Söylediklerimiz – Yaptıklarımız – Yaptıklarımız – Söylediklerimiz
Ev diyoruz, yuva diyoruz, ocak diyoruz; birey diyoruz, aile diyoruz, insan diyoruz, çocuk diyoruz... Birlikte yaşama diyoruz, geçim diyoruz, iletişim diyoruz, hoşgörü, tolerans, esneklik diyoruz... Mutluluk diyoruz, huzur diyoruz, sevinç diyoruz, sükûnet diyoruz, saâdet diyoruz... Medeniyet diyoruz, gelecek diyoruz, hayat diyoruz... Diyoruz diyoruz da, derken bunca çok şeyi, söylediklerimizin hiçbirini birbiriyle birleştiremiyoruz. Birleştiremiyor, buluşturamıyor, irtibatlandıramıyoruz. Birini ötekine bitiştiremiyor, yapıştıramıyor, tutturamıyor, tutunduramıyoruz...
Söylediklerimizle yapıp ettiklerimizin izdüşümleri bu kadarmı ayrı düşer, ayrı yerlere düşer? Düşmeli midir?
Önemli, çok önemli diyerek ağzımızda, kalemimizde, hâl ve hareketlerimizde devamlı dillendirdiğimiz kavramları, meseleleri, değerleri, değer yargılarını; belki de büyükçe bir yapbozun parçaları imiş gibi taşırken oradan oraya, bilinçsizce alıp bırakıyor; tam, "işte şimdi oldu" deyip, tamamlandı zannederken bütün, bir de bakıyoruz ki, bütünü ortaya koyma ve görebilme adına, bütüne varma ve onu kavrayabilme adına, bir arpa boyu yol alamamışız, hiçbir ilerleme kaydedememişiz...
Hayat, içinde kaybolacağımız kadar büyük, üç boyutlu, dört boyutlu, beş boyutlu... O
kadar geniş ve derin bir yapboz- dan, biryapboz oyundan ibaret değil mi zaten?
Bu, karmaşık mı, bu kadar karmaşık olmalı mı, yoksa biz miyiz, kendimiz miyiz bir şeyleri karmaşık hâle getiren?
Esasında muhteşem olduğu kadar basit, basit olduğu kadar muhteşem... Sadece bilinmeyen, sadece keşfedilmemiş!
Keşfedilmeyi bekliyor. Bizim keşfetmemizi... Keşfettiğimiz, keşfedebildiğimiz takdirde ise, kollarımızda bulacağımız, bizi bekleyen başka, bambaşka bir dünya...
Ev ile mutluluğu, yuva ile sıcaklığı, ocak ile samimiyeti birleştirebilsek, sözlükteki yerlerinden alıp, koyabilsek üst üste, yan yana, içi içe; biraz törpüleyebilsek sivriliklerimizi, biraz dinginleştirebilsek dalgalanmalarımızı... En azından başkalarına, çevremizdekilere zararsız hâle getirebilsek yaklaşım ve davranışlarımızı... "Başkaları" yabancı değil ki, başkaları "ailemiz", başkaları "yakınlarımız", başkaları "sevdiklerimiz"...
Aile ile huzuru, birliktelik ile sevinci, çocuk ile geleceği, geçim ile esnekliği, iletişim ile hoşgörüyü, medeniyet ile sükûneti, hayat ile saadeti aynı çizgiye, aynı noktaya getirebilsek... O hâlleriyle içselleştirebilsek, seslendirebilsek, renklendirebilsek, canlandırabilsek âlemlerimizde...
Evin dışındaki yerlerde aranmamalı mutluluklar, aynı evi paylaşan insanlar her zaman tek başlarına arıyorlarsa mutluluğu çok uzaklarda, bir şeyler yolunda gitmiyor demektir... Zamanı, mekânı ortak paydada buluşturamıyorlar, esasında çok farklı hayatlar yaşıyor, yaşatıyorlar demektir... Aynı ailenin üyeleