Can Damarımız
Bazen insan kelimenin tam anlamıyla iflas etmiş; kalbindeki ve elindeki bütün değerlerini kaybetmiş olabilir. Durum öyle bir hal alır ki, ne yapsa önü tıkanır; çare için çaldığı her kapı üzerine kapanır. Sıkıntılar arttıkça artar, sabretmek neredeyse imkansızlaşır.
Hayatın binbir türlü zorluğu, sıkıntılar, ızdıraplar karşısında insanı ümitsizlik ve isyana götüren büyük etkenlerden biri de hayatı anlama ve algılama şeklimiz. Kalbimiz ve düşüncemiz yalnızca o ana odaklanıp, olayların sonrasını, arkasındaki hikmetleri ve kaybediyor gözüksek de en sonunda kazanacaklarımızı düşünmeyince, elimizde yıkım ve ümitsizlikten başka ne kalabilir?
Hayatın Kanunu
Oysa zaman akıyor, günler dönüp duruyor; gece gündüzü takip ediyor ve kainat hep yenileniyor. Şu anda hangi durumda olursak olalım, halimiz aynı kalmayacak, muhakkak değişecek. Zaten bütün varlık alemi değişip durmuyor mu?
Bu alemin hamuru zıtlıklarla yoğurulmuştur. Acı ile tatlı, ağlamayla gülme, fakirlikle zenginlik, iyilikle kötülük, barış ile kavga, kaybetmeyle kazanma, hayatla ölüm gibi zıtlıklar bu alemin dengesini sağlar. Yüce yaratıcının hükmü böyledir.
Rabbimiz bizleri hergün bu hallerin içinde döndürüp duracağını beyan buyuruyor (Al-i İmran/140). Ve her durumun bir nöbeti vardır; belirlenen zamanda gelir, vazifesini görür, çeker gider.
Acıdan sonra sıra tatlıdadır. Bütün hastalıklar ya sıhhat, ya da ebedi aleme geçişle son bulur; kesin tedavi olur. Zorluklar, zirveye çıkınca kolaylığa dönüşür; ya zorluk ortadan kalkar, ya da bünye zorluğa alışır, sıkıntı normalleşir.
Her zaman yokuşlardan sonra inişler başlar; arkasından bir sükunet gelir; işler düzlüğe çıkar. Dünya ilahî tecelliler için bir çeşit aynadır. Fakat herkese farklı yansır. İnsan sevince acı da tat verir, sevmeyince tatlılar acı gelir. Bu gönül işidir, yolu sabırdan geçer.
Hedefler ve Ümitler
Herkes farklı bir hedefle hayata bağlanır. Ümitlerin olduğu gibi, ümitsizliklerin temelinde de çoğunlukla şeçilen bu hedef bulunur. Hedef ne kadar aldatıcı ise, hayal kırıklıkları ve ümitsizlik de o kadar yakın demektir.
Olgun bir müminin asıl hedefi gelip-geçici dünya değil, Allah rızası ve O’nun cemalidir. Ümitlenilen hedef böyle baki olunca, artık fani alemin sıkıntıları mümini sarsamaz, ümitsizliğe düşüremez. Aksine, bu fani alemin ikiyüzlülüğünü gördükçe, artan bir iştiyakla yoluna devam eder.
Keza günah bataklığına düşen bir kimse, elindeki bütün taat ve ibadetlerini şeytana çaldırsa bile Rahim olan Yüce Rabbine imanını muhafaza etmelidir. O’na olan sevgisini korumalıdır, affedilme ümidini kaybetmemelidir. Aldığı nefes son nefesi değilse, bu halden kurtulacağını, güzel bir tevbe edebileceğini, hayırlı işler yapabileceğini ve Allahu Tealâ’ya sevilebileceğini kesinlikle aklından çıkarmamalıdır.
Çünkü zerre kadar iman ve Allah sevgisi bile insanı Cehennemden kurtarmaya yeterlidir. Kalbin gizli bir köşesinde saklanan bu iman ve sevgi o kula Allah’ın yardımını çekecektir.
