), onların karşılaşacakları hüsran diye açıklamıştır. Bu cehennemde bir vadidir, diye de açıklanmıştır.

Kadının namazında erkeklerden farklı bir takım hükümler vardır. Bu hükümleri aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:

1- Kadın için ezan okumak ve kamet getirmek sorumluluğu yoktur. Çünkü ezan için sesin yükseltilmesi söz konusudur. Kadının sesini yükseltmesi ise caiz değildir. Ezan okuması, kamet getirmesi ise sahih değildir. el-Muğni’de[41]: “Bu hususta bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz” denilmektedir.

2- Kadının bütünü namazda avrettir. Ancak yüzü, elleri ve ayakları hususunda görüş ayrılığı vardır. Bütün bunlar ise onu görecek mahrem olmayan bir kimsenin bulunmaması halinde söz konusudur. Eğer onu mahremi olmayan bir kimse görülebilecekse namazın dışında vücudunu erkeklerden örtmesi gibi namazda da örtünmesi gerekir. Namaz kılarken başını, boynunu ve ayaklarının üst tarafı dahil olmak üzere vücudun geri kalan her tarafını örtmesi gerekir. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:

“Yüce Allah, ay hali olmaya başlamış bir kadının namazını baş örtüsü olmadıkça kabul buyurmaz.”[42]

 Başörtüsünden kasıt ise başı ve boynu örten örtüdür. Umm Seleme’den rivayete göre o, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e: Bir kadın gömlek ve başörtüsü ile fakat altta elbisesi olmaksızın namaz kılabilir mi diye sormuş; Peygamber sallallahu aleyhi vesellem : “Eğer giyindiği gömleği ayaklarının üstünü de örtüyor ise (olur),” demiştir.[43]

İki hadis bir arada kadının namazı esnasında başını ve boynunu örtmesinin zorunlu olduğunun delilidir. Nitekim Âişe radıyallahu anha’nın rivayet ettiği hadis bunu ifade etmektedir. Yabancı bir kimsenin kendisini görmediği hallerde de yüzünü açması mübahtır. Çünkü bu hususta ilim ehlinin icmaı vardır. Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye, Fetvalarında[44] şunları söylemektedir: “Hanım tek başına namaz kılacak olursa başını örtmekle emrolunmuştur; namazın dışında ise evinde başını açabilir. Namazda ziynet edinmek Allah’ın hakkıdır. Bundan dolayı kimse Beytullahı çıplak olarak geceleyin tek başına dahi olsa tavaf edemeyeceği gibi; tek başına dahi olsa çıplak olarak namaz da kılamaz…” Daha sonra şunları söyler: “Buna göre namazda avret, bakmak ile alakalı değildir. Ne avretin örtünmesi ne de örtünmemesinin bunda bir etkisi yoktur…”

Muğni’de[45] şöyle demektedir : “Hür kadının vücudunun diğer bölümlerinin de namaz da setredilmesi gerekir. Eğer herhangi bir tarafı açılacak olursa çok az olması dışında namazı sahih olmaz. Malik, Evzai ve Şafii böyle demişlerdir”.

3- Muğni’de[46] naklettiğine göre “kadın rükû’ ve secdelerde yayılacak yerde azalarını birbirine yakın tutar; otururken tahiyyatta bağdaş kurarak oturur yahut da her iki ayağını teverrük ve ayakları yaymak yerine sağ tarafında toplar. Çünkü böylesi kadın için daha bir setredicidir”.

Nevevî, Mecmu’da[47] şunları söylemektedir: “Şafii Muhtasar’da şöyle diyor: Namazdaki fiiller hususunda erkeklerle kadınlar arasında bir fark yoktur. Şu kadar varki, kadının azalarını birbirine yaklaştırması yahut da secde esnasında karnını uyluklarına yapıştırması, olabildiği kadarıyla tesettüre daha uygun olduğundan ötürü müstehaptır. Ruku esnasında da namazın tamamında da bu hale riayet edilmesini kadın için müstehap görürüm…”

4- Aralarından birilerinin imam olması suretiyle hanımların cemaatle namaz kılması hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Kimisi bunu kabul etmezken kimisi caiz kabul etmektedir. Çoğunluk bunun bir sakıncası olmadığı görüşündedir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Umm Varaka’ya ailesi halkına imamlık yapmasını emretmiştir.[48] Bazıları bunun müstehap olmadığı görüşündedir. Kimisi de mekruh olduğu kanaatindedir. Bazısının görüşüne göre ise, bu farzın dışında nafilelerde caizdir. Muhtemelen tercihe değer olan görüş, bunun müstehap olduğudur. Bu mesele hakkında daha geniş bilgi için Muğni’ye[49]; Nevevi’nin Mecmu’u’na[50] bakılabilir.

Kadın, şayet kendisini mahrem olmayan bir erkek duymuyor ise, namazda seslice Kur’ân okuyabilir.

5- Erkeklerle mescitlerde namaz kılmak üzere kadınların evlerinden dışarıya çıkmaları mübahtır. Bununla birlikte evlerinde namaz kılmaları onlar için daha hayırlıdır. Müslim’in Sahih’inde rivayetine göre Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerine gitmekten alıkoymayınız.”

O yine şöyle buyurmuştur:

“Kadınları mescitlere çıkmak istediklerinde alıkoymayınız. Bununla birlikte evleri onlar için daha hayırlıdır.”[51]

Buna göre hanımların evlerinde kalmaları ve oralarda namaz kılmaları tesettür dolayısı ile onlar için daha faziletlidir. Kadın namaz kılmak maksadıyla mescide çıkacak olursa, aşağıdaki adaba riayet edilmesi kaçınılmaz olur:

1- Tam hicabı sağlayacak elbiselerle tesettüre riayet etmelidir. Âişe radıyallahu anha dedi ki: “Hanımlar Resulullah sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte namaz kılar, sonra da örtülerine bürünmüş oldukları halde geri dönerler ve alaca karanlıktan ötürü onları tanıyan bulunmazdı.”[52]

2- Koku sürünmeksizin dışarıya çıkmalıdırlar. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden alıkoymayınız; Ancak koku sürünmeksizin çıksınlar.” [53]

Ebu Hureyre radıyallahu anh den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:

“Herhangi bir kadın hoş bir koku sürünmüş ise sakın bizimle birlikte yatsı namazına gelmesin.”[54]

Müslim, İbn Mesud’un hanımı Zeyneb’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Sizden herhangi bir kimse mescitte bulunacak olursa sakın bir kokuya el sürmesin”.

İmam Şevkânî, Neylu’l-Evtâr’da[55] şunları söylemektedir. “Bu hadiste kadınların mescitlere gitmesinin ancak beraberinde fitne bulunmadığı yahut da hoş koku gibi fitneyi tahrik edecek hususun bulunmadığı hallerde caiz oluşuna delil vardır… Bu husustaki hadislerden çıkan sonuca göre erkeklerin hanımlara mescide gitmek üzere izin vermeleri, onların mescide gidişlerinde koku sürünmek ziynet takınmak yahut da herhangi bir süs gibi fitneye davet edecek bir hususun bulunmaması halinde söz konusudur…”

3- Elbise ve süs eşyalarıyla süslenerek çıkmamalıdır. Müminlerin annesi Âişe radıyallahu anha şöyle demiştir: “Şayet Resulullah sallallahu aleyhi vesellem hanımlardan bizim gördüklerimizi görmüş olsaydı İsrail oğullarının hanımları mescitlerden alıkonulduğu gibi hanımlarımızı da mescide gitmekten alıkoyardı.”[56]

İmam Şevkani Neylu’l-Evtâr’da belirtilen yerde Âişe radıyallahu anha’nın: “Bizim gördüklerimizi görmüş olsaydı …” sözleri ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Giydikleri güzel elbiseler hoş kokular ve açılıp saçılmaları kasdediyor. Kadınlar önceleri kaba kumaşlardan yapılmış örtüler, elbiseler ve üst kıyafetlerle çıkarlardı. İmam İbnu’-l Cevzi “Ahkâmu’n-nisa” adlı eserinde[57] şunları söylemektedir: “Kadının imkanları ölçüsünde dışarı çıkmaktan uzak durması gerekir. Çünkü kendisi (dışarı çıktığı takdirde) kendi özü itibariyle esenlikte olsa bile insanlar ondan yana esenlikte olmayabilir. Şayet çıkmaya mecbur kalırsa kocasının izni ile güzel olmayan bir kılık ile çıkar. Büyük caddelerden çarşı pazarlardan değil de tenha yerlerden yolunu takip eder. Sesinin işitilmemesine gayret eder ve yolun ortasında değil de kenarında yürür…”

Ez-Zührî dedi ki: “Bizim görüşümüze göre –doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- hanımlardan evlerine gidenlerin rahatça gitmeleridir. Bunu Buhari rivayet etmi

---------------------------------------------------------------------------------

ALLAH C,C,


Rabbim  konuş  benimle...
 
