Açgözlülük ve Yalan
İnsan, kendisine verilen akıl nimetiyle yarınını düşünmesi gereken bir varlık olmasına rağmen, bu durum ne yazık ki olması gerektiği gibi gerçekleşmiyor. Sadece ânı düşünüyor, sürekli kazanma, güçlü olma hırsıyla hareket ediyoruz.
Oysa, bir yarın gerçeği var. Bu, sadece bir sonraki gün yahut günler değildir. Asıl yarın ahirettir. Hesapların görüleceği bu âlemi göz ardı etmek gafleti, çağdaş insanın gerçekten de en büyük ziyanıdır.
Burada isterseniz bir Nasreddin Hoca fıkrası hatırlayalım: “Hoca bir gün, bir bostana girmiş. Bostandaki sebzeleri çuvalına doldururken bostancı gelmiş. Hoca’ya ne aradığını sormuş. O da, “Beni dün geceki rüzgar attı buraya” cevabını vermiş. Bostancı, “Hadi, bunu anladık diyelim. Peki, bu sebzeleri kim kopardı?”deyince Hoca, “Fırtına o kadar şiddetliydi ki, beni oradan oraya attı, ben de onlara tutundum.” demiş. Bostancı bu defa, “Peki bunu da anladık. Ama bunları çuvala kim doldurdu” deyince de şu cevabı almış: “İşte ben de onu düşünüyordum.”
Asırlarca öncesine ait bu bilgelik metni, aslında bugünü anlatmıyor mu? Şöyle düşünelim: Bu dünya, aslında bir gölge, bir hayaldir. Biz, onu hiç bitmeyecek bir hayat sanarak, yani ahireti unutarak yaşamıyor muyuz? Zihnimizden ve kalbimizden ahiret fikri çıkınca da fıkradaki gibi, helal-haram demeden başkalarına ait olan her şeyi çuvalımıza dolduruyoruz. Bu tam anlamıyla bir açgözlülük davranışıdır. Çuvalımıza doldurduğumuz ister para, ister mal, isterse başka bir nesne olsun durum değişmiyor. Burada doldurulanın ne olduğu değil bizzat bu fiilin kendisidir.
Sonra gün gelip yakalandığımızda bu defa yalana sığınıyoruz. Peş peşe yalanlar sıralıyoruz. Belki biri tutar ve karşımızdakini kandırabiliriz diye. Fakat bostancı, sorularını sormaya devam ediyor. Bu, dünyadaki sorgudur. Belki, bir şekilde haksızlık yaptığımız, malını, parasını, imkânlarını gasbettiğimiz kişiyi kandırabiliriz. Fakat asıl sorgucu ötede bulacak bizi. Bizi gönderdiği imtihan yurdunda neler yaptığımızı yahut yapmadığımızı, her türlü söz ve amelimizi soracak bizden. O zaman ne yalan işe yarayacak ne yanlış... Kesinlikle zor durumda kalacağız ve bunun bedelini ödeyeceğiz.
Böylesi zor bir duruma düşmemek için dünya hayatını ahiret hayatıyla birlikte algılamak gerek. Bu, çok sorumlu ve bilinçli yaşamayı gerektiren bir durum. Fakat, modern anlayış, hayatı sadece bu dünya ile sınırladığı için bize kurulan tuzakların farkına varamıyoruz. Bostan olarak tabir edilebilecek dünyada, açgözlülüğün getirdiği bir hırsla bulduğumuz her şeyi, kimindir, nedir, ne değildir, helal midir, haram mıdır? demeden çuvalımıza dolduruyoruz. Bu hırs sonunda felaketimiz oluyor ama bunu o an düşünemiyoruz, düşünmüyoruz.
Burada Nasreddin Hoca’ya tekrar kulak verelim isterseniz. Menkıbeye göre Nasreddin Hoca, zengin, obur ve aç gözlü biriyle Konya’ya gidiyormuş. Yolda acıktıkça yanlarındaki azıklarını çıkarıp yemeye koyuluyorlarmış. Fakat Hoca, daha bir iki lokma yemeden, adam azığın hepsini midesine indiriyormuş. Dahası, durmadan kazanmaktan, yemekten, içmekten söz ediyormuş. Hikâyenin devamı var ama biz burada biraz duralım. Zira bu metin, çok özlü biçimde yine çağdaş insanın var olan dünya nimetlerini paylaşma konusundaki hırsına ve paylaşım duygusundan yoksunluğuna vurgu yapıyor.
Bu vurguyu anlamak için şöyle çevremize bir göz gezdirmek yeter. Bir tarafta bir dilim ekmeğe muhtaç yoksullar, bir yanda şairin dediği gibi patlayıp tıksırıncaya kadar yiyip içenler... ”Han-ı yağma”yı sadece kendileri için var olmuş diye düşünenler. Başka bir söyleyişle adaletsizlik, eşitsizlik, nimetlerden hakça yararlanmama, dahası gasp, açgözlülük burada söz konusu olan. İnsan, böyle yapmakla insani bütün duyarlıklarını yitiriyor. Bu gerçekten ciddi bir ziyandır. Üstelik böyle yapanı da mutlu etmeyen büyük bir yanılgı... Çünkü; bir nimet paylaşıldıkça güzeldir. Lezzeti öyle hissedilir nimetlerin... Şükrü öyle eda edilir.
Şimdi menkıbenin devamına gelelim: Hoca ve açgözlü yol arkadaşı yolculuklarını tamamlayıp Konya’ya gelirler. Ekmeklerini yeni pişirmiş, bir yandan yeni çıkaran, bir yandan da onları vitrine dizen bir fırıncıyla karşılaşırlar. Hoca, fırıncıya sorar: “Bu ekmeklerin hepsi senin mi?” Fırıncı, bu soruyu tuhaf bularak şaşkın şaşkın der ki: “Evet benim.” Hoca, bu söz karşısında şöyle der: “Hepsi senin de niye yemiyorsun?” Bence menkıbenin bu bölümü Hoca’nın açgözlü yol arkadaşına verdiği bir derstir. Sonuçta o ekmekler fırından para ile alınacak bile olsa, onları üreten paylaşımcı bir ruh taşımaktadır. Ayrıca hepsini yemeye kalkışsa bile ne kadarını yiyebilecektir ki?
Boşuna dememiş kadim bilgeler, “ekmeğini bölüş, sevgini çoğalt” diye. Değilse insanın hâli, evinin mahzenine gizlediği altınları gün boyu seven, onların sesleri, görüntüleri ile mutlu olduğunu sanan, sonra bir gün içeri girdiğinde mahzenin anahtarını kaybederek dışarı çıkamayıp onca altına rağmen açlığından ölen adamın hâlinden farklı olmaz. Maddi anlamdaki her şeyi burada bırakıp bir kefenle öteye gideceğimiz bir kaderin yolcularıyız. Oraya ancak, iyilikler, hayırlar, güzellikler götürülebilecektir. İnsan, bu bilinçle hayata baktığında şunu anlar ki; hayat emanettir, can emanettir. Para, mal mülk emanettir, dahası imtihanın birer unsurlarıdır.
İnsanın açgözlü yapısını onarmak için emredilmiştir zekat, sadaka, infak gibi davranışlar. Yani zehrin panzehirleridir bunlar. Kıskanç, bencil, obur bir karakter ancak vermekle, paylaşmakla iyileştirebilir bu yarasını. Değilse kontrolsüz bir ateşe dönüşür her şey... İhtiraslarımız bizi bir ateş olup yakar. Bu, cehennemi bu dünyada yaşamak demektir. Verenler, paylaşanlar, kendisi kadar hatta ondan da fazla başkalarını düşünenler ise, cenneti bu dünyada yaşamaya başlayanlardır. Önemli olan kalbin huzurudur. Bu huzuru yaşayanın Bostan sahibinden endişesi olmaz. Zira hesabını verebileceği ameller işlemektedir.
Sözü yine bir Nasreddin Hoca menkıbesiyle tamamlayalım: Aylardan ramazanmış. Hoca’yı bir komşusu birkaç arkadaşıyla birlikte iftara çağırmış. Vakit geldiğinde sofraya oturmuşlar. Ev sahibi, bütün misafirlerin önüne küçük bir kaşık, kendi önüne de bir kepçe koymuş. Ezan okunur okunmaz iftarlar açılmış. Sofraya önce soğuk hoşaf gelmiş.
Ev sahibi elindeki kepçeyi hoşaf kasesine daldırıp içiyor, her seferinde de “Ohhh, öldüm” diyormuş. Misafirler ise küçük kaşıkla içmeye çalışsalar bile, ne susuzluklarını giderebiliyor ne de hoşafın tadını alabiliyorlarmış. Hoca, bakmış ki olacak gibi değil, dayanamayıp ev sahibine seslenmiş: “Efendi, efendi! Ver şu kepçeyi de biraz da biz ölelim.”
Bu menkıbe de muhterislerin, sadece kendini düşünenlerin sonuna kadar bu işi sürdüremeyeceklerini, bir gün gelip mağdur olanların da haklarını aramak için harekete geçebileceklerini gösteriyor. Olaya bir de bu gözle bakmak lazım..
.
Nereye kadar gider zulüm, nereye kadar gider ihtiras... Elbet, sabrın da bir sınırı gelecektir. İnsan onuru eninde sonunda kendini korumanın bir yolunu bulacaktır. İyi ki böyle olmaktadır. Değilse hiç güzel gün görmezdi dünya...
Ama biliyoruz ki; muhterisler kadar vermeyi bilenler, bundan huzur duyanlar, dünyada yaşamayı birlikte gülmek, birlikte ağlamak olarak görenler de var. İyi ki varlar. Değilse, hayat gerçekten çekilmez olurdu.