Dünya Sürgün ve Hüzün Yurdudur
Yüce Allah, insanoğlunun ilk atası olan Hz. Adem’i Cennet’te yaratmış ve ondan da eşini var etmiştir. Hz. Adem (a.s.) ve zevcesi Hz. Havva annemiz Cennet’te mutlu bir hayat sürerlerken imtihan gereği kendilerine yasaklanan ağaçtan yemeleri sebebiyle muvakkat bir zaman dilimi için dünyaya gönderilmişlerdir. Tabii insanın ilk yaratılış yeri Cennet olduğu için onun kimyası ve ruh yapısı da ancak Cennet’te huzur bulacak bir kıvamda olmuştur. Bu nedenle dünya insan için bir sürgün yeri olmuştur. Asıl yurt, ikametgâh yeri ise ahirettir, cennettir. Cennet’e kavuşuncaya kadar insan daimi bir hüzün içerisinde olacaktır.
İnsan için dünya meşgalelerinin, meşakkatlerinin tümü Cennet’ten çıkarılmanın yani sürgünde yaşamanın hüznünü bastırmaya yönelik faaliyetlerdir. Evlenme, çoluk-çocuğa kavuşma, mal-mülk biriktirme, makam- mevki ve şöhret sahibi olma arzusu hep bu sürgün günlerinin bir türlü bastırılamayan hüznünü unutturmaya yönelik birer oyalanmadan başka bir şey değildir. Nitekim Hz. Adem (a.s.) babamız ve Hz. Havva annemiz dünyaya gönderildiklerinde bu sürgün yurdunda en derin hüznü ve üzüntüyü yaşamışlar, gece gündüz ağlamışlardır. Nihayet Yüce Allah onlara birçok çocuk ihsan etmiş, onların sevgisini kalplerine koymuş ve böylece kendilerini oyalayacak bir meşgale ortaya çıkmıştır. Gündüzleri kendilerinin ve çocuklarının günlük ihtiyaçlarının karşılanması, yedirilip içilmeleri için çalışıp çabalamaları kendilerini yorgun ve bitkin düşürdüğü için artık akşamları rahat bir uyku uyumaya, dinlenmeye ve biraz olsun hüzünlerini unutmaya başlamışlardır. Esasen bütün insanlık onun soyundan geldiği için o hüzünden bir parçayı biz de yaşamaktayız.
Bizim için de dünya bir sürgün yeri, ahiret yolcusu olan insanın geçici ikametgâhıdır. Bize verilen her nimet bir imtihan vesilesi olmasının yanında ruhumuzda taşıdığımız bu hüznü bastırmaya yönelik de birer meşgaledir. Nitekim insan ne kadar zengin olursa olsun kendisine gündelik birtakım oyalayıcı şeyler bulmaya çalışmakta, işini profesyonel yöneticilere veya ikinci nesle devreden işadamları veya emekli olan devlet adamları çeşitli sosyal faaliyetler ve aktiviteler yürütmektedirler. Aslında bütün bunlar insanın oluş sırrının birer tezahürüdür.
Mademki burası sürgün yeri, o halde burada bütün düşüncelerimizi hayata geçirecek ve bütün zevklerimizi tatmin edecek imkân ve vasıtalar asla bulunamaz.
Nefsini ilah edinerek onun her dediğini gerçekleştirmeye çalışanlar neticede bir gün duvara toslarlar. Başlarına türlü gaileler açarlar. Bunun yüzlerce örneğini her gün basın-yayın vasıtalarında görmek mümkündür. Esasen insanın birçok arzusunu karşılamaya ömrü de yetmez. Bunun için “Mezarlıklar işi yarım kalmış insanlarla doludur” denmiştir. Âşık Sümmani hazretleri dünyanın bu halini çok veciz bir şekilde şöyle dile getirmiştir:
“Bu dünya bir eğersiz at, bunu binip süren var mı? Hiç kimseye vermez murad, muradına eren var mı?”
Evet, bu dünya hayatında murada ermek mümkün değildir. Bütün hemmi ve gayreti bu dünya olanlar ancak ahmaklardır. Dünya sürgününün sürgün günlerini doldurmak için mecburi ikamete tabi tutulduğumuz şu kısa ömür sermayesini insanın ibadet ve taatten uzakta bir hayat yaşayarak geçirmesi, türlü haramlara dalması, çeşitli entrikalar çevirerek hak etmedik makamlara oturması, üstesinden gelemeyeceği görevler yüklenmesi, şan şöhret için her yola başvurması, gayrimeşru yollardan servet biriktirmesi ne kadar acınacak davranışlardır.
Ne yazık ki yaşadığımız dönem Nasreddin Hoca’nın tabiriyle “Ye kürküm ye” devridir. İnsanlara sahip oldukları faziletlere, ilme ve ahlaki üstünlüklere göre değil, nereden kazandığı belli olmayan servet, şöhret ve makamlarına göre itibar gösterilmektedir. Bu ise toplumun giderek irtifa kaybetmesine sebep olmakta; ayakların baş, başların ayak olmasına yol açmakta, her türden rezilliğin adeta mükâfatlandırılmasına yol açmaktadır.
“Öyle ise bizim zikrimizden (Kur’an-ı Kerim’den) yüz çevirip dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimseden sen de yüz çevir.” (Necm, 29)