Bismillah !
“Şehâdet ederim ki; hiç bir ilâh yoktur, Allah’tan başka. Muhammed’de O’nun kulu ve elçisidir.”
Rabbim tüm kalbimle sana inanıyorum ve seni seviyorum. Varlığını, birliğini içtenlikle kabul ediyorum. Bu ikrarım ve tasdikimle cennetini ve rızanı umuyorum.
—Kulum! Bu söylediklerin ispat ister. İnanman güzel ama işin birde eyleme dökülmüş yönü var. Hadi iddianda samimi isen beni ne kadar sevdiğini göster. Hem senin diğer kullarımdan farkının, sevginin, samimiyetinin derecesini, salih amelin olmadan nasıl ölçüp değerlendireceğiz?
—Rabbim, Samimiyetimi nasıl ispatlamamı emrediyorsun? Beni yaratmaktaki gayen ne?
-“Ben cin ve insanları, sadece bana ibadet/itaat (kulluk) etsinler diye yarattım.”(zariyat/56)
İstediğim itaat; kullarım akil baliğ olduktan, ölümüne kadar bütün hayatını, benim koyduğum emirler doğrultusunda düzenlesin, yaşasınlar. Ferdi olarak bu yükümlüğün gayesi, imanın iktidarını kalplerinde inşa etsinler ve fıtratlarını donattığım nitelikleriyle, atamış olduğum yeryüzünün halifeliği görevini üstlensinler. Siz kullarımı, Benim koyduğum ölçüler çerçevesinde ıslah ediciler, hakkı hâkim kılanlar olma göreviyle onurlandırdım.
“Sizden öncekileri sınamıştık. Yalnızca “inanıyoruz” demekle sınanmadan, bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bu sınavın gayesi; kimler Allah yolunda, kimler tagut yolunda savaşıyor birbirinden ayrıştırmak için. Allah yalancıları ve gerçeği söyleyenleri şüphesiz bilir. Benim yanımda yer alanlaradır cennet vaadim”
—Ama Rabbim, sana iman ediyorum. Bunu da “Elhamdulillah Müslümanım “diye belirtiyorum, yetmez mi?
—‘Bedeviler ”inandık” dediler. Deki; İnanmadınız,”islam olduk” deyiniz. İnanç henüz kalplerinize girmedi. İnananlar(Müslümanlar), ancak, Allah ve Elçi’sine inanırlar. Hiç kuşku duymadan Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücadele eden kimselerdir.”siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?” Allah her şeyi bilir.’(hucurat 14–16)
—Buyur Rabbim. Bana emrin nedir?
—Nüfus cüzdanına “İslam” yazdırmakla, Bedeviler misali İslam oldum deyip kurtulacağını mı sanıyorsun? İman amelden bağımsız bir kavram değildir. İmanını, Salih amele dönüştürüp, inandığın doğruları hayatında yaşam tarzı olarak uygulamalısın.
--“İşittim, itaat etmek istiyorum “ Rabbim. Emret, ilk nerden başlayayım?
—Kulum! Günde beş vakit namaz aracılığıyla seninle konuşacağım.
Rabbin olarak, seni, kademe kademe terbiye edeceğim. Sana çağrım (ezan) ulaştığı anda her işini bırakıp, koşarak, benim huzuruma geleceksin. Gelmeden önce “arınıp, temizleneceksin”.
—Sûbhan sensin Rabbim. Emrin başım üstüne. İsyan etmek değil amacım, sadece “kalbim mutmain olsun diye” soruyorum. “Benim kalbim tertemiz” buna ne gerek var?
-“her şeyi yaratan olarak, nasıl olurda her şeyi bilmem?”(mülk/14) Senide ben yarattım. En iyi ben tanırım. Sen “çok zayıf” (nisa/26-28), “çok zalim, çok nankör”(İbrahim/34),”Bir rahmet tattırıp sonrada çekip aldığımda çok ümitsiz, çok nankörlüğe düşen” ,”zorluk ve kederden sonra bolluk tattırınca kendini beğenmiş, sevindirik olan” (hud/9-10),”çok cimri” (isra/10),”bir spermden yaratılışını unutup, açıkça kafa tutan,hasım kesilen”(nahl/4),”şer dokunduğunda ümidini kesen,yıkılan”(fussilet/49) “ âceleci,hırslı,sabırsız,tahammülsüz yaratılmış” (mearic/19),”mal-mülk,makam,şehvet süslü gösterildiğinden” (al-i imran/14) seni bozacak, hüsrana uğratacak tüm bu virüslerden arındıracak ilacı,kalbini temizleyip,eğitecek, besleyecek gıdayı almak zorundasın. Bu ilacın, gıdanın adı da NAMAZ’dır. “Namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar” (ankebut/45)
—Rabbim, her gün beş vakit değil de, istediğimde gelsem, yada birleştirip gelsem huzuruna olmaz mı? Hani, savaş,can tehlikesi,ticaret hayatım,yolculuk halim….
—Günde üç öğün değil de alman gereken gıdayı hepsini toplayıp bir öğünde yesen sonuç ne olur? Yediklerin senin, sağlıklı olmanı, büyümeni, gelişmeni sağlar mı?
Hasta olsan, iki aylık ilacı bir defada toplu alsan, derdine derman olur, sağlığına kavuşturur mu?
Yıllarca vaktinde almadığın gıdalardan güçsüz, hasta düşen bedenini, defaten verilen gıdalar sağlığa kavuşturur mu? Hastalığına çare olacak ilaçlar toptan verilse tedavi edebilir mi?
Omurga nasıl ki bedeni dimdik, dipdiri ayakta tutarsa, (aynı kökten gelen ikame)vaktinde ikame edilen namazda mü’minin imanını dipdiri ayakta tutar.
“Korku” (nisa/101–103)”tehlike, yolculuk”(bakara/239) halinde huzuruma nöbetleşe ve süreyi kısaltarak gelin. Davetimi işittiğiniz anda ticaretinizden, dünyevi işlerinizden katımda daha hayırlı olana, rızık verenlerin en hayırlısı olduğumu bilerek gelin.(Cuma/11)
—Rabbim, ya geçmişte kılmadığım namazlarım? Borçlarımı hesaplayıp “kaza”mı etsem?
-“İslam önceyi siler” Sen çetele tutup, işi ticarete, borç –alacak ilişkisine dökmeden, halis niyetle çokça nasuh tevbe et. Uygun olduğun her an huşu ve hudu ile nafile namaz kıl.”yalvara yalvara,için için dua et.Şüphesiz ben haddi aşanları sevmem” (araf/55)
—Rabbim huzuruma gelirken temizlen buyurdun.
—Evet kulum. Benimle randevuna özenle hazırlanmalısın. İnsanlarla buluşmaya, bir daire müdürüyle konuşmaya giderken ne diyeceğini, ne giyeceğini düşünüp, ön hazırlık yaparken, önemserken, her şeyini borçlu olduğun rabbin olan Ben’im huzuruma lakayt, umursamazca gelmen normal mi? Böyle geldiğin bir buluşmada konuşulanlar seni ve Ben’i memnun eder gereken müspet etki ve sonucu doğurur mu?
İlk önce, sayısız nimetlerimden biri olan suyla maddi ve manevi olarak arınmalı, abdest almalısın.
İns ve cins şeytanlardan ve başıboş bırakırsan onların dostu olacak heva/heveslerinden, rahmetime, merhametime, Ben’im korumam altına sığınarak (besmeleyle) başlamalısın arınmaya. Akan suyla uzuvlarını hem maddi kirlerden arındırmalı hem de yıkayacağın elinden, dilinden, gözlerinden, kulağından, ayaklarından sadır olabilecek manevi kirlerden arınıp temizlenme niyet ve kararlığını göstermelisin.
Özel gün ve durumlarında tepeden tırnağa yıkanıp (gusul ),şehvetinden arınmalısın.
—Rabbim su bulamaz isem? Ya da su hastalığımı arttırır ise?
—Bil ki Ben çok bağışlayan, çok merhamet edenim.”Temiz toprağı al, yüzünü ve ellerini hafifçe ov (teyemmüm)” (nisa/43) Anladın değimli kulum? Asıl arınmanın cesette değil ruhta, manevi boyutta olduğunu?
Daha sonra en temiz, en güzel “bayramlık” giysilerinle vücudunu ört. Huzurumda olacağın ortamı da tertemiz kıl. Ve seni çağırdığım an koşarak gel. Unutma ki; özü, sözü, eylemi bir olmayanlar (münâfık) ”namaz için isteksiz ve mecburen kalkanlardır” nisa/142)
“Allah’tan başka gerçek ilâh olmadığına,en büyük ve tek büyük ilâhın Allah olduğuna şahadet ederim.
(yine) Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şahitlik ederim.
Haydin kurtuluşunuz olan namaza.
Allah’tan başka gerçek ilâh yoktur. Allah en büyüktür.”
İlâhlık taslayan tüm yalancılar. Duydunuz mu? Gerçek ilâhın kim olduğunu.
Rabbim, senin çağrını duydum ve işte huzurunda el pençe divan durdum.
Emrin üzere abdest alırken şunu düşündüm. Bana” şah damarımdan daha yakın” olan senden başka abdest almadığımı kim bilebilir? Sadece sen ve benim bildiğim, içimden okuduğum ayetlerini okuyup okumadığımı ha keza.
Cahiliyeyi terbiye ederken ilk 13 yıl boyunca tevhid eksenli, imanı kalplere yerleştirmek için inzal buyurduğun ayetlerinle birlikte hemen namazı emretmendeki hikmeti şimdi anlıyorum. İmanın en samimi biçimde ispatı olan namaz. Kitabullah’ından “Kolayına geleni” okutarak günde beş kez eğitime tabi tutup, kulunun kalbindeki, beynindeki metruk binayı yerle bir edip, attığın sağlam iman temelinin üzerine; adım-adım, tuğla-tuğla, ayet-ayet yaşam sarayını inşa edişindeki hikmeti.
Tenezzül edip günde beş kez kulunla vahyin aracılığıyla konuşarak tüm yaşamını şuurla sana itaat eder hale getirip, terbiye ediyorsun.
—Rabbim! Tüm ilâhlık taslayan sahte ilâhları ve senin muhabbetin, rızanla, nefsim arasındaki tüm dünyevi engelleri elimin tersiyle itiyorum: Allahu ekber! (en büyük, tek büyük Allah’tır) Ne yapmamı, ne söylememi emredersin?
-“ahireti (korku ve umutla) bekleyenler,Allah’ı her an ananlar için, Elçim güzel bir örnektir” (ahzâp/21)
—Anlıyorum ki, örneğim, öğretmenim Senin kutlu elçin olacak. O’nun hayatını, ahlakını, Sana olan kulluğunu örnek almalıyım. Bazılarının dediği gibi “postacıydı, kitabı teslim etti, öldü, işi bitti.” Diyemeyeceğim gibi, aşırı yüceltip, uçurup-kaçırmadan, O’nun ayak izlerini takip etmeliyim.”Her işinizde olduğu gibi namazlarınızda da beni örnek alınız” uyarısıyla nasıl namaz kıldığını öğrenip uygulamalıyım. Örneğimin dediği gibi;
“Allahım!Seni noksan sıfatlardan tenzih eder,hamd ve senanın tümünü sana has kılarım. Adın mübarek, azâmet ve celâlin çok yücedir. Senden başkada ilâh yoktur”(sübhâneke)
İlâhi huzurdan kovulmuş şeytanın şerrinden, Rahman, Rahim olan Allah’a sığınırım.
—Hamdın tamamının has kılındığı Allah’ım Sen kimsin?
-‘Ben yerin, göğün ve ikisi arasındakilerin, Âlemlerin Rabbi olan, merhametle, rahmetle muamele eden, bağışlayan, esirgeyen Allah’ım.
Din gününde, İmtihana tabi tutulan kullarımın muhakeme edileceği büyük mahkemenin tek ve mutlak Hâkim’iyim.
-(senden başka bu nitelikte başka bir ilâh olmadığından) sadece sana ibadet/itaat eder, sadece senden yardım dileriz. Sen bizi dosdoğru, nimet verdiklerinin yoluna ilet.
Gazabını üzerine çekenlerin ve kendi sapıklığında boğulup kaybolanların yoluna değil.” (Fatiha)
Rabbim, doğru yolu nasıl ve nereden öğreneceğim?
-“üzerinde hiçbir şüphe olmayan bu İlahî Kelâm sorumluluk bilincinde olanlara bir rehber olarak indirilmiştir”(bakara/2)
Çok okunan (= Kur’an) bu” Kitab’ı (hayatına rehber kılma hususunda) sımsıkı tut”
Senin yaratıcın, Rabbin olarak kullanma kılavuzunu okuyup, açıklayan, Benden aldığı gibi kullarıma aynen ileten, vahyi bizzat yaşayarak örnek olan Rasulûm’ü iyice tanı. Okumalarında doğru-yanlış cetvelin “Furkan” olsun.
—Rabbim beni terbiye edecek, Senin razı olacağın, yaşam tarzımı öğretecek “Kelâm’ın” nedir?
-“Deki; Ey Kâfirler! Siz benim taptığıma tapmazsınız, bende sizin ( sahte ilâhlarınıza )taptığınıza tapacak değilim. Sizin dininiz size, benim dinim bana” (Kâfirun)
—Şüphesiz Allah doğruyu söyler. Rabbim, Senden aldığım güçle, Sana ve Elçine savaş açanlara, bende savaş açıyorum.
Ayaklanmam/kıyamım Senin tarafında, Senden aldığım güçledir. Onlara baş kaldırırken, Senin gücün, azametin karşısında iki büklüm oluyorum. Sensin Sübhân olan. Sensin Sana hamd edenleri işiten. En büyük, tek büyük Sensin. Kimliğimi, kişiliğimi temsil eden, alnımı, yüzümü, burnumu sadece Senin için Senin büyüklüğün, kibriyan karşısında yere sererim.
Biliyorum ki müstekbirleri “yalancı alınlarındaki perçemlerinden tutup yere çalansın” (alak/15)
Boyunlarında halkalar takılıymış gibi, burunlarını, büyüklenerek havaya dikenlerin burnunu yere sürtensin.
Haşmetin, azametin, celalin karşısında tekrar-tekrar, isteyerek, severek Sana itaat ederim(/secdeye kapanırım).
Bilirim ki bu secdelerimdir beni özgür kılan.
Sadece Sana kulluğum/köleliğim neticesidir tüm sahte ilâhlık taslayanların köleliğinden azat oluşumdaki hakikat.
Secdelerimdir, beni Sana yakın kılan. Secde anımda yaptığım dualardır Yüce Makam’ına ulaşan.
Fakrımı, acziyetimi bildirişim, Senin büyüklüğünün, zenginliğinin şuuruna erişimin dillendirilmesidir aslında.
Bazen hiç dilim kıpraşmaz, yüreğimin tercümanıdır, gözlerimden avuçlarıma dua olup akan.
“Sözü gizlesem de, açığa vursam da Sensin gizli (düşünceleri de),gizlinin gizlisi (duyguları da) bilen” (tâ-hâ/7)
Onun içindir ki, çoğu zaman “yüzüm yok Rabbim veçhine bakmaya.
Senden başka gidecek kapımın olmadığını da biliyorum” der hâl dilim.
Sana ayan biliyorsun Rabbim!
Melekler gibi yaşayamasam da kulluğuna talibim.
Seni anmakla huzur buluyor, yatışıyor kalbim…
Selam ve muhabbet ola…


