KORUYARAK KORUNMAK
Fahr-i Kâinat efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyetli söz ve amel de ancak Sünnet’e uygun olmakla bir değer ifade eder ve fayda verir.” (Humeydî, Müsned, II, 546
Cenab-ı Mevlâ kitabımız Kuran-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Eğer Peygamber’e itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz.” (Nur, 54)
Mücella dinimiz İslâm son din olarak gönderilmiştir. Bu dinin kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Bu iki asla doğrudan veya dolaylı olarak dayanmayan hiçbir görüş ve uygulama İslâmîlik vasfı taşımaz. Müminler olarak bizim de Kitap ve Sünnet’in gerektirdiği müslüman vasfını ve kimliğini korumamız için adım adım bu yolda sapmadan, kopmadan, yorulmadan yürümemiz gerekir.
Âlimlerimiz tarih boyunca belli ilmî usuller çerçevesinde Allah’ın Kitabı’nı ve Rasulü’nün Sünneti’ni anlamaya ve hayata tatbik etmeye çalışmışlardır. Yaşadıkları devrin fikriyatını, toplumların örf ve adetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye miyarında tashih etmek için büyük gayret göstermişlerdir. Bu çerçevede İslâm’a aykırı unsurlara karşı gerekli usullerle mücadele etmişler, toplumların İslâmî kimliğinin inşasına yahut muhafazasına hayatî katkı sağlamışlardır.
Dünyevîleşmenin, ehl-i dünya Batı telakkilerinin adeta dünyayı kuşatma altına aldığı günümüzde de müracaat edeceğimiz kaynak ve tavır şüphesiz tarihimizi inşa etmiş bu usuldür. İslâm’ın ruhuna veya hükümlerine aykırı her yöneliş ve uygulamaya “hevâ” ve “bid’at” denilmiştir. Dolayısıyla Kitap ve Sünnet’e bağlılığın esası da heva ve bidatlardan uzak kalmak; “işittik ve itaat ettik” tavrını göstermektir.
Kitab-ı Kerim’e ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılık “i’tisam” olarak isimlendirilir. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden iktibasla verilen bu isim, “ismet” kökünden türemiştir ve korunma, muhafaza olma manasındadır. Şu halde i’tisam, müminin imanını, istikametini, hayat tarzını muhafaza etmesidir. Müslümanların kimlik kaybına uğramama ve her türlü dış baskıya direnmesinin yolu i’tisamdır.
İlk hadis kitaplarında i’tisam adı altında bölümler yer almış ve müslümanın kimliğini oluşturan hadis-i şerifler bu başlık altında toplanmıştır. Hicaz dışında fetihlerin başlamasıyla, özellikle Hz. Ömer r.a. devrinde sahih anlayış ve uygulamaların muhafazası ihtiyacı doğmuş ve bu hususta büyük gayret gösterilmiştir. Bir tarafta köklü Fars kültürüne, diğer tarafta devrin süper gücü Roma İmparatorluğu’na karşı çölden gelen müslümanlar i’tisam ruhu ile kendilerini, dinlerini muhafaza ettiler. Ayrıca İslâm’ı yeni kabul eden toplumlarda müslüman kimliğinin inşasını yine i’tisam hassasiyeti ile başardılar.
Bugünün dünyasında da müslümanca yaşamak için hayatın her sahasını i’tisam ruhuyla tamir ve inşa mümkündür. Özellikle tasavvuf erbabının yaşadığı asırları Asr-ı Saadet neşvesiyle ihyası, i’tisam ruhunu muhafaza iledir.
Kaynaklarda müslümanın kimliğine dair hususlar uzvî, ruhî ve içtimaî olarak üçe ayrılmıştır. Uzvî olanlar helal gıdalarla, ruhî olanlar manevi vazifelerin ifasıyla, içtimaî olanlar ise İslâmî örf adet ve geleneklerle beslenir denilmiştir. Dolayısıyla bu hususların birinde verilecek taviz bir diğerini etkileyecek ve adım adım bünyeyi ifsad edecektir. Son iki asırda İslâm dünyasının yaşadığı kriz durumu, başta küçük görünen tavizlerin bütün bünyeyi dönüştürmüş olmasındadır.
Yine kaynaklarımızda müslüman kimliği “iman, İslâm ve i’tisam” olmak üzere üç adımda izah edilmiştir. İman “bulmak”, İslâm “tarif etmek” ve i’tisâm ise “muhafaza etmek”tir. Mümin iman ile bulduğunu İslâm dairesinde kalarak muhafaza etmeli, maddi manevi bütün hayatını buna göre şekillendirmelidir.
Müminlerin tek bir beden gibi olması da, i’tisam ruhu ile ilgilidir. Başka hiçbir engel öne sürmeden, hangi ırk ve beldeden olursa olsun, iman eden kardeşimiz olur ve müslüman topluma/ümmete dâhil olur. Bu da müslümanların bir avuç olduğu Mekke günlerinden, milyarı aştığı günümüze en büyük kuvvetimizdir. Müminlerin o zor günlerde en büyük güçleri, geçmişi ve statüsü ne olursa olsun, iman edenin kardeş olarak kabul edilmesi olmuştur. Günümüzde de aynı durum geçerlidir.
Çoğumuzun malumudur: Şair sahabi Ka’b bin Züheyr r.a. İslâm’a girmeden önce müslümanları ve İslâm’ı alaya alan şiirler yazmış ve hakkında ölüm emri verilmiştir. Sonra yüzünü kapatıp kendini gizleyerek Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in huzuruna çıkmış ve “bânet suâd” diye başlayan ve İslâm’ı öven meşhur kasidesini söylemiştir. Kasideyi beğenen Allah Rasulü s.a.v. onu affetmiş ve hırkasını hediye etmiştir. Kaside-i Bürde ismiyle meşhur bu şiirde Ka’b bin Züheyr r.a., Cahiliye’nin uzaklaşıp gitmekte olan bir ceylan olduğunu, her ne kadar heva ve heveslerin onun peşinde gitmeyi arzulasa da, asıl yolun artık İslâm olduğunu uzunca anlatmıştır.
Aslında Asr-ı Saadet’te İslâm’ı kabul eden her bir sahabi, Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v.’in şu müjdesiyle küfür ve şirki bırakmış, İslâm’a sımsıkı sarılmıştır: “Müslüman olmak, öncesinde olup bitenleri temizler.” (Ahmed b. Hanbel, IV, 199-204-205)
Fahr-i Kâinat efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur:
“Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyetli söz ve amel de ancak Sünnet’e uygun olmakla bir değer ifade eder ve fayda verir.” (Humeydî, Müsned, II, 546)
Günümüzde birçok çevre tarafından Kitap ve Sünnet’e bağlılığa gölge düşürülmeye, İslâm dünyasının birlik ve dirliğinde daha derin yaralar açılmaya çalışılsa da, bizi ana kaynaklarımıza ulaştıracak itikadî ve amelî mezheplerimiz ayakta. Asırlardır müslümanları her türlü ifsad ve inkırazdan korumaya çalışan âlimlerimizin eserleri de kütüphanelerimizde.
Maddi manevi saldırılara maruz kaldığımız şu günlerde eğilmeden, bükülmeden ayakta durmak için ihtiyaç duyduğumuz tavır ve ahlâk elhamdülillah kaybolmuş değil. Bu tavır ahlâkın canlı misalleri de aramızda. Şu halde kendi kimliğimize, kendi ilmimiz ve usulümüze i’tisam ile her dem yeni ve diri olmak mümkün.