Kalp İstişaresi
Yüreklere doğru bir sefer başlasa.
Usul usul akan, derin vadileri aşıp gelmiş, berrak kar suları ile köpük köpük arıtan nehirler gibi yürüse yaşam damarlarımıza..
Yüreğimizin en tenha duraklarına, kararmış, katılaşmış hallerine, buza kesmiş demlerine, soğuktan yarılmış, kabuk bağlamış yaralarına ve dahi dermansız sancılarına doğru ılık, arıtan şifa duruluğunda bir ırmak boşalsa…
“O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a kalb-i selim (arınmış bir kalp) ile gelen başka.” (Şuara, 26/ 88-89.)
İstişareler, istihareler, toplantılar, görüşmeler yapılır da; hayat damarlarına durmaksızın kan pompalayan, gümbür gümbür atan bir yumruk et parçası var ya, işte o hiç aklına gelmez mi ey yolcu?
Sen bilmez misin derin vadilerin suları yataklarını bir gün bulur, sancılar durulur, sızılar diner, yolculuklar biter bir gün, bitmeyen kalp ağrısıdır.
Kalb-i selim olanların, kalbi mutmain olanların yüzlerine baktığınızda anlarsınız seferlerin menzillere nasıl taşındığını. Anlarsınız mutmain kalbin yansımaları ile yüze inen nurun ve durgun tebessümün, teslimiyet soluğu ile kuşanmış nurani çehrenin vakur duruşunu...
Çünkü mutmain ve teslim bir kalbi barındırırlar göğüslerinin tam içinde. Bedenlerinde, iltica durağında, Allah’ın ayetleri anıldığında titreyen, nefes nefes çoğalan ve azalan sancılarla ürperen yürekleri vardır. İmani diriliş ve direnişlerle, an an ölüme akarken bedenleri, derin soluksuz bir nefes gibi hayat ve aşk pompalayan yürekleri vardır her daim. Dirilişe akan hayatlar vardır. Tıpkı üstad Sezai Karakoç’un dediği gibi: “Diriliş, hakikatle yarayı deşmek ve âdeta ölüme kadar gidip oradan gerçek sağlığa ve şifaya dönüş demek olacaktır, insan için insanlık için.”
Ey yolcu, çıktığın bu yolda, azığın hayatın engebeli, çetin, zorlu yollarında sana yetmediği zaman; durup dinlenmek istediğinde, sorgulamalarla, çetin imtihanlarla sıkıştığında, başını ellerinin arasına alıp divaneler gibi çırpındığında, elini göğsüne koyup yasladın mı kendini yüreğine?
Bir yumruk et parçasının görkemli ve ihtişamlı direnişi hiç mi etkilemedi seni? O, derin sızılarla yandığında, ığıl ığıl adeta içine kanadığında ve o sarsıldığında büyük depremlerle sen nerelerdeydin ey yolcu?
Eğittin mi kalbini, yükünü hafifletip sancısını dindirdin mi? Ey yolcu bilmez misin azıklar zehir olduğunda, azıklar ağır olduğunda, azıklar yalan olduğunda, yol uzar; yolcu her daim zarardadır, sabretmez ve yolculuk bitmez.
İşte sen bu bitmeyen yollara revan olduğunda sordun mu kalbine: Ey kalbim, ey yüreğim, ey hayat damarlarımın büyük trafosu nasılsın, sonra benim ahvalim halim nasıldır, diye sordun mu hiç?
Kalbine soranlar bellidir. Kalbi ile dertleşenler, halleşenler bellidir. Kalbine iltica ederek oradan kendi Hira’sına doğru yolculuğa çıkanlar bellidir. Değil mi ki Efendimiz en tükenmiş hallerinde Hira mağarasına, Nur Dağı’nın burçlarına tırmandığında aslında, kendi yürek Hira’sına doğru kıldan ince ve kılıçtan keskince bir yolculuğa çıkmıştı da nice yollar açılmıştı. O zaman çölleşmiş, kurumuş, çürümüş dünyanın insanlık duraklarına Rabbinden aldığı ayetleri akıtmıştı, İnşirah soluğu ile diriliş ve abıhayat suyu gibi. Terleyen alnı ve heyecanı vardı ama sadece inip kalkan mübarek göğsünün içinde çırpınan et parçası değildi artık vahye muhatap olmuş kalbi. Ağır bir yükü yüklenmiş, dağların bile kaldıramayacağı bir emaneti taşıyordu artık. Mutmain, teslim, selim bir kalbi vardı artık Efendimizin. Ama o da insandı işte, mübarek, eşsiz bir insan.
Peygamberimizin de ümitleri, kaygıları ve heyecanları vardı. Elinde hiçbir şey yoktu Hira mağarasından, tertemiz eyleyerek, arıttığı, bereket soluğuyla ihlasın ve teslimiyetin duraklarında titreyen yüreğine Rabbinin yüklediği ayetlerden gayrı... İnsanlığa şifa olan ayetler yüklenmiş kalbi vardı Nebinin. Mübarek bir kalbi. İnkılapların meydana geldiği, son peygamberin kalbi…
Titreyen bedenini, terleyen alnını sıvazlayarak örtüyordu onu Haticetü’l-Kübra’sı. Mübarek çehresinde nurlu bir ışıma, yüreğinden akan teslimiyetin tılsımlı yankısı gibiydi. Elinde yazılı hiçbir ayet, bir belge yoktu daha peygamberliğine dair gönlüne sıralanmışlardan gayrı. Ama işte mübarek eşi, sırdaşı, yâreni, koruyanı, Efendimize yine kol kanat germiş, sarıp kuşatmıştı. Güvenmişti El-Emin olan Nebiye güvenmişti işte. Hz. Hatice`nin yanına geldiğinde Efendimiz: “Beni örtün, beni örtün!” diye buyurmuştu. Allah Resulünü örtmüştü eşi, korku gidinceye kadar öyle kalmış ve sükûna erince Hz. Hatice’ye (r.a.) başından geçenleri anlatmıştı Efendimiz, “Kendimden endişe ettim!” demişti, kaygıyla. Hz. Hatice annemiz: “Endişe etme! Vallahi Allah seni ebediyen mahcup etmeyecektir. Zira sen, sılayırahimde bulunursun, doğru konuşursun ve işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!” (Buhari, Bedü’l-Vahy 1.) diyerek Efendimizi nasıl güzel teselli etmişti. Çünkü Efendimizin teslim olmuş, selim bir kalbi vardı ve bunu biliyordu Haticetü’l-Kübra’sı.
“Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır, eğer o iyi olursa vücudun tümü iyi olur; şayet o bozuk olursa vücudun tamamı fena ve bozuk olur. İşte o, kalptir.” (Buhari, İman, 39.)
Muharebe alanı olan kalbine sordun mu ey yolcu? Bütün inkılapların vuku bulduğu, tüm güç dengelerinin savaş halinde bulunduğu mekâna girebildin mi? Şeytani ve rahmani tüm güçlerin birbirleri ile didişip güç savaşı yaptıkları bir karargâhtan bahsediyoruz. Kalp dediğimizde anatomik yapısı ile vücuda hayat akıtan ve damarlara kan pompalayan bir yumruk et parçasının biyolojik yapısı değil konumuz.
Göğüs kafesinin tam sağ tarafındaki muhteşem yaratılıştaki et parçası. Dünyevi ve uhrevi tüm yaşamsal rollerin kontrol altına alınıp yönlendirildiği muhteşem karargâh. Çalkantıların ve inkılapların mekânı kalp. Arayış içinde, hep arayan, arayıp yorulan ve tekrar arayan değil midir?