---------------------------------------------------------------------------------------


Sadakaları Allâh alır...

Sadakayı Kendi Elinle Ver!
Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“...Sadakaları Allâh alır...” (Tevbe, 104)
* * *
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Sadaka kesinlikle malı eksiltmez, bir kul elini sadaka vermek için uzattığında o sadaka sâilin eline geçmeden önce muhakkak Allâh Teâlâ’nın eline konmuş olur, bir kul ihtiyacı olmadığı hâlde isteme kapısını açarsa, Allâh Teâlâ onun için mutlaka bir fakirlik kapısı açar.” (Ali el-Müttekî, Kenzü’l-ummâl, VI, 377/16134)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, umumiyetle iki hususta işlerini hiç kimseye tevdî etmezdi. Bunlar, gece namaza kalktığında abdest suyunu dökmek ve sadaka isteyene sadaka vermekti. O, sadakayı fakire bizzat kendi eliyle verirdi. (İbn-i Sa’d, I, 369; İbn-i Ebî Şeybe, I, 178)
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne abdest suyunu ne de vereceği sadakasını kimseye yük etmezdi. Abdest suyunu hazırlar, sadakasını bizzat verirdi. (İbn-i Mâce, Tahâret, 30)
* * *
Ashâb-ı kirâmdan Hârise bin Nûmân -radıyallâhu anh- gözlerini kaybetmişti. Namazgâhından odasının kapısına bir ip çekmiş, yanına da içinde hurma ve başka şeyler bulunan bir sepet koymuştu. Herhangi bir fakir yakınından geçip selâm verdiğinde, sepetten bir şeyler alır, ipe tutunarak odasının kapısına gelir ve fakire bizzat verirdi. Âilesi:
“–Biz senin adına veririz” dediklerinde o, şu cevabı verirdi:
“–Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işittim:
«Yoksula kendi eliyle sadaka vermesi, kişiyi kötü ölümden muhâfaza eder.»” (İbn-i Sa’d, III, 488; Taberânî, Kebîr, III, 229, 231; Heysemî, III, 112)


----------------------------------------------------------------------------------------------
RAHMAN'ın Has Kulları – eklendi.


Yüce ALLAH, inanan insanları Kur’an-ı Kerim’de çeşitli surelerde çeşitli ayetlerde anlatmakta ve onların özelliklerini açıklamaktadır. Mü’minlerin özelliklerinin anlatıldığı surelerden biri de Furkan suresidir. Nitekim bu surenin 63-74. ayetlerinde Yüce ALLAH, mü’minlerin özelliklerinden bahsetmekte ve onları Rahman’ın has kulları olarak nitelendirmektedir.

Cennette en yüksek derecelere sahip olacak olan Rahman’ın has kulları, bu ayetlerde dokuz vasıfla anılmaktadırlar. Rahman’ın has kullarının bu özelliklerini kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1. Tevazu içerisindedirler:
“Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler.” (Furkan 25/63) Yani Rahman’ın ihlaslı kulları yeryüzünde gurur ve kibire kapılmadan vakar ve sükunet içerisinde yürürler.

2. Tatlı dil ve güzel sözlüdürler:
“Kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) “Selam!” derler (geçerler)” (Furkan 25/63)
Cahil insanlar, kendilerine kötü söz söyleseler, onlara kötü sözle karşılık vermezler. Çünkü onlar yüce değerlerle meşguldürler. Beyinsizlerin beyinsizlikleriyle, ahmakların ahmaklıklarıyla zihinlerini meşgul etmezler ve onlarla tartışma ve çatışmaya sarfedecek vakitleri yoktur. Onlara sadece “selam” der geçerler. Bu şekilde davranmaları onların zayıflıklarından değil yüceliklerinden,

3. Geceleri namaz kılarlar:

“Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (Furkan 25/64)
Gündüzleri üzerlerine farz kılınan ibadetleri mükemmel bir şekilde yaptıkları gibi gecelerini Rablerine ibadetle geçirirler. Yani onların yatışları, kalkışları hep ALLAH için olur.

