Müslüman Olmak mı İnsan – Erdemli - Olmak Mı
Musluman
Nedir insan? Bir damla su, bir okka çamur, bir parça et, bir damla kan mı? İnsanı insan yapan anatomik ve fizyolojik yapısı değildir elbette. Siyah tenli de insandır beyaz tenli de, çekik gözlü de insandır sarı saçlı da. Fizyolojinin fizyolojiye üstünlüğü yoktur, zahirde hiç kimse “daha insan” değildir. İranlı şair Sadi Şirazi ne de güzel tarif eder insanı: “bir damla kan ve bin endişe”. Endişe, fikir, tefekkür, vicdan, mesuliyet, ruh, inanç olmadığı müddetçe bir damla kan hayvanda da mevcuttur. Malezyalı âlim Nakib El Attas insan kelimesinin kökenine dair başka bir noktaya dikkatleri çeker, insanın “nesiye” fiil kökünden türediğini söyler. İnsan, yani “unutan”. Rabbini unutan, Rabbine ahdini unutan, Rabbinin verdiği nimetleri unutan, yaratılış gayesini unutan, insan…
Unutmaktan münezzeh Rab, son kitabında insanı şu yedi vasfıyla tavsif eder.
İnsan, çok zalim ve cahildir. Ahzab, 72
İnsan, aceleci (bir tabiatta) yaratılmıştır. Enbiya, 37. İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan çok acelecidir. İsra, 11
İnsan, menfaatine düşkündür. Rum, 36’dan hareketle.
İnsan, Rabbine karşı nankördür. Adiyat, 6
İnsan, dünya malına düşkündür, malı azalsın istemez.
İnsan, kıskanç ve hasetçidir, bir başkasına verileni kıskanır.
İnsan, zayıf yaratılmıştır. Nisa, 28
Elbette üreten ürettiğini, yaratan yarattığını daha iyi bilir. Mezkûr vasıflar üzerinde dikkatle tefekkür edilirse, insanın şeytanın hilelerine ve taarruzuna açık olduğu görülür. Peki, bir zırhı yok mudur insanın? Bu soruyu hatırımızda tutup insanı insan yapan hasletlere bir bakalım: zorda olana yardım etmek, hüsnü zanda bulunmak, merhamet etmek, yalan söylememek, gıybet etmemek, fitneye tevessül etmemek, hırsızlık yapmamak, kul hakkına girmemek, emanete ihanet etmemek ve saire.
Karşımızda üç karakter olsa; birisi erdemli insan (Müslüman olmayan), diğeri erdemli Müslüman ve bir değeri erdemsiz Müslüman. Ve bunlara insani hasletlerden iyi olanlarını niçin yaptığını, kötü olanlarını ise niçin yapmadığını sorsak cevapları ne olurdu acaba?
Erdemli insan muhtemelen şöyle bir cevap verir: Kötü hasletler kul hakkıdır, aynı zamanda toplumsal birlikte yaşamanın temeline konulmuş dinamitlerdir, bunları yapmamak gerekir. İyi hasletler ise insanın aklı ve vicdanının gereği olarak yapılır.
Erdemli Müslüman erdemli insanın bu cümlelerini tekrarlar ve akabinde şu cümleleri ekler: “Bununla birlikte, Allah iyi ve güzelliği emretmiş, kötülüğü nehyetmiştir. Emrinde de nehyinde de hikmetler vardır. Benim eylemimin amacı rıza-i İlâhi’dir”.
Erdemsiz Müslüman’ın cevabı nettir: “Sevap kazanmak için yapıyorum veya günah olduğu için yapmıyorum”. Bir insan sevap kazanmak için doğru bir eylemde bulunur, günaha girmemek için bir eylemden sakınır da yine de erdemsiz olarak tavsif edilebilir mi? Bu soruyu da daha sonra cevaplamak üzere hatırda tutarak, eylemin kendisi üzerine odaklanalım.
