İncitmemek ve İncinmemek
Ne güzel söylemişler:
“Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.”
Bir toplum içinde yaşıyoruz. Başkalarıyla devamlı ilişki ve alışveriş içindeyiz. Dinimizin ahlak kurallarından başlıcası; çevremize iyi davranmak, kırıp dökmemek, kimseyi incitmemek. İncitmemenin asgari görüntüsü kimseye fiziki zarar vermemektir. Vurmamak, dövmemektir. Bunun sonrası ise incitmemek, kalp kırmamaktır.
Sevgili Peygamberimiz Müslümanı şöyle tarif eder: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların, başka insanların emin olduğu kimsedir.” (Müslim, İman, 64, 65.) Eliyle kimseye zarar vermeyen, zorbalık yapmayan, kaba kuvvetle başkalarını tehdit etmeyen, kırıp dökmeyen kimsedir. İkinci olarak diliyle zarar vermemek söz konusudur. Dille nasıl zarar verilir?
Birine karşı ağır konuşulur, hakaret edilir. Onun dedikodusu yapılır, böylece incitilmiş olur. Bunlar insanlıkla, güzel ahlakla, bağdaşmayan davranışlardır.
İncitmek deyince kalp kırmak, gönül yıkmak, insanın ruhunu rencide etmek gibi daha hassas yönler hatıra gelir. Başkalarına zarar vermemek, onların bizden emin olması sadece fiili alanla sınırlı değildir.
Olgun ve erdemli kişi davranış ve sözlerine öylesine dikkat etmeli ki, karşısındaki insan onun hakkında kötü düşünme mevkiinde kalmamalı. Muhatabının gönlünü kollamalı şu veya bu şekilde onu incitip yaralamamalı. Ayrıca kaba ve çiğ davranışlardan kaçınmalı, nazik ve zarif olmalı.
Sahabeden Ümm-i Mektum zaman zaman Peygamber Efendimiz’in yanına gelir: "Ya Rasulallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret!" diye yalvarırdı. Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahabisini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevap verirdi. Bir gün Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi Peygamberimiz’in yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber de: "Belki bu Kureyş’in büyüklerine etki edebilirim ümidi içindeydi. Bu sırada doğuştan âmâ olan Ümm-i Mektum yine geldi. Hz. Peygamber’in yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı her zamanki ricasını tekrarladı.
Hz. Peygamber Kureyş’in ileri gelen adamlarıyla meşgul olmak istediğinden yüzünü onlara çevirdi. Âmâya alaka göstermedi. Bu yüzden Ümm-i Mektum’un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese suresinin başında bulunan iki ayet nazil oldu:
"Âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi." (Abese, 80/1-2.) Tabii Peygamber Efendimiz de üzülmüş oldu.
Ümm-i Mektum’u ne zaman görse: "Ey kendisi için Rabbimin bana sitem ettiği kimse, merhaba!" diye takılırdı. (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, ilgili sure.)
Yüksek ahlaklı kimseler incitmeme hususunda titizlikle durmuşlardır. Onlara göre gönüller nazargâh-ı ilahîdir. Kim gönül kâbesine zarar verirse, hakikatte onun sahibini incitmiş olur. Zira "Allah, gönlü kırıklarla beraberdir." Mevlana şöyle der:
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bigâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.”
İnsan gönlüyle, hele kırık kalplerle oynamaya gelmez. Şu hadis-i şerifler ne kadar ibret vericidir:
“Mazlumun duasından sakınınız. Zira onun duasıyla Allah Teala arasında perde yoktur.” (Müslim, İman, 29.)
“Şu üç dua kabul görür: 1- Mazlumun duası, 2- Misafirin duası, 3- Babanın çocuğuna duası.” (Tirmizi, Deavat, 48.)
Sa’di Şirazi Gülistan’da anlatır: Zalim bir adam vardı, fakirlerin odunlarını zorla alır, gene zorla zenginlere verirdi. Bu durumu bilen ariflerden birisi o zalim kişiye rastlayınca şöyle dedi: “Sen bir yılansın, kimi görsen sokarsın yahut bir baykuşsun ki nerede otursan orayı viran edersin. Senin gücün bizlere yeterse de Allah’a yetmez. Yerdeki insanları zorlama ki göğe beddua çıkmasın.”
Zalim adam bu sözlerden çok alınmış. Aradan çok geçmemiş, bir gün o zalimin odun deposu yanmış. Yalnız odunları değil evi konağı nesi varsa hepsi yanıp kül olmuş.
Bu sırada evvelce ona nasihat eden zat oradan geçmekteymiş. Ev sahibi başına toplananlara hayıflanarak söyleniyormuş: “Bilmiyorum bu ateş benim sarayıma neden sıçradı?” diyormuş. Arif zat dayanamamış: “Zavallı fakirlerin gönüllerinde yanan ateşin dumanından” demiş.
Sa’di ilave eder: Yaralı gönüllerin yanmasından, ahından sakın. Çünkü gönül yarası tesirlidir. Elinden geldiği kadar bir gönlü perişan etmemeye, kırmamaya çalış, çünkü bir ah cihanı alt üst eder.
İncinmemek
Kalp kırmamak bir fazilettir; bunun bir üst basamağı daha vardır: İncinmemek.
İncitmemek biraz daha kolaydır. Dikkatli ve ahlaklı bir hayat yaşayarak en azından bilerek çevremizi incitmemeyi başarabiliriz.
İncinmemek ise çok defa bizim irademizi aşar. İnsan kalbi çok hassastır, olmadık sebeple birden kırılıverir. Bu konuda başarı gösterebilmek daha kuvvetli bir iman ister. Bu da Allah’ın birliğine ilaveten O’nun gerçek fail olduğuna inanmayı gerektirir.
Niçin inciniriz? Birisinin bir sözü, bir hareketi, bir davranışı, hatta bir iması bizi üzer de onun için. Peki, incinmemeyi nasıl başaracağız?
Şöyle: Bizi üzen, inciten kimsenin bir vasıta olduğunu, onu yaptıranın gerçekte Yüce Allah olduğunu düşünerek… Allah’a kızmak, O’ndan incinmek abes değil midir?
Kelime-i tevhidin çeşitli anlaşılış dereceleri vardır. "La ilahe illallah" sözünden büyük çoğunluğun anladığı şey “La ma’bude illallah” yani Allah’tan başka ibadet edecek varlık yoktur, demektir. Seçkin insanların anladıkları ise buna ilaveten “la faile illallah”tır. Yani Allah’tan başka gerçek fail yoktur, demektir. Bunu söz olarak tekrarlamak kolaydır, ama asıl olan hâl edinmek, yani içselleştirmektir, uygulamaktır. İşte bunu başarabilenler, insanlardan hakaret görünce belki üzülürler, fakat incinmezler, o fiili Allah’tan bilirler. Bu adam neden böyle kırıcı bir harekete alet oldu acaba diye üzülürler. Hatta benim ne gibi bir hatam vardı ki bu bana reva görüldü? Diye bir muhasebeye girerler. Öyle söyler Mevlana:
“Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yani bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.”