4. ALLAH’ın azabından korkarlar:
“Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı gelip geçici değil, devamlıdır.” derler. (Furkan 25/65)
Rablerinden korkarlar ve günahlardan sakınarak kalpleri korkudan ürperti içerisinde “Ey Rabbimiz cehennem azabını bizden uzaklaştır” diyerek Rablerine dua ederler.


5. Harcamada itidal içerisindedirler:
“(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan 25/67)
ALLAH’ın kendilerine bahşetmiş olduğu mallardan kendileri ve aileleri için harcarken israf etmezler. Cimrilik de yapmazlar. Onlar, harcamalarında orta yolu takip ederler.

6. Şirk, kasten adam öldürme ve zinadan uzak dururlar:
“Yine onlar ki, ALLAH ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, ALLAH'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı (nın cezasını) bulur.” (Furkan 25/68)
Şirk, ALLAH’a ortak koşmak, kasten cana kıymak ve zina etmek, İslam’da yasaklanmış olan büyük günahlardandır. Bu büyük günahları işleyenler, kıyamet gününde katmerli bir azaba çarptırılacak ve sürekli azap içerisinde kalacaklardır.

7. Yalancı şahitlik yapmaktan ve yalan konuşmaktan sakınırlar:
“Onlar, yalan yere şahitlik etmezler, boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkan 25/72)

8. Yapılan vaaz ve nasihatleri kabul ederler:
“Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar.” (Furkan 25/73)
ALLAH’ın ayetleri iki türlüdür. Birincisi, kâinat planında yer alan, ALLAH’ın varlığını, birliğini ve yüceliğini gösteren belgelerdir. Nitekim kâinatta bulunan her şeyde ALLAH’ın varlığına ve birliğine delalet eden bir burhan vardır.

9. Daima ALLAH’a tazarru içerisinde dua ederler:
“Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle ve bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan 25/74) diyerek Rablerinden, kendilerine temiz, salih eşler ve çocuklar vermesini, kendilerini günahlardan korunanlara önder yapmasını dileyerek daima dua ve niyazda bulunurlar.


Onlar, cennetteki o saraylarda devamlı kalacaklardır. Orası ne güzel varış yeri, ne güzel bir yerleşim yeridir.
ALLAH, bizleri ve bütün inananları has kullarından eylesin.

Amin.


-------------------------------------------------------------------------------------


Allah'ın  rahmet  kapısına   teşvik

Ciddi olarak Allah’a (CC) isyan etmekten kaçın. O’nun (CC) rahmet kapısına devam
et. Bütün gücünü ve kuvvetini Allah (CC) için harca. Taatında sarfet. Yalvar,
ihtiyaçlarını O’na (CC) arz et. Başını önüne eğ, kork, Hakk’ın (CC) gayrına nazar
etme. Hevaya koşma, yaptığın işlere karşılık bekleme. Ne dünyayı iste. Ne de
ahiretin güzelliklerini taleb et. Hiçbir şeyden hak taleb etme, kendini bir kul gör.
Şunu iyi bil ki; kul ve elindeki bütün mal mülk efendisinindir, hiçbirine karşı hak
iddiasında bulunamazsın.
Edepli ol… Hakk (CC) katında her şey ölçülüdür. Ne geç olacak erken olur, ne de
erken gelecek sonraya kalır. Zamanı gelince nasibin gelir. İstesen de istemesen de
hakkını alırsın…
Senin için gelmesi mukadder olan şeylere hırs göstermen yersizdir. Senin için
olmayan, başkasının hakkı olan şeylere, hasret çekmen yakışıksızdır.
Halen kimseye mal olmayan şeyler iki kısımdır: Birincisi senin olması ihtimalidir.
Eğer böyle ise o şeye neden hasret çekip üzüntü duyarsın. Bugün olmasa dahi, yarın
o senindir. Nasıl olsa bir gün ona kavuşursun. İkincisine gelince, senin olmayacak
şeylerdir. Bu durum ciddi ise, yine üzüntün ve çektiğin yorgunluk boştur. Nasıl olsa
sana gelmez. Onun ardından koşman sana ne fayda sağlar. Sana, ancak boş yere
zahmet çekmek kalır.
Allah (CC) yolunda, ne gibi bir terbiye tavrı takınmak gerekse onları bulmağa çalış.
Bulunduğun halde Allah’a (CC) kulluk et. Hazır vaktini O’nun (CC) yoluna harca.
Başını ondan başkası için eğme. Gözlerini O’ndan (CC) gayrı şeye atma. Allah-ü
Teala (CC) şöyle buyurdu:
- “Gözlerini, dünya adamlarına verdiğimiz nimetlere uzatma. Onlar geçici
şeylerdir. Dünya süsüdür. Biz onları tecrübe ediyoruz. Rabbın (CC) sana verdiği,
hem devamlı, hem de sonsuzdur.”
Bu Ayet-i Kerime’nin hükmüne göre, Hakk’tan (CC) gayrı şeylere bakman yasaktır.
Ne olursa olsun, dünya için sana yetecek kadar rızık verilmiştir. Asıl vazifen ahiret
için azık hazırlamaktır, ona çalış. Bilemezsin, belki dünyalık işlerin bol olsa imanın
elden gider, helak olursun…
Mesela: Her şeyi iyi ölçülere vurmayı bilerek dünya nimetlerinden sayılan güzel bir
kadın alırsın. (Bu mutlaka lazımdır) Buna ihtiyacın vardır. Bu ihtiyacın giderilmesi
bir çok güç şartlara bağlıdır. Bu güçlükler elindeki şaşmaz kıstasa göre olursa, kolay
olur. Evvela biraz tuhaf görünürse de, sonra kirden temiz, saf, güzel bir mükafat
olur. Bu sayede kendini kötü yoldan, kinden, öfkeden, onun bunun namusuna
bakmaktan kurtarmış olursun.
Yine elindeki sağlam ölçülerle yürüdüğün takdirde, çoluk çocuk yükleri sana hafif
gelir. Elbetteki bu hafiflik, Allah (CC) yolunda olduğun müddet devam eder. Allah-ü
Teala (CC) yolunda olan kullarını haber verirken, ev halkını islah ettiğini de
vererek:
- “Biz, ona zevcini yarar hale getirdik.”
Yine bir kulunun ağzından şöyle hikaye eder:
- “Ya Rabbi (CC)! Bize hanımlarımızdan ve türeyecek sülalemizden gözdeler yap.
Bizi iman sahiplerine önder kıl…”
Bir babanın çocuğuna duasını da şöyle haber verir:
- “Ya Rabbi (CC)! Onu halinden hoşnut kıl.”
Bu ayetler birer duadır. Bu duaları okuman lazım. Çocukların ve gelecek zürriyetin
için böyle dua et!
Muhakkak ki, ilahi saltanat hükmünü sürer. Senin dua etmen veya etmemen, onda
bir şey arttırmaz veya eksiltmez; ama senin için çok önemi vardır. Yapacağın bir
dua ile, zararlı şey zararsız şey haline gelebilir, az şeyle çok iş görebilirsin. İşte bu
sebepten her zaman dua et ve Allah’a (CC) her zaman yalvar.
Bu dua işi, yalnız aile hayatını korumakla değil, dünyada bütün nimetlerde aynıdır.
Elbette ki, hak ölçülere bağlı olarak, tabii ihtiyaçların hepsini tatmin edeceksin.
Yemeklerini muntazaman yiyecek ve giyeceğini zamanın ihtiyacına göre temine
çalışacaksın. Bunları yaparken ilahî emri takip ettiğin için maddi ve manevi
mükafat alırsın. Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, yaptığın haç gibi faydalı
ibadetlerden daima iyilik bulursun.
İhtiyacından artan şeyleri, ayrıca sarfedersen daha faydalı olur. Bunları
sarfederken evvela fakir, ihtiyaçlı dostlarını, yakın komşularını ve diğer fakir din
kardeşlerini gözetmelisin. Bunlara verirken elindeki malını ona göre hesaplarsın.
Herkese halince verirsin, kendi ihtiyacını da göz önünde tutarsın. Her:
- “ Muhtaçtır…”
Denilene bol keseden verme. Haber, görme gibi değildir. Gör, tahkik et, ondan
sonra ver.
Her işlerinde olduğu gibi, bu işlerde de manevi yolu elden bırakma. Şüpheli şeylere
karışma. Daima açık kalpli ve doğru ol.
Sabırlı ol,sabırlı… Allah’ın (CC) rızasını gözet, rızasını…
Kalbini muhafaza et, kalbini… Huzur içinde yaşa,huzur içinde… Şahsiyetini elde tut,
elde… Sessiz olmaya çalış, sessiz… Daima yerinde konuşmaya alış, uygunsuz
şeylerden çekin. Kurtuluş yollarını ara… Uçurumlardan sakın. Ruhî ve derunî
kuvvetler önünde başını eğ; kalb alemine dal… Utan… Utan… Allah (CC)… Allah
(CC)… Allah (CC)… Sonra yine Allah (CC)… Taa, iş sonuna varıncaya kadar böyle
O zaman ölmeden evvel ölürsün, o devreye kadar çektiğin elemler sona erer. İlahi
rahmet, fazilet denizine girersin. Orada temiz olunca çıkarılırsın. Çıkınca, çeşitli
nurlar gönlüne dolar. Bilinmeyen sırlara sahip olursun. Hiç kimsenin bilemiyeceği
sırları öğrenir, garip diyarlar görürsün.
Daha sonraları, rahmet kapıları önünde perde perde açılır. Sen orada, aldığın
ilhamlarla açık açık konuşmaya başlarsın. Benliğin ölmüştür. Bu durumda ilahi
varlık seni tamamen kapamıştır.
Bu halde, sana verilen artık alınmaz.
Yokluğu olmayan bir zenginliğe erişirsin. Kuvvetini kimse yenemez. Yüksekliğine
kimse erişemez.
Eriştiğin bu makam, Hz. Yusuf (AS) makamıdır. O’na (AS) söylenen şu hitap sana da
söylenir:
- “Sen bizim yanımızda yerli ve eminsin.”
Hz. Yusuf’a (AS) gelen bu hitap, zahirde Mısır sultanının ağzından çıkmıştır. Aslında
o sultan, Hak lisanına bir perde sayılırdı. Esas söz; Allah’ındı (CC)… O, zahirde bir
padişah sayılır, ama onun temsil ettiği makam, nefis, marifet, ilim, yakınlık,
hususiyet yüksek derecede idi. Arif olanlar bu hali daha iyi anlarlar.
Dünyalık nimetlerin çoğalmasına ne hacet var? Elinde az da olsa seni geçindirecek
kadar dünyalığın mevcuttur. Bu arada sana gereken en önemli iş kanaat sahibi
olmaktır.
Haline razı ol, fazlasını isteme, gelirse al. Her şeyi Hakk’tan (CC) bil. Helalinden
almaya gayret et. Yolun böyle olsun. Bütün gayretini Hakk (CC) yolunda sarf et.
Her istediğin ve her arzun Allah (CC) yolunda devam etsin. Ancak bu şekilde
hareket edersen doğruyu bulman mümkündür. İyiliğe bu yoldan varılır. Gerek
dünya gerekse ahiret güzelliklerini, Allah (CC) rızasını kazandıktan sonra
bulabilirsin. Bir Ayet-i Kerime de mealen şöyle buyurulur:
- “Onların yaptıklarına mükafat olarak, öbür alemde verilecek nimetlere kimsenin
aklı ermez. O göz kamaştırıcı nimetleri hiçbir nefis bilemez.”
Beş vakit namazı, vaktinde eda etmekten daha güzel bir şey olamaz. Günahları
bırakıp, Hakk (CC) yoluna girmekten daha hayırlı bir şey tasavvur edilemez. Bizim
anlattıklarımızdan daha yararlı bir söz söylenemez. Allah (CC), bunları yapmayı
bizlere nasip etsin. Cümlemizi, sevdiği yolda muvaffak buyursun