Haklı olduğunu bildiğin bir yolda gerekirse ölümü göze alıp yürümek erdemli bir davranıştır. Muktedirlerden özür dilemek, onlara boyun eğmek yerine ölümü seçen Sokrates de erdemli bir davranış sergilemiştir, Seyyid Kutup ve İskilipli Atıf Hoca da erdemli davranış sergilemişlerdir. Hudeybiye’de yaptığı anlaşmaya, bir Müslümanın hayatı mevzu bahis olmasına rağmen sadık kalan Allah Resûlü (sav) şüphesiz erdemli bir davranış sergilemiştir. Kendi aleyhine olmasına rağmen ahde vefa gösteren bir inançsız da pek tabi erdemli bir davranış sergilemiş olur. Allah Resûl’ünün (sav) yaptığı gibi, kendisini öldürmeye niyetlenenlerin emanetine dahi hıyanet etmemek de erdemli bir davranıştır, inançsız birisinin kendisine bırakılan emanetlere sahip çıkması da erdemli bir davranıştır.
Müslüman bir insan veya inanmayan birisi aynı erdemli davranışı sergileyebilir. Eylem bazında bakıldığında, eylem Allah’ın razı olduğu bir eylemdir, ama bu eylemi Müslümanın icra etmesi ile erdemli insanın icra etmesi arasında bir üstünlük ilişkisi var mıdır? Erdemli insan kendi davranışını daha üstün olduğunu iddia eder ve şöyle der: “Müslüman insan olmanın iyi hasletlerini Allah’tan mükâfat beklediği için yapıyor, kötü hasletlerden de O’nun azabından koktuğu için imtina ediyor. Müslümanın eylemi ödül-ceza arasına sıkışıp kalmıştır, karşılık beklentisine dayanır. Oysa ben aklıma ve vicdanıma dayanıyorum ve kendim dışımda bir varlığa atıf yapmıyorum”.
Erdemli Müslüman ise şöyle cevap verir: “İslam fıtrat dinidir. Son Nebi güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Allah insana fücûru da, takvâyı da ilham etmiştir. Erdemli olmak, fücûru bastırmak ve takvâyı ön plana çıkarmak ile mümkündür. Hayat bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda erdemi korumak kolay değildir. Çünkü, Kur’an’da belirtildiği üzere, insan acelecidir, nankördür, hayrı istediği gibi şerri de ister, menfaatini küçük şeylerde görebilir. Oysa, asıl menfaatin Allah katında olduğunu bilen kişi bu dünyada küçük menfaatler için kendini zelil etmez. Erdem; ele, dile ve bele sahip olmaktır. Zayıf olan insan, kendisini motive edecek bir kuvvet olmaksızın bu zaaflarıyla başa çıkamaz. Sadece aklına ve vicdanına güvenen kişi erdemli davranışlar sergileyebilir ama hayatının farklı zaman ve mekânlarında aynı erdemli davranışları sergileyeceğinin garantisi yoktur. O, şeytanın tuzaklarına açıktır. Şeytanın kendisi üzerindeki emellerinden, uyguladığı taktiklerden bihaberdir. Oysa ben Rabbim tarafından şeytanın tuzaklarına ve hilelerine karşı uyarıldım. Şeytanın taktiklerine karşı imanla donatıldım. Erdemli davranış sergilemek insanı erdemli yapmaz. Erdemli olabilmek istikrarlı ve tüm hayatı ihata edici bir şekilde erdemli davranışlar sergilemek demektir. Bu da ancak iman ile kâbildir.”
Erdemli olabilmek, erdemsizliği alt edebilmekle mümkündür. Bunu başarabilmek için, erdemsizliği, fücûru ve fahşâyı emreden şeytana karşı mücadele etmek gerekir. Bu mücadele meydanında erdemli insanın üzerinde sadece toplum zırhı vardır. Erdemli davranışının temeline yerleştirdiği akıl ve vicdan toplumla uyumlu hareket eder. Yalan söylemek kötüdür, çünkü toplum onu kabul öyle kabul eder. Yalan söyleme davranışı tecrit edilme sonucunu doğurur ve bu yüzden akıl yalan söylememeyi öğütler. Bunun aksine, iyilik yapmak toplum tarafından olumlanan bir davranıştır. Hayırsever olması bir insana olan teveccühü artırır, bu durumda akıl iyilik yapmayı öğütler. Erdemli bir insan hiç kimsenin görmediği bir ortamda da iyilik yapabilir. Bu davranışı ise kendi kendini tatmin anlamında egoizmin bir boyutu olarak ortaya çıkabilir. Şeytan ve fücûrla mücadelesinde Müslüman insanın üzerinde hem toplum hem de din zırhı vardır. Müslüman muhlistir, hiç kimse yokken bile gözetleyen bir Rabbi olduğunu bilir. İyilik yapacağı zaman Rabbi’nin rızası onu harekete geçirmeye yeter. Kötülüğe bulaşacağı zaman da Rabbinin ayetleri onu alıkoyar. İmanın zayıfladığı ve şeytanın vesvesesine maruz kaldığı durumlarda ise toplum zırhı devreye girebilir ve Allah’ın korkusu bir an kalbinden çıksa bile insanların kınamasından korktuğu için kötü bir davranış sergilemekten vazgeçebilir. “Allah’tan korkmuyorsun, bari kuldan utan” sözü bu durumlarda geçerli hale gelir.
Erdemli Müslüman-Erdemsiz Müslüman ayrımına burada geri dönelim. Erdemsiz Müslüman kuralcıdır. Allah’ın emir ve yasaklarının arkasındaki hikmeti tefekkür etmez. Tefekkür etmediği için de imanı güçlü değildir. En ufak bir rüzgârda, vesvesede savrulma ihtimali vardır. Kuralın niçin konulduğuna değil, kuralın kendisine takılıp kalmıştır. Kurala uyarken kaçamak noktaları bulmaya çalışır. İbadetlerini şekle indirgemiştir, önemli olanın şekli tamamlamak olduğunu zanneder. Namazı kılar ama namazı onu fahşâdan alıkoymaz, Allah’ın veyline muhatap olur. Zekatı verir ama fıkıhta hükmedilen asgari ölçüyü baz alır. Allah’ın emirlerine uyması, nehiylerinden kaçınması basit bir ödül-ceza beklentisinin sonucudur. Oysa Kur’an’ın inşa etmeyi arzuladığı insan tipi bu değildir. Kur’an ve Peygamber (sav) erdemli insan tipini inşa etme gayesindedir. Erdemli Müslüman kuralın konulma gayesini idrak etmiştir. Kural olarak konulmasa dahi erdemli davranışları sergileyebilecek olgunluğa ulaşmıştır. Ödül-ceza beklentisinden ziyade rızay-ı İlâhi’yi hedefleyen insan erdemli Müslüman olabilir. Gerisi Allah’ın vaadi, rahmeti ve gazabından ibarettir.
“İnsanı erdemli yapan akıl ve vicdan mıdır, yoksa bunların yanında iman da elzem midir?” tartışmasını Mehmet Akif’in şu dizeleri noktalamaktadır:
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farzedilsin havfı Yezdan’ın,
Ne irfanın kalır tesiri katiyyen, ne vicdanın.
Erdemli olmak yani insan olmak tartışmasının bir boyutu da iyiliğin ve kötülüğün ölçütünün ne olduğudur. Ölçüyü toplum olarak koymak hata olur. Zira, toplum değişen bir yapıdır; zamana ve mekana bağlı olarak değişir. Yüz yıl önce iyi olarak kabul edilen bir davranış bugün kötü kabul edilebilir. Brezilya’daki iyi-kötü anlayışıyla Türkiye’deki iyi-kötü anlayışı da bir değildir. Erdemli insan iyi davranışlarda bulduğunu iddia ediyor olabilir ama referansı hangi çağ ya da hangi mekândır? İyi olmak, çağları ve mekânları aşan bir olgu olmalıdır. Zaman ve mekânla tahdid edilmiş erdem, erdem değildir. İşte bu noktada ölçüyü Kur’an koyuyor: “Yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz iyilik/ erdem değildir. Gerçek iyilik/erdem (el-birr); kişinin Allah’a, kıyamet gününe, meleklere, Kitab’a ve nebilere iman etmesi, sevdiği maldan akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, muhtaçlara, köle ve esirlere vermesi, namazı kılması ve zekâtı vermesidir” (Bakara, 177). İyilik/erdem harfi tarif ile gelmektedir, “el-birr”, yani zamana, mekâna, topluma göre değişmeyen gerçek iyilik, gerçek erdem ancak budur.
Özetlemek gerekirse; erdemli davranış farklıdır, erdemli olmak farklıdır. Herkes erdemli davranış sergileyebilir ama tek bir davranış insanı erdemli yapmaz. Hayat boyu ve tüm hayatı ihata edecek şekilde, zamanın ve mekânın ötesinde erdemli olmanın şartı imandır. Bu, tüm Müslümanların erdemli olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü teslim olmak, iman etmek demek değildir.