Böyle bir halet-i ruhiye içinde, Rabbinin rızası hedefine iki kanatla uçar mümin: ümit ve korku. Korku ümitle, ümitten kaynaklanan boşvermişlik de korkuyla dengelenir. Bu korku, sevgiliyi darıltma ve ondan ayrı kalma korkusudur. Allah’tan ayrı kalmak, arifler ve aşıklar için cehennemden daha şiddetli bir azaptır.
Ümit ve Korku Dengesi
Mümin için ümit, korkunun bir adım önünde gider. Çünkü Rabbi, rahmetinin gazabını geçtiğini müjdeliyor ona. İşte mümin bütün dertleriyle bu rahmet ve vuslat ümidiyle baş eder.
Dert ve çileler başkalarına hayatı zehir ederken, müminin yüzü bu ümidin tebessümüyle ışıldar. O, korkusunu da nefis ve şeytanın yoldan çıkarıcılığına karşı siper eder; onlardan gelen tehlikeyi sevgiyle savamazsa, korkuyla engeller ve her işinde dua ve zikirle Rabbinden yardım ister.
Belini büken bir fakirlik veya hastalığa düşen müminin devası, Alemlerin Rabbi’ne iman ve teslimiyettedir. Yüce Rabbinin onu terk ettiğini veya azap verdiğini asla düşünmez. Meşru sınırlar içinde elinden geleni yaptıktan sonra, sabır ve rıza ile karşılanan fakirliğin bir şeref, hastalığın da bir terbiye ve yükselme sebebi olduğununun farkındadır. Tevekkülle karşılanan mahrumiyetlerin, Dar-ı Beka’da sınırsız nimetlerle telafi edileceği bilinciyle hayata sarılır, dünyayı kendine zehir etmez.
Olgun mümin bilir ki, işlerin başı değil sonu önemlidir. Ve her şey dünyadan ibaret değildir. Kazanan ve kaybeden beka yurdunda bellidir. Ebedi ölçülere göre, kimisi kazandığı zaman kaybetmiş olur; zulüm ve haram işler yapanlar gibi. Kimisi de kaybetti gözükürken kazançlı çıkar. Allah yolunda canını ve malını verenler, yıkımlara, acı musibetlere sabredenler gibi.
Sıkıntıların Hikmeti
Cenab-ı Allah, kulunu çok sevdiği halde neden sıkıntıya düşürür? Elbette nefsinin acizliğini ve azamet sahibi Allah’ın yüceliğini anlaması ve böylece olgunluk kazanıp ilahî mükafatlara erişmesi için. İşte mümin bunu anladığı zaman yeni bir imanla tekrar dirilir.
Bir tarafta nefsi feryat ederken ruhu ve kalbi sevinir. Çünkü, çekilen acılar kalbe idrak ve marifet kapısını açar. Böylece kul ölmeden önce uyanmış, Rabbini tanımış ve nefis engelini aşmıştır. İşte dünyada kazanılacak en büyük zafer budur. Ve en büyük ilahî yardım da böylece gerçekleşmiş olur.
Hizmet ve Ümitsizlik
Yeryüzünde İslâm emanetini ve güzel ahlâkı muhafaza ile görevli olan müminler, bütün alemin fesada gittiğini, çoğunluğun şeytana arkadaş olduğunu gördüğü zaman, “ahir zamandır, ne yapsak boş” deyip ümitsizliğe düşebilir mi? Asla! Allahu Tealâ, batıl karşısında kendilerini zayıf hisseden müminlere şöyle sesleniyor: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i İmran/139)
Sevgi ve ümitle davasını gözeten, gücü yettiği kadar kulluk yapıp hizmetini yürüten her mümin muhakkak başarıya ulaşacaktır. Bütün başarılar Allahu Tealâ’dandır. O, sıkıntılarla nefsi terbiye etmek ister; bunu anlayanlar ise her zaman kârlı çıkarlar.
Sonuç olarak, müminin ne sıkıntıda, ne rahatlıkta kaybedeceği hiçbir şey yok. Yeter ki içinde bulunduğu durumla ilgili vazifelerini bilsin ve yerine getirsin. Yaşadığı her halin geçici olabileceğini, asıl önemlisinin akibet olduğunu bilsin. Kalbî teslimiyetini kaybedip, isyana yönelmesin.