[/font][/size][/color]

---------------------------------------------------------------------------


Allah  Sevgisi Kalbine Yer Etmelidir ...

İnsan beşeri sevgiden ALLAH sevgisine ulaşırsa, kalbi bütün canlılara
karşı sevgi ve merhametle dolar. Bu sevgiyle kalpler O na yönelerek,
mutluluğun doruğuna ulaşır. Çevrenizdeki bütün canlılarda Yaradan ın
gücü ve büyük izi vardır. Onun izni olmadan bir yaprak bile kıpırdayamaz.
Ona teslim olan kalpler, Onun sevgisiyle yumuşar. ALLAH sevgisi olan
kalpte kin barınmaz. Öfke, şiddet ve nefret, ancak insanlığın karanlık
yönüdür. Sevgi, şefkat ve merhamet, insanın aydınlık olan gerçek
yönüdür. Karanlık ancak aydınlıkla, ışıkla yok edilir. Şiddete şiddetle
cevap vermek, karanlığın tuzağına düşmektir.

Yönünü ALLAH a çevirerek ve gönlünü ancak Onun sevgisiyle doldurarak
olgun insan olursun. Gönlünde sevgi şimşekleri çakıyorsa, anla ki, senin
gönlünde sevgi var. Gönlün ALLAH aşkıyla yanıp tutuşuyorsa, hayatın
güzelliklerle doluyor demektir. İnan ALLAH da seni seviyordur. Evet,
hiçbir aşık yoktur ki, sevgilisini arasın da, sevgilisi onu aramasın. Gönlüne
ışık veren, hayatını coşkulu kılan ve ruhunu dağların en yücesine taşıyan
yalnızca ALLAH aşkıdır.

ALLAH tan geldin ve yine zamanı gelinice dönüşün O na olacaktır. ALLAH
ın nuru, insanların kalbinde parlamalıdır. Hz. Ali; Kalbimde önce, sonra ve
şimdi ALLAHtan başka bir şey görmedim, diyor. İnsanın nefsi, kendisiyle
ALLAH arasında en büyük engeldir. Nefsinin isteklerinin esiri oldukça,
huzursuzluğun da artacaktır. İnsanın yaşam sürecinde, dünyada alacağı
nasibi ancak ALLAH a olan yakınlığı kadardır. Gönüller dua ile O na açılır,
dua ile huzur bulur.

Gönülden gelen coşkulu duygularla yapılan duanın, insanın hayatını
değiştireceği, nefretin yerini sevginin alacağı, endişenin yok olacağı,
yerini güven ve huzurun alacağı, bilinmelidir. Şimdi aşağıdaki kuralları
uygularsan, duanın gücünden daha fazla yararlanırsın. Korkudan ve
endişeden uzak olursun.

v Sakin bir köşeye çekilerek, ALLAH ı düşün ve kalbini Ona aç

v Okula giderken, otobüste, trende, yürürken, yattığında, gözlerini kapat
ve ALLAH ın varlığını hisset.

v ALLAH ın sana verdikleri için teşekkür et.

v Tüm insanlık ve ailen için ALLAH a yalvar. Huzur ve mutluluk vermesini dile.

v Dua sırasında aklın berraklaşsın. Hiçbir olumsuz düşünceye kapılma.

v ALLAH a isteklerini aç. O nun seni boş çevirmeyeceğine inan ve senin
için yaptıklarının senin isteklerinden daha hayırlı olacağına inan.

v Her şeyini ALLAH a havale et. Yalnız Ona yalvar ve Ondan dile.

v Kendin için istediklerinden daha fazlasını başkaları için de iste.

v Daima iyi dileklerde bulun. Bir insana zarar vermek ve ondan intikam
almak gibi duygular uygun olmayacağını bil ve iyi duygular için dua et.

v Gönülden dua et. ALLAH ın sevgisini kalbine doldur.

v Sıkıntı çekmediğin zamanlarda, sağlığın iyi olduğunda dua etmen daha
faydalıdır, unutma.

v Duadan önce ALLAHın adını andıktan sonra, Peygamberimize dua
etmek, daha sonra da dileğini bildirmen daha uygundur.

v Dua etmeye devam et, umutsuzluğa düşme ve yaptığın duanın bir gün
kabul edileceğine yürekten inan. ALLAH a açılan gönlün sevgiyle
dolacaktır. Halisane dualarınla huzur bulacaksın.

İnsan, birazcık menfaati için kula kulluk etmesi doğru olmaz. Bir insanın
önünde eğilerek, dalkavukluk yapılamaz. Sadece, secdede Yüce Yaratıcı
nın önünde eğilir. Yalnız O na el açar ve Ondan beklenir. Halisane bir
gönülle ALLAH a yalvarmak, O na güvenmek, en ümitsiz anlarında seni
selamete ve mutluluğa götürür. Hz. Peygamber; ALLAH a canı gönülden
dua edenleri ALLAH sever, buyurmuştur. Yanık gönüllerden yükselen
yakarışlarla insan, ALLAH a kavuşur. Onun rahmetine mazhar olur.
ALLAH, Hz. MUHAMMED'e; Kullarım sana benden sorarlar, ben onlara
yakınım. Dua edenlerin duasını kabul ederim. Bana dua etsinler ve bana
inansınlar ki, selamete erebilsinler. (Kuran ı Kerim, Bakara Sûresi
186.ayet) Üzüntülü günlerinde ALLAH tan yardım isteyen kimse, mutlu
günlerinde daha çok dua ederse, ALLAH a yakın olur.

ALLAH, kullarının yalvarmasına, duasına cevap verir. Yaşadığı üzüntüyü
kaldırarak, insanı sevindirir. Ancak, çoğu zaman insan bunun farkında
olmaz. Sıkıntıdan kurtulduğunun sevincini de duymaz.

ALLAHtan bir şey istediğin zaman kabul edileceğine inanarak iste.
Gönülden iste. Ona açılan gönüller, sevgi ile dolar. İnsan huzur bulur.
Doğan bebekte, açan gülde, yediklerinde, aldığın nefeste ve her şeyde
ALLAH ın gücü vardır. Onun büyüklüğünü düşün ve dua et. ALLAH ım,
bana huzur ve rahatlık ver. Beni sıkıntılardan, yoksulluktan ve
kötülüklerden koru. Sana olan sevgimi ve inancımı kuvvetlendir. Beni
çaresiz bırakma ve insanlara muhtaç etme. Bana insanlarla paylaşacak
cömertliği ve merhameti ver. Yalnız Senin önünde eğdiğim başımı,
başkasının önünde eğdirtme. Yüce ALLAH ım, ben sana muhtacım. Senden
geldim ve dönüşüm yine sana olacaktır. Beni sevip kabul ettiğin,
bağışlayıp mükâfatlandırdığın kullarından eyle, şeklinde dualar yap.
ALLAH, dualarını kabul etsin.

Şu üç dua vardır ki, bunların kabul edileceğinden şüphe yoktur. Misafirin
duası, mazlumun duası ve anne babanın evladına duası. (Tirmizi, 2. s
473/496)

Öyleyse durma, anne babandan ve evinize gelen misafirlerden kendin için
dua istemeyi ihmal etme. Bir duada benden; ALLAH ım, gençliğini senin
için kullanan güzel insanlardan kıl bizleri. Amin Amin Amin


Alıntı


--------------------------------------------------------------------------------------



Nefsimiz  ve  Allah  cc   Rahmeti

Hep en iyiyi istiyoruz kendimiz için, hep en güzeli tercih ediyoruz. Bir
yanımız bahar bahçe, bir yanımız salkım saçak…
En mükemmeli layık görüyoruz kendimize; aklımızca hayaller kuruyoruz, aylar
sonrasının planlarını yapıyoruz, ”Yarın ne olacak ?” sorusunu
düşünmeden…
Sanki elimizde bir hayat garantisi var…
” İşim olsun namaza başlarım”,
”Düzenim otursun Kuran okurum…”
Aylar geçiyor..Yıllar yılları kovalıyor,…
Anne oluyoruz, baba oluyoruz çocuklarımızla ilgilenmemiz gerek..Ev işleri,
.Namaz
kılacagız, Kuran okuyacağız.. İşimiz çok vaktimiz yok diyoruz.. Nefsimiz
elbette en güzel’in peşinde..
”En çok nasıl para kazanabiliriz?”
” En çok nasıl güzel olabiliriz, hatta en güzel biz nasıl olabiliriz, hatta
en yakışıklı olmayı nasıl başarabiliririz…’
Planlarımızın sonu hiç gelmiyor hiç…Kuaförlerden , tv. başından, magazın
dergilerinden başımızı kaldırıp bakmıyoruz etrafımıza..
Hem baksak ne göreceğiz ki? Diyoruz , herkes bizim gibi değl mi??? Farklı
olan ne var???
Ah nefs ah…Sana kanmak ne kolay..Parlatıyorsun gözlerimizi!!!
Senin yüzünden at gözlüğü ile bakar olduk dünyaya, AT gibi bakmak varken…
”Dünya müminin zindanı” oysa ki…!!
Hep her şeyi bildiğimizi sanıyoruz..Dev aynasında görüyoruz kendimizi…
Halbuki bi uyansak..Bi uyansakk..Aslında bildiklerimizin bir tuz tanesini
geçmediğini fark etsek…
Ey insanlar duyun artık duyun , değil sizin için en güzeli isteyen nefsin
istekleri değillllll; rabbimizin istekleriiii,!!!
Hangi anne yavrusunun ateşte yanmasını ister??
Hangi anne merhamet etmez yavrusuna…
Rabbimiz bizim ateşe girmemizi engellemek için adeta çırpınıyor,!!!
O (cc) annelerimizden , hatta bizi sevenlerden , bize ‘’sana aşığımmmm diye
bas bas bağıranlardan ! ” bile daha merhametli..
Bırakın dünyadaki ateşi, rabbimiz bizi cehennem ateşinden korumak için;tek 1
günahımıza karşılık , tek 1 günah yazarken ;bir yandan da diyor ki yazıcı
meleklere , ”ey melekler, gün doğana kadar erteleyin bu günahını yazmayı
kulumun defterine, ola ki tevbe eder…”
Nihayet ^^gecenin siyah ipliği ile beyaz ipliği^^birbirinden usul usul
ayrılmaya başlarken, dünya semalarında bir ses yankılanıyor..
”ALLAHÜEKBER!”
”ALLAHÜEKBER!”
”DUA EDEN YOK MU VEREYİM; TEVBE EDEN YOK MU AVF EDEYİM” diye sesleniyor
rabbimiz…
Tek bir sevabınıza, yoldan geçerkenn bir tek taşı, başka insanlara zarar
vermesin diye kaldırana dahi sevap üstüne sevap veriyor rabbimiz.. Bir
günaha tevbe edene kadar mühlet, sonra davet, icabet eden davete avf … Bir
sevaba ise on katı sevap… Buyrun gerisini siz düşünün…



fanidunya

  • Ziyaretçi
LA İLAHE İLLALLAH HAYAT TARZIDIR!
« Yanıtla #4 : Ekim 05, 2014, 10:33:00 ÖÖ »
LA İLAHE İLLALLAH HAYAT TARZIDIR!

Tek olan Allah'a ibadet etmek, kelime-i şehadette La ilahe illallah olarak ifade edilen İslâm akidesinin şartının ilk yarısıdır. Yine aynı ifadede yer alan Muhammedün Rasûlullah, yani ibadetin Allah Rasûlünden nasıl öğrenileceği ise bu şartın ikinci yarısıdır.

Bu akide iki bölümüyle ancak mümin ve müslim bir kalpte bulunur. Çünkü bu ikisinin dışında kalan her şey imanın dinamiklerinden, İslâm'ın şartlarındandır. Bunlar da onun gereğidir. Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayra ve şerre inanmak, namazı, zekâtı, orucu, haccı, ifa etmek, hadleri, tazirleri, helal ve haramı, sosyal ve hukuki ilişkileri kabul etmek, kısaca bütün İslâmî emirler sadece ve sadece Allah'a ibadet etme ilkesine dayanır. Ve bütün bunların kaynağı Allah Rasûlunün, Rabbinden bize tebliğ ettiğidir.

Müslüman toplum bu ilke ve bunun gereklerinin bir bütün olarak yaşandığı toplumdur. Çünkü bu ilke ve onun gerekleri yaşanmaksızın müslüman bir toplum olunamaz. Sonra şehadet kelimesi, La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah, bütün yönleriyle İslâm Ümmetinin hayat düzeninin üzerine kurulduğu bir temele dönüşür. Bu temel atılmadan bu hayat var olamaz. Aynı şekilde bu temel üzerine kurulmayan ya da onunla birlikte başka bir temele de dayanan veya kendisine yabancı bir temele dayanan hayatda İslâmî bir hayat olamaz.

"Hükmetmek sadece Allah'ındır. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din de budur. "(Yusuf, 40)

"Kim de Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."(Nisa, 80)

Bu kısa ve öz ifadeler, bize; bu dinin dinamik hareketinin yapısı ile ilgili temel konularda kesin bir söz söylemekte yardımcı oluyor. İlk önce bize "Müslüman toplumun yapısı''nın belirlenmesinde yardım ediyor. İkinci olarak "Müslüman toplumun doğuş yöntemi "nin belirlenmesinde yardım ediyor. Üçüncü olarak "cahili toplumlara karşı koymada İslâmî yöntemin belirlenmesinde" yardımcı oluyor. Dördüncü olarak ise "beşeri hayat düzenine karşı koymada, İslâmî yöntemin belirlenmesinde" yardımcı oluyor.  İşte bunlar, dün ve bugün İslâmî hareketin yöntemiyle ilgili temel sorunlardır.

"Müslüman toplum"un yapısıyla ilgili ilk belirgin özellik bu toplumun her alanda yalnızca Allah'a ibadet etme ilkesine dayanmasıdır. Bu kulluğun niteliği kelime-i şehadette, la ilahe illallah, Muhammedün Rasûlullah cümlesinde ortaya çıkar.

Bu ibadet hem itikadı düşüncede, hem ibadetlerde, hem de hukukî yasalarda kendini gösterir. Allah'ın (c.c.) vahdaniyetine (birliğine) inanmayan bir kul müslüman olamaz: "Allah, "iki tanrı edinmeyin. O ancak bir tek Tanrıdır. Sadece Ben'den korkun" dedi. Göklerde ve yeryüzünde her ne varsa O'nundur. Din de daima O'nundur. Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 51–52)

Allah'tan başkasına veya O'nunla birlikte bir başkasına ibadet eden bir kul da Müslüman olamaz: "De ki "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun hiç bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim."(En'am, 162–163)

Kendisinin bize bildirdiğinin -bu, Allah Rasûlü (s.a.v.)dür- dışında bir yerden, bir kimseden hukukî yasa alan ve bunu kabul eden kul da Müslüman olamaz. "Yoksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortaklan mı vardır?” (En'am, 162)

"Peygamber size neyi verdiyse onu alın. Neyi de yasakladıysa terk edin." (Haşr, 7)

İşte bu Müslüman toplumdur. Bireylerinin inanç ve anlayışlarında olduğu gibi ibadetlerinde, toplumsal düzen ve yasalarında da tek olan Allah'a ibadet ilkesinin kendini gösterdiği toplum budur. Bu alanlardan hangisi genel yapıdan ayrı düşerse, İslâmî yapı tümden ortadan kalkmış olur. Çünkü kelime-i şahadetin ilk bölümü ortadan kalkmıştır.

Dedik ki, Allah'a ibadet etmek, itikadî düşüncede ortaya çıkar. Burada İslâm itikadî düşüncesinin ne olduğunu açıklamamız yararlı olacaktır. Akidevî hakikatlerini Rabbani bir kaynaktan alarak insan idrakinde oluşan bir anlayıştır bu. Ve bununla insan Rabbinin hakikatine varır. İçinde yaşadığı, gördüğü ve görmediği, -evrenin, mensup olduğu hayatın- bildiği ya da bilmediği salt gerçeğine ulaşır. Bundan sonra bütün bu gerçeklerle olan ilişkisi ve tek olan Allah'a ibadet esasına dayalı Rabbiyle olan ilişkisi ile evrenle, canlılar âlemiyle, bütün insanlarla, insani kurumlarla olan, ilişkisinin temellerini Allah'ın dini oluşturur. Bunu da Allah Rasûlü tebliğ etmiştir. Ve bu ilişkilerde Tek olan Allah'a ibadet etmek hedefini gerçekleştirmeyi güder. Bu şekilde o bütün hayatı kapsar.

Oluşması gerekenin böyle bir Müslüman toplum olduğu ortaya çıktıktan sonra, bunun nasıl doğacağı, bu doğuşun yönteminin ne olduğu soruları önümüze çıkar.

Bir grup insan çıkıp bir bütün olarak tek olan Allah'a ibadet edip itikat ve anlayışta, ibadet ve muamelatta, düzen ve yasalarda O'ndan başkasına ibadette bulunmayı reddedip bütün hayatını bu halis ibadet temeli üzerine fiilen düzenlemeye başlar, gönlünü Allah'tan başkasına kulluktan, -O'nu inkar ederek veya O'na şirk koşarak- O'ndan başkasından hüküm almaktan arındırırsa, işte o zaman, ancak o zaman bu Müslüman cemaat oluşur. Ve bunun kuruluşu da müslümanca olur. Ama bir grup insan, yukarıda açıklandığı şekliyle; ihlasla Allah'a ibadet ettiğini ortaya koymazsa onlar Müslüman (müslim) olamazlar. Ve hayatlarını bu temel üzerine düzenleyemezler, toplumları da Müslüman (müslim) bir toplum olamaz. Bu, İslâm'ın ve bütün Müslüman toplumların üzerine bina edildiği kelime-i şehadetin her iki bölümüyle vücud bulmamasındandır.

Bundan dolayı İslâmî toplumsal bir düzen ve buna dayalı Müslüman bir toplum kurmayı düşünmeden önce, daha önce açıkladığımız gibi, her ne şekilde olursa olsun bireylerin vicdanlarının Allah'tan başkasına ibadet etmekten arındırılması ve Müslüman bir cemaatte toplanmaları gerekir. İşte bu cemaatten Müslüman toplum doğar. Bu topluma, itikadıyla, ibadetiyle, kanunuyla tek olan Allah'a ibadet edenler, başka bir deyişle kelime-i şehadetin canlı bir şekilde yaşandığı bu toplumda yaşamak isteyenler katılır.

İlk Müslüman toplumun kuruluşuna kaynaklık eden ilk Müslüman cemaatin doğuşu böyleydi. Her Müslüman cemaatin, her Müslüman toplumun doğuşu da böyle olacaktır.

Şüphesiz Müslüman toplum ancak bireylerinin, insan gruplarının, Allah'tan başkasına -O'nu inkar ederek ya da O'na şirk koşarak- ibadeti terk edip tek olan, ortağı bulunmayan Allah'a ibadete yönelmesiyle doğar. Sonra bu gruplar, bu ibadet temeline dayalı olarak hayat düzenini kurarlar. İşte o zaman, eski cahili toplumdan yeni bir akideyle doğan -ki bu da İslâm'ın ilk esasının iki bölümü olan la ilahe illallah Muhammedün Resûlullah'dır- bu akide temeli üzerine kurulan yeni bir hayat düzeni, eskisini reddeden yeni bir toplumun doğuşu tamamlanmış olur.

Eski cahili toplum bütünüyle yeni İslâmî topluma isterse katılır, isterse katılmaz. Yeni Müslüman toplumla isterse barış yapar, isterse savaşır. Davet tarihi göstermektedir ki, Nuh'dan (a.s.) Muhammed'e (s.a.v) kadar istisnasız, bu toplumun doğuş merhalesinde -bu birey veya grup durumunda ya da bu toplumun fiilen kurulmasından sonra olabilir- cahili toplum barışı değil, sürekli savaşı tercih etmiştir.

Doğaldır ki, yeni Müslüman toplum; cahili toplumun baskısına karşı koyacak, ona galabe çalacak, en azından direnmesini sağlayacak itikadî, fikri, ahlakî, psikolojik örgütsel, toplumsal ve diğer gerekli olan güçlere belli bir dereceye kadar sahip olmadıkça doğmaz, vücud bulmaz.

Ancak "cahili toplum" nedir? Ona karşı çıkarken nasıl bir yöntem kullanılacak?

Müslüman toplumun dışında kalan her toplum, cahili toplumdur. Kısaca tanımlamak istersek şöyle diyebiliriz: İbadeti yalnızca Allah'a özgü kılmayan toplumdur. Bu, ibadet itikat ve kanunlarda tevhidi olmayan bir görüntüye sahip olmadır.

Bugün yeryüzünde bulunan bütün toplumlar fiilen bu "cahili toplum" tanımına girmektedirler.

Sosyalist toplumlar bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'ı ve O'nun varlığını inkâr etmişlerdir. Evrendeki "Fail-i Mutlak"ı maddeye ya da doğaya, insan hayatında ve tarihinde ise "ekonomi"ye ya da "üretim araçları"na indirgemişlerdir. Aynca bu düzende toplumun, halkın yönetimi ve egemenliğinin yürürlükte olduğu faraziyesiyle Allah'a değil de partiye ibadet edilmektedir. Bu anlayışın ve bu düzenin bir sonucu olarak 'insan'ın özellikleri yok edilmektedir. Bu da "temel ihtiyaçları"nın sadece hayvani ihtiyaçlar olarak ortaya konmasındandır. Yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve şehvet!.. İnsanı hayvandan ayıran ruhî ihtiyaçlarını gözden ırak tutmaktadır. Bunların başında gelen Allah'a iman ve bunu sağlayacak olan seçim özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. İnsanın insan oluşunun en belirgin özelliklerinden biri olan "bireyselliğini" ifade etme özgürlüğü de bu cümledendir. Bu, bireysellik melekesinde, iş ve uzmanlık seçiminde,"kendini" "hayvan ve araç"tan ayıran bütün özelliklerini sanatsal olarak ifade edişinde ortaya çıkar. Çünkü sosyalist düşünce ve sosyalist düzen, her ikisi de insanı havyanlık mertebesinden araç mertebesine indirir.

Putperest toplumlar da -ki, Hindistan'da, Japonya'da, Filipinler'de, Afrika'da, hala bu tür toplumlar vardır- bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'tan başka şeyleri tanrılaştırmaktadırlar. Ve bunlara ibadet etmektedirler. Allah'tan ve O'nun şeriatından başka şeyleri yasa koyucu olarak kabul edip, düzen kurmakta, kanun yapmaktadırlar. İster bu düzen ve kanunlar ulular, kâhinler, büyücüler tarafından konmuş olsun, isterse de Allah'ın şeriatına dayanmayan yasama gücünü elinde tutan laik sivil kurumlar tarafından. Çünkü o, halk, parti ya da başka bir şey adına yüce egemenliği elinde tutmaktadır. Oysa bu, sadece Allah'a (c.c.) aittir. Bu da ancak peygamberlere O'nun vahyettiği şekilde olur.

Yeryüzündeki bütün Yahudi ve Hristiyan toplumlar da bu sınıfa dâhildirler. Çünkü onlar uluhiyeti O'na özgü kılmamışlardır. Tersine şu veya bu şekilde -O'na oğul isnad etme ya da teslis şeklinde O’na ortak (şirk) koşmuşlardır. Allah'ı kendi hakikatinin dışında algılamakta, yarattıklarının onunla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ilişkide bulunduğu anlayışına sahip olmuşlardır.

"Yahudiler "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar. " (Tevbe, 30)

"And olsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki tanrı yalnız bir tek Tanrı'dır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenler kesinlikle elem verici bir azaba uğrayacaklardır." (Maide, 73)

"Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden dolayı elleri bağlansın, lanet o/sun! Hayır, O'nun iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle sarfeder." (Maide, 64)

"Yahudi ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. "Öyleyse günahlarınızdan dolayı, size niçin azab ediyoruz?" de."(Maide, 15)

Bozulmuş sapık itikatlarından kaynaklanan ve beslenen ayin, tören ve ibadetlerinden dolayı da bu tanıma girerler. Hem onlar egemenlik hakkının O na ait olduğunu tasdik etmişler, ancak ibadeti O'na özgü kılmamışlar, O'nun şeriatinden yardım düşmemişlerdir. Tersine yalnızca Allah'a ait olan egemenlik hakkını kendisine verdikleri beşeri kurumlar kurmuşlardır. Allah (c.c.), bu hakkı rahip ve hahamlarına verdiklerinden dolayı onları şirkle vasıflandırmıştır. " ... Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa tek ilah'dan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilah yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir." (Tevbe,31)

Onlar rahip ve hahamlarının ilah olduklarına inanmıyorlar, onlara herhangi bir ibadette de bulunmuyorlardı. Yalnızca egemenlik hakkının onlara ait olduğunu kabul ediyorlar, onların kendileri için koydukları yasaları benimsiyorlardı. İşte buna Allah (c.c.) kesinlikle izin vermemişti. Bu gün bu hakkı rahip ve haham olmayan insanlara verenleri şirkle nitelemek daha uygundur.

Son olarak bu cahili toplum tanımına kendim Müslüman sanan toplumlar da girer.

Onlar bu tanıma, ibadeti Allah'tan başkasına özgü kılmalarından, O'ndan başkasına ibadet etmelerinden dolayı değil, ancak hayatlarını düzenlerken bu ibadeti sadece ve sadece Allah'a hasretmemelerinden dolayı girerler. Uluhiyeti O'ndan başkasına vermeseler bile, uluhiyyetin en büyük özelliğini O'ndan başkasına vermekte, düzenlerini, kanunlarını değer ölçülerini, adet ve geleneklerini, hemen hemen hayatın bütün dinamiklerini bun(lar)dan almaktadırlar. Allah yöneticiler hakkında şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kâfirlerin ta kendileridir."(Maide,44)

Yönetilenler hakkında ise şöyle buyurur: "Ey Muhammed! Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia, edenleri görmüyor musun? Onlar tağutların önünde muhakeme olunmak istemektedirler. Hâlbuki onları inkâr etmekle emrolunmuşlardı." (Nisa, 60) ayetiyle başlayan konu şu ayetle sona erer: "Hayır, Rabbe and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)

Allah, daha önce Yahudi ve Hıristiyanları, bugün kendilerinin Müslüman olduğunu söyleyenlerin kendi insanlarına dedikleri ve yaptıkları gibi O'nu bırakarak haham ve rahiplerini Rab edinmelerinden dolayı şirk, küfür ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmekle nitelemiştir. Allah (c.c.) yahudi ve Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı Rab edinip O'nu ilahlaştırarak ibadet etmelerini şirk kabul etmiştir. Bu da diğeri gibi Tek olan Allah'a ibadetten, O'nun dininden, La ilahe illallah dairesinden dışarı çıkmaktır.

Bu toplumlardan kimisi açıkça laik olduğunu, din ile bir alakasının olmadığını ilan ederken, kimisi de "dine saygılı" olduğunu ifade ediyor. Ancak bu (ikinci grup) dini toplumsal boyutundan soyutladığının farkında değildir. Onlar bunu yaparken vahyi inkar ettiklerini, hayatlarını ve düzenlerini "bilimsellik" üzerine kurduklarını belirtiyor, bunun nedeninin de "bilimin" "vahye" zıt olmasıdır, diyorlar. Bu, ancak kara cahillerin söylediği kuru bir zandır. Kimileri de fiili egemenliği Allah'tan başkasına veriyor, dilediği gibi yasalar koyuyor, sonra da kalkıp yaptıkları hakkında "bu Allah'ın şeriatıdır" diyorlar. Bu, Allah'a ibadet temeline dayanmayan bütün toplumlardaki ortak özelliktir.

Bu gerçek ortaya çıkınca şunu görürüz: Bütün cahili toplumlara karşı İslâm'ın konumu kısaca şöylece özetlenebilir: O, bütün bu toplumların İslâmîliğini, meşruiyetini reddeder.

İslâm bu toplumların taşıdığı farklı isim, etiket ve slogana bakmaz. O,yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da bu toplumlarda hayatın,Tek olan Allah'a ibadet temeline dayanıp dayanmadığıdır. Diğer toplumlar gibi o da aynı niteliğe sahiptir: Cahiliyye...

Bu bizi son soruna, bu gün, yarın ve son ana dek bütün bir beşeri oluşum karşısında İslâm'ın yönteminin ne olacağı sorununa götürür. "Müslüman Toplumun Yapısı" ile bunun her biriminin tek olan Allah'a ibadet temeline dayalı olarak kurulmasıyla ilgili bölümün ilk kısmında yaptığımız tesbitler burada bize yardımcı olacaktır.

Bu özelliğin belirlenmesi şu soruya kesin bir cevap olacaktır: İnsan hayatının temeli nedir? Bu temel Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimi mi, yoksa herhangi beşeri bir yapı mıdır?

İslâm bu soruya hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kesin bir cevap verir: Bir bütün olarak insan hayatının dayanması gereken temel, Allah'ın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimidir. İslâm'ın ilk esası olan la ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah işte bu temel olduğu zaman bir anlam kazanır. Bir yankı bulur. Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettiği ibadeti öğrenip yapmak, yani Allah'a yapılan bütün bir kulluk ancak bu temeli benimsemekle, kabul etmekle gerçekleşir. Bu temel şüphesiz ve tereddütsüz şu ayete uyar: "O size neyi verirse, onu alın. Neden sakındırırsa ondan uzaklaşın." (Haşr, 7)

Sonra İslâm şöyle sorar: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" (Bakara, 140) Ve cevabını da verir: "Allah bilir, siz bilmezsiniz. "(Nur, 19) "Size ilimden ancak az bir şey verildi." (İsra, 85)

Bilen O'dur -ki, O aynı zamanda hem yaratandır, hem de rızık verendir- Hükmeden de ancak O'dur. Hayat düzeni O'nun vazettiği dindir. Hayatın dayandığı temel O'dur. Beşeri sistemler, teorik yollar ve düzenler bozguncu ve yozlaştırıcıdır. O, yani beşerî düzen, "bilmeyenler"in, kendilerine ilimden ancak az bir şey verilenlerin bilgisine dayanır.

Allah'ın dini kapalı ve karmaşık değildir. Vaz' ettiği, koyduğu hayat düzeni de belirsiz değildir. Kelime-i Şehadetin ikinci yarısıyla, Muhammedün Rasûlullah'la sınırlanmıştır. O, temel naslarla hükümlerle ilgili Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) tebliğ ettikleriyle çerçevelenmiştir. Eğer ortada bir nas varsa, hüküm o nasdır. Nas varken içtihada yer yoktur. Ancak nas olmadığı zaman heva ve hevese göre değil, Allah'ın dinindeki temel ilkelere göre sıra içtihada gelir: "Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüzde, onu Allah ve Rasûlüne havale edin." (Nisa, 59)

İçtihadla, hüküm çıkarmakla ilgili temel ilkeler de belirsiz ve kapalı değil, apaçık hususlardır. Hiç kimse kalkıp açıkça egemenliğin sadece Allah'a ait olduğunu ilan etmeden koyduğu yasalar için bu Allah'ın şeriatidir, diyemez. Otoritenin kaynağı ne halk, ne parti ne de herhangi bir kişi değil, ancak Allah (c.c.) olmalıdır. Allah'ın ne istediğini, ne emrettiğini bilmek için O'nun kitabına, Rasûlü'ne dönülmelidir. Allah adına hükmettiğini iddia edenlere bu hak kesinlikle verilmemelidir. Bir zamanlar Avrupa'da "Teokrasi" adına, "kutsal hüküm" adına bunlara tanık olunmuştur. Böyle bir şey İslâm'da kesinlikle yoktur. O'nun Rasûlü'nden başka, O'nun adına konuşmaya hiçbir kimse yetkili değildir, bu hak ona verilmemiştir. Yalnızca ortada, Allah'ın teşrii ettiğini belirten açık naslar vardır.

"Gerçeğe uygun din'' ifadesine kötü bir anlam yüklenmekte, ifade kötü bir şekilde kullanılmaktadır. Evet, bu din yaşanılan gerçek içindir. Ama hangi gerçek!

İnsan fıtratına uygun, onun bütün ihtiyaçlarını karşılayan kendi yöntemine ve yapısına uyan, bizzat bu dinin kendisinde var olan bir gerçek. Bu ihtiyaçlar da yaratanın ve ne yarattığını bilenin bildirdikleridir: "Yaratan bilmez mi? O latifdir, herşeyden haberdardır. " (Mülk, 14)

Din, ne olursa olsun hayat gerçeğini ikrar etmek, kendisinde onunla ilgili bir dayanak bulmak, kendini ifade için ödünç bir tabela aramak için onun karşısına çıkmaz. O, ancak onu kendi ölçüsüyle ölçmek, kabul edilecek olanı kabul edip reddedilecek olanı da reddetmek; eğer ona kesinlikle razı olmuyorsa başka bir hayat gerçeğini gerçekleştirmek içindir" İslâm'ın hayat gerçeği oluşu"nun anlamı budur. Doğru bir şekilde; bunun böyle anlaşılması gerekir.

Belki şöyle bir soru akla gelebilir: İnsanların kendi hayatlarını kendileri düzenlemeleri maslahatlarına daha uygun değil midir?

Bir kez daha İslâm'ın sorup cevabını da kendisinin verdiği soruya dönüyoruz:

"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" "Allah bilir, siz bilmezsiniz"

İnsanın maslahatı Allah'ın indirdiğinde, Rasûlü'nün de tebliğ ettiği gibi O'nun şeriatindedir. Eğer maslahatları, onlara Allah'ın kendileri için koyduğuna karşı çıkmada görünüyorsa, o zaman bu konuda onlar vehim içindedirler: "Onlar sadece zanna ve nefislerinin istediklerine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden bir hidayet gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır? Dünya da, ahiret de Allah'ındır." (Necm, 23–25)

İkinci olarak onlar "kâfirdirler". Maslahatın Allah'ın teşri ettiğinin dışında bir şeyde olduğunu iddia eden bir kimse bir an dahi bu din üzere kalamaz, bu dinin ehlinden olamaz.


 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]