“Ey hep bir kelime arayan kalbim
Sonra arayan tekrar arayan kalbim” diyor ya şair Erdem Beyazıt. Tıpkı şairin bahsettiği gibi nice muharebeler sonu yorgun düşmüş, savaşların ve nice güçlerle üzerine gelen nefs ordularının karşısında dimdik duran kalbimiz var mıydı?
Sorular sorup mutmain bir kalp ile yöneleceğimiz bu karargâh nasıldır? Buğzun, ıstırabın, endişenin, vesvesenin, şirkin, kirin, kinin merkezi olan kalp, aynı zamanda, sevginin, aşkın, huzurun, arınmanın, teslimiyetin, mutmainliğin de mekânı değil midir?
Yaşadığımız tüm zorlu imtihanlarda diz büküp kapısını çaldığımızdır kalbimiz oysa. Tüm hevâ ve heveslerimiz, tüm girdaplarımız ve sancılarımızdan sonra, nice yürek yangınlarımızdan sonra, abıhayat suyu gibi kurnasına dayandığımız ve ırmak ırmak bizi arındıran yangınlarımıza serin sular gibi akan kalbimiz…
Mutmain hallerine yöneleceğimiz, istişare edeceğimiz, ilk kapısını çalacağımız bir kalbimiz var mıdır?
Vâbisa İbni Ma’bed (r.a.) anlatıyor: Resulullah (s.a.s.), “İyilik ve kötülüğü (ne olduğunu) sormaya mı geldin?” dedi. Ben de “Evet.” dedim. Hz. Peygamber, parmaklarını birleştirip göğsüne vurarak üç defa “Kendine danış. Kalbine danış ey Vâbisa!” buyurdu (ve devam etti): “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan şeydir. (Dârimî, Büyû’, 2.)
Mutmain ve selim bir kalbin şahitliğine ve istişaresine ihtiyacımız vardır. Yüreğe sefer başlatanların, yolcu olanların, yola çıkanların menzile ulaşmaması beklenemez elbet. Bu yollar arayış içinde olan, hakikatin izini süren yolcuyu Rabbe ulaştıracaktır. Tek gaye de bu vuslat hâsıl olduğunda, yüce Allah’ın karşısına selim, sağlam, muhkim ve temiz bir kalple çıkmaktır. Allah’ın istediği böyle bir kalp ile O’na gitmek. Yoksa mühürlü, kararmış, paslanmış, perdelenmiş, katılaşmış, taşlaşmış bir kalp ile gelme diyor Allah. Mutlaka dünya yolculuğu hitama erecek ve yolculuk bitecektir. İşte, o zaman ey yolcu muttaki, münib ve selim bir kalbin olsun Allah’a teslim edeceğin. Taşlaşmış, katılaşmış ve kararmış bir kalp ile gidilmez Rabbe.
“Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri
Başın bir kez bu kalbe çarpmasın ey taş senin
Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey
Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin” diye nasıl da anlamlı seslenir Şair Osman Sarı, “Taş Gazeli”nde…
Kalbimizin selim ve teslim olduğunu, yumuşadığını nasıl bileceğiz?
Kalbimizin istişare durağı olması için neler yapmamız gerekiyor? Vahiy ile terbiye olup yumuşamış bir halde midir?
Allah’ın ayetleri ile muhkem bir halde midir? Huşu ve ürperti ile yöneliyor mu Rabbine?
Kalbine yönel ey yolcu.
Cennetlerin ve cehennemlerin karargâhı olan, nice inkılapların meydana geldiği kalbine yönel. Bil ki cennet de orada cehennem de. Kurtuluş da orada esaret de. Sen kurtuluşa revan ol. Sen Rabbine, Rabbinin nimetlerine yönel; selim, arınmış, yumuşamış, ürperen, huşu ile teslim olmuş kalbinle. İşte o zaman tüm istişarelerinin de durağına ulaşmış olursun. Rabbim ayetlerle ne güzel yol gösteriyor ne güzel anlatıyor:
“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal, 8/2.)
“…Onlara, çok merhametli olan Allah’ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (Meryem, 19/58.)