Din ve Manevi Çevre
Din; insanın hem Allah, hem insan, hem de âlem ile ilişkilerini düzenlemek üzere, Allah tarafından konulmuş olan değerler manzumesinin adıdır. Şu itibarla din, bütünüyle insan içindir. İnsanın gerçek anlamda mutluluğu yakalayabilmesi ve yaşayabilmesi içindir.
İnsanın Allah ile ilişkilerini düzenleyen değerler, doğrudan doğruya dinin, iman ve ibadet esaslarını belirler. İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen dinî değerler ise, gerek ferd, gerekse toplum çapında beşerî ilişkilerle ilgilenen ahlâk, hukuk ve bir dereceye kadar da görgü kurallarına kaynaklık eder. İnsan-âlem ilişkilerini düzenleyen değerlere gelince; onlar, insanın içinde yaşauiğı tabiî çevresine karşı takınması gereken tavrı belirler. Varolandan edindiği bilgiyj insana nasıl kullanması gerektiğini öğreten bu değerlerdir.
Görüldüğü gibi din, girebileceği ilişkilerin hepsinde insanı bir bütünlük içinde kavramakta ve ona şekil vermektedir. Dinin, bütünlüğü içinde insanı kavrayıp ona şekil vermesi, vahiy aracılığı ile olur. Al-lah-u zu’l-Celal, insan için gerekli olan herşeyi, bir taraftan vahiyi ile yani Kur’an-ı Kerim ile insana bildirmiş; diğer taraftan da Peygamber Efendimiz vasıtasıyla bildirdiklerinin sosyal hayata nasıl geçirileceğinin müşahhas örneğini göstermiştir. Böylece din, insana sadece ahlaken iyi ve kötünün, hukuken doğru ve yanlışın ne olduğunu göstermekle yetinmemiş; iyiyi eylem haline dönüştürebilmesi ve kötüden uzaklaşabilmesi için, insana manevî bir çevre de hazırlamıştır. Ancak dinin sağlayabildiği bu manevî çevreden mahrum olan insanların iyiyi, güzeli ve doğruyu eyleme dönüştürebilmeleri her zaman mümkün değildir. Ahlaken iyi olanı, hukuken doğru olanı bildiği halde gayr-i ahlâkî ve gayr-i meşru eylemlerde bulunan insanlar, işte dinin sağladığı bu manevî çevreden yoksun olan insanlardır.
İnsanda, sözünü ettiğimiz bu manevî çevreyi din, iman ve ibadet esasları ile oluşturur. Din insana sadece fakirlere yardım etmesini emretmez. Ona yılda bir ay oruç tutturarak fakirliğin sebep olduğu açlık ve susuzluğun ne olduğunu bizzat yaşatır. Yalnızca insanlarla iyi ilişkiler kurmanın gerektiğini bildirmekle kalmaz, yılda iki kez bayram ilan eder. Böylece toplumun fertlerini birbirleriyle fiilen kaynaştırır, barıştırır ve kopmaya yüz tutmuş ilişkilerin yeniden sağlıklı bir yapıya kavuşmasına zemin hazırlar. Dinimizin emretmiş olduğu ibadetlerin hepsinin gayesi; insanın, insan-ı kâmil seviyesinde bir olgunluk standardını yakalayabilmesini sağlamaktır. Cuma ve bayram namazları da dahil günlük kılınması emredilen beş vakit namazdan tutup, sahuru, iftarı, teravihi ve fıtır sadakası ile orucu ele alalım; zekat ve haccı düşünelim: Allah için yapılan bütün bu ibadetlerin insana, her zaman iyiliklere koşacak bir karakter yapısı, bir ruh zenginliği ve bir gönül ferahlığı kazandırdığını görürüz. Ancak bütün bunların gerçekleşebilmesi için, ibadetin âdet şeklinde değil de, ibadet bilinciyle yerine getirilmesi gerekir. Şüphesiz ibadet bilinci ile değil de âdet olduğu üzere yerine getirilen ibadetler, insana manevî bir çevre oluşturamazlar, işte, günümüzde müslüman insanlar olarak yaşadığımız birtakım problemlerin temelinde, ibadetlerin âdet hükmüne indirgenmesinin bulunduğunu söylemek, yanlış olmasa gerektir.
Mü’minun Sûresinin ilk onbir ayetinde, gerçekten kurtuluşa eren mü’minlerin, Allah’ın emirlerini bir ibadet bilinci ve ibadet zevki ile yerine getiren insanlar oldukları haber verilir. "Mü’min kimdir?" sorusuna cevap da teşkil edebilen sözünü ettiğim ayet-i kerimelerin bir kısmının anlamını hatırlatarak, bu kısa yazımıza son verelim. Allah-u Teala şöyle buyurur: "Gerçekten felaha erişen, kurtuluşa kavuşan mü’minler, namazlarını huşu ile kılan; boş söz ve faydasız işten yüz çeviren; zekatlarını veren; ırzlarını koruyan; emanetlerine ye verdikleri söze riayet eden ve namazlarını devamlı kılanlardır. Onlar, ebedî olarak kalacakları Firdevs Cennetine varis olacaklardır."