Alnı Secdeye Varan Simalar
Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde anıdır. Bundan dolayı secde namazın en zirve noktası kabul edilir ve secde yalnızca Allah için yapılır. Rasul-i Ekrem, Allah’tan başkasına kesinlikle secde edilemeyeceğini belirtmiştir. (Ebu Davud, Nikâh, 40.) Allah’tan başkasına secde etmek şirk görülür.
Yüce Allah için alnını yere koyup secde etme şuuruna sahip olan Müslümanın örnek bir kimliği vardır. Bundan dolayı namazını hakkıyla eda eden Müslümanın şahsiyeti, belirgin bir şekilde bir rahmet insanı olarak kendini gösterir.
‘...Onların secde eseri olan simaları/alametleri yüzlerindedir…’ (Fetih, 48/29.) mealindeki ayet-i kerimeden bunu anlamak mümkündür.
Bilindiği gibi sima, Türkçede de kullanılan bir kelimedir. Alamet, nişan, yüz özelliği anlamlarına gelmektedir. Esasen ‘vech/yüz’ün insanı temsil etmesi sebebiyle, kanaatimce burada anlatılmak istenen, namaz kılan/alnı secdeye varan kişinin şahsiyetinde oluşan ve onu bir rahmet insanı hâline getiren temel özelliktir.
Çünkü veçhe/yüz, insanı anlatır. ‘Ona karşı yüzüm yok’ deriz. ‘Onun yüzü var’ dendiği zaman o kişinin başkaları nezdindeki itibarıdır söz konusu olan. Çünkü yüz/vech, kişiyi temsil eder. Secde eserinden dolayı simalarının yüzlerinde kendini göstermesinin anlamı, namazın kötülüklerden uzaklaştırıcı vasfının namaz kılanların gidişatında bariz bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Söz konusu olan alnı secdeye varan kişilerde kendini gösteren güzel ahlaki vasıflar/mehasin-i ahlaktır.
Demek ki alnı secdeye varan insanların yüzlerindeki secde eseriyle simalarının kendini göstermesi, böyle müminlerin tam bir rahmet insanı, hayır ehli ve iyilik kaynağı olmaları anlamına gelmektedir. Namazın insanı her türlü kötülükten uzak tutması da bundandır.
‘(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı her türlü hayâsızlıktan ve her türlü kötülükten alıkoyar. Allah’ın zikri (namaz) elbette en büyüktür. Allah yaptıklarınızı biliyor.’ (Ankebut, 29/45.)
Namazı zayi eden kuşakların nasıl kötülüklere dalacakları ve nasıl şehvetlerinin peşinde sürüklenebileceklerini ifade eden: ‘Onlardan sonra, namazı zayi eden, şehvet ve dünyevi tutkularının peşine düşen bir nesil geldi. Onlar bu tutumlarından ötürü büyük bir azaba çarptırılacaklardır.’ (Meryem, 19/59.) mealindeki ayet-i kerime, namazın her türlü kötülüğe karşı kişiyi koruyucu işlevini bir başka vesile ile anlatmaktadır.
Dünya hayatında iken her türlü kötülüğe dalıp bu nedenle cehenneme sürüklenenlere, onları cehenneme sürükleyenin ne olduğuna dair soruya verdikleri cevap da bu hususa ışık tutmaktadır: ‘Sizi cehenneme sürükleyen nedir? Derler ki biz namaz kılanlardan değildik.’ (Müddessir, 74/42-43.)
Bu ayet-i kerimeden, onların, namazla kendilerini kötülüklerden korumadıkları için masiyetlere daldıkları ve bu nedenle de cehenneme girecek konuma düştükleri anlaşılmaktadır.
Demek ki secdenin hakkını verebilen mümin, bir rahmet insanıdır. Emindir, dürüsttür, güven verir, müttakidir. Yüce Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket eder. Ona kulluğun hazzına erdiği için kendisini tutsak edebilecek her türlü tutku, baskı, ilgi ve çekim karşısında özgürdür.
Allah’a karşı saygı, itaat ve tevazuun en mükemmel ifadesi olan secdeyi, onun zevkine eren müminin nasıl bir aşkla yerine getireceğini, en etkin anlatan ifadelerden biri, Şair Osman Sarı’nın, ‘Yalnız senin adına, bir kapansam toprağa’ mısraıdır.
Her türlü zulüm ve baskı karşısında secdenin nasıl bir İslami direnişi simgelediğini ve yalnızca Allah’a teslimiyet ve yaklaşmayı ifade ettiğini -bağlamını da göz önüne alarak- Alak suresindeki şu ayet-i kerimeden anlıyoruz: ‘Sakın ona itaat etme! Secdeye kapan ve Allah’a yakınlaş.’ (Alak, 96/19.)
Yalnızca Yüce Allah’ın karşısında eğilerek, boynunu bükerek, tevazu ile alnını yere koyan Müslüman, bu hareketiyle, Allah’ın dışında kim ve ne varsa bunların hepsine karşı her türlü kölelikten ve tutsaklıktan kurtuluşun ve gerçek özgürlüğe erişmenin hazzını yaşar. İşte bundan dolayı namaz, ruhun özlemle beklediği manevi bir yolculuktur.
Namaz kılan kişi, her ne kadar bedenen ve fiziken sabit bir noktada bulunsa da ruhu, manevi âlemlerde seyran eder, melekût âleminde dolaşır. Hadis-i şerifte mealen ‘Namaz kılan kişi, Rabbi ile baş başa konuşmaktadır.’ (Buhari, Mevakit, 8; Salât, 33.) buyrulmuştur. Bundan dolayı ruh, susuzluktan dudağı çatlamış insanın, tertemiz ve berrak bir pınara koşması gibi büyük bir hasretle ve coşkuyla bu kutlu yolculuğa çıkar. Çünkü namaz, hakiki müminler açısından ruhun çok büyük zevkler yaşadığı bir huzur iklimidir.
Hz. Peygamberin (s.a.s.) namazda bulunduğu vakitleri hayatının en huzurlu zaman dilimleri olarak tanımlayarak ‘Göz aydınlığım/Kurratu ayni fissalati’ demesi (Nesai, Nisa, 1; Ahmed b. Hanbel, III/199.) bundan dolayı olmalıdır. O, yaşadığı bu büyük manevi zevkten kopmak istemediği için olsa gerek, kendi başına namaz kıldığı durumlarda ayakları şişinceye kadar kıyamda durmakta (Buhari, Teheccüd, 6.) secdeye vardığı zaman secdeden kalkmayacak sanılacak derecede secdede kalmakta ve âdeta bu sınırsız zevk atmosferinden ayrılmak istememekteydi. Hadis-i şeriflerde ‘kalbi mescitlere bağlı adam’ olarak tanımlanan kişiler (bk. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, DİB Yayını, Ankara 1988, II/618.) de herhâlde bu zevki yaşayabilenler olmalıdır.
Bilindiği gibi bedenin yeme, içme, cinsel ilişki gibi birtakım zevkleri vardır. Nefsin de makam, mevki, beğenilmek, takdir edilmek gibi birtakım zevkleri vardır. Akıl ise, düşünce üretmek, birtakım fikrî ürünler ortaya koymak ve benzeri şeylerden zevk alır. İşte bunun gibi ruhun da zevkleri vardır. Ruhun en büyük zevki, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak ve melekût âlemiyle irtibata geçmektir.
Bedeni zevkler, bedenin ihtiyaçlarını karşılar ve bu bedenin hoşuna gider. Nefsî zevkler de nefsin hoşuna gider. Tıpkı bunlar gibi ruhi zevkler de ruhun hoşuna gider, onu canlı ve diri tutar, güçlendirir ve besler. Bundan dolayıdır ki namaz, ruhu diri tutan ve manen besleyen en önemli manevi yolculuktur.
Bu manevi yolculuğa çıkabilen müminler, başkalarına kul köle olmaktan, eşyanın ve tutkularının esiri hâline gelmekten kurtulur ve yalnızca mutlak güç ve kudret sahibi Yüce Allah’a boyun eğmenin hazzını yaşar. Ne makam ve mevki, ne para ve mal, ne de birtakım tutku ve ihtiraslar böyle bir mümini tutsak alabilir.
Namaz müminin miracıdır. Allah Rasulü, miraçta Yüce Allah ile buluşmuştur, mümin de her namazında Rabbinin huzuruna çıkmaktadır. Hz. Peygamber, miraçtan miraç değerleri ile dönmüştür.
“Allah’ın varlığı ve birliği, yalnızca ona ibadet edilmesi, onun dışında kimseye kulluk yapılmaması.
Ana babaya iyi davranılması, onlara ‘öf’ bile denilmemesi.
Akrabaya, yolda kalana ve yoksula yardım edilmesi.
Harcamalarda dengeli davranılması, saçılıp savrulmaması, israftan kaçınılması, cimrilikten ve savurganlıktan uzak durulması
Yoksulluk korkusuyla çocukların öldürülmemesi.
Zinaya yaklaşılmaması.
Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıyılmaması.
Yetimlerin mallarının korunup gözetilmesi ve geliştirilmesi.
Ölçüde ve tartıda hile yapılmaması, haksız kazançtan şiddetle sakınılması.
Hakkında bilgi sahibi olunmayan herhangi bir konuda hüküm verilmemesi, bilgisizce değerlendirmelerden uzak durulması
Kibirlenme ve böbürlenme gibi ahlak dışı davranışlardan uzak kalınması gibi birçok evrensel ilke ve değer Rasul-i Ekrem’e miraçta verilmiştir.” (bk. İsra, 17/22-37.)
Mümin de her namazında bu değerler karşısındaki konumunu ele alma fırsatı bulur. Bir sonraki namazına kadar bu değerlere aykırı hareket etmeme azmi ve kararlılığı içinde olur. Her namazına miraç yolculuğuna çıkıyormuş gibi durur.
Her yolculuk için bir hazırlık gerekir. Bu manevi yolculuğa da hazırlıksız çıkılmaz. Bunun için önce abdest alınır.
Abdest, Yüce Allah’ın huzuruna, ruhu bunaltan, ona ağırlık teşkil eden bütün yüklerden kurtulmuş olarak çıkışı simgeler. Abdest alan mümin, bu eylemiyle âdeta görünmeyen bütün manevi kirlerden arınmış ve kurtulmuş olarak bu ruhi yolculuğa adım atma iradesini ortaya koyar. Böylece ruhunun huzurlu bir şekilde maneviyat âlemine kanat açmasına imkân hazırlar.
“İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ona kulluk etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görmektedir.”
Hadis-i şerifinde anlatıldığı şekilde bir samimiyet yolculuğudur bu. Bundan dolayı münafıklara namaz çok ağır gelir. (bk. Bakara, 2/45.) “…Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.” (Nisa, 4/142.)
Demek ki bu yolculuğa samimiyeti kuşanarak çıkmak gerekir. Bu da namazda huşu ile gerçekleşir. Huşu olmadan kılınacak namaz, şeklî birtakım hareketlerden ibaret kalır, ruhu diri tutamaz. İşte bundan dolayı namazın ruhu, huşudur. Yüce Allah’ın, “Gerçekten namazlarında huşu içinde olan müminler kurtuluşa ermiştir.” (Müminun, 23/1-2.) buyurması, huşu ile namazlarını kılabilenlerin ruhlarını nasıl diri tutabileceklerini göstermektedir. Ruhlarını bu şekilde diri tutabilen müminlerin simaları yüzlerinde kendini gösterir ve böylece Müslüman şahsiyetinin o örnek kimliği ortaya çıkar.
Huşu, alnı secdeye varan müminin Yüce Allah karşısında duyduğu derin kalbî saygının bir ifadesidir. Onun huzurunda olduğunun farkında olarak gerçekleşen kalbî teslimiyetin eşsiz bir sükûnet şeklinde kendini göstermesidir. İçten gelen ve Yüce Allah’ın huzurunda bulunmanın farkındalığından kaynaklanan bu manevi sükûnet ve teslimiyet, huşu ile namaz kılanlarda dışa da vurur ve âdeta elle tutulur, gözle görülür bir şekilde kendini hissettirir.
Kur’an-ı Kerim’de namazın zikir/Allah’ı anma-hatırdan çıkarmama olarak ifade edilmesi, onun nasıl canlı bir şuur hâli ile eda edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre asıl önemli olan, kişinin namazda Allah’ın huzurunda bulunduğunun farkında olması ve namazını böyle bir kalbî dirilik ve canlılıkla eda etmesidir. Namaz böyle eda edildiğinde müminin miracı olur. Gaflet içinde ve zihnî işgal altında kılınan namazın, her ne kadar şeklen namaz olsa da ruhen manevi yolculuğu olmaz.
İşte bundan dolayı bu kutlu yolculuğa huşu ile çıkılmalıdır. Aksi takdirde bu yolculuk, kalbin derinliklerine ulaşmayan sathi ve yüzeysel bir gösteri olarak kalır. “Vay hâline o namaz kılanların ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar/gafildirler. Onlar (halka) gösteriş yaparlar. Hayra da engel olurlar.” (Maun, 107/4-7.) mealindeki ayet-i kerimede durumları dile getirilen kişilerin namazları, herhâlde böyle bir namazdır.
Namazla melekût âlemine kanat açabilen müminin ruhu her dem diri kalır. Tıpkı “Beş vakit namaz, sizden birinizin kapısı önünden akıp giden ve her gün içinde beş defa yıkandığı bir ırmak gibidir.” (Müslim, Mesacit, 284.) hadis-i şerifinde ifade edildiği şekilde her dem tertemiz ve dipdiri bir ruh ile manevi hayatını diri tutan bir mümin, bu kutlu yolculuğu hakkıyla gerçekleştirebilen bir Müslümandır.
Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
‘Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her gün bu nehirde beş defa yıkansa, kirinden bir şey kalır mı? Sahabe:
‘O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz’, dediler. Rasul-i Ekrem:
‘Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder.’ buyurdu. (Buhari, Mevakit, 6; Müslim, Mesacit, 283; Tirmizi, Emsal, 5; Nesai, Salât, 7; İbn Mace, İkâmet, 193.)
Ruhunu bu şekilde ona yük teşkil eden ağırlıklardan kurtarabilen ve özgürleştiren mümin, manen huzura erer, itminana kavuşur. ‘…Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur. (Ra’d, 13/28.) mealindeki ayet-i kerimede ifade edildiği gibi. Alnı secdeye varan mümin, kendisini zihnen, fikren, kalben, bedenen, kısacası bütün varlığıyla manen diri tutacak bir eylemi gerçekleştirmiş olmaktadır.
Böyle bir mümin, her daim iyilik kaynağı olan ve herkes için hayır üreten bir rahmet insanı hâline gelir. Böylece kötülüklerden ve her türlü münkerattan uzak kalır.
Alnı secdeye varan gönül huzuruna sahiptir. Gönlü huzurlu olan insan, mutlu insandır. Namaz, müminin gönül huzurunu sağlayan en önemli ibadettir. ‘Arınan ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer. (A’la, 87/14-15.﴿)
Kâinatta her şey Allah’ı tesbih eder/yüceltir. İnsan Yüce Allah’ın huzurunda secdeye varırken bir bakıma onu tesbih eden her şeyi arkasına alarak alnını yere koyar. Bütün nağmeleriyle ve bütün renkleriyle eşya, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın secdesine eşlik eder. Yunus Emre’nin: “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni/ Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevla’m seni.” beytinde dile getirdiği gibi.
Yalnızca Yüce Allah’ın karşısında eğilerek, boynunu bükerek, tevazu ile alnını yere koyan Müslüman, bu hareketiyle, Allah’ın dışında kim ve ne varsa bunların hepsine karşı her türlü kölelikten ve tutsaklıktan kurtuluşun ve gerçek özgürlüğe erişmenin hazzını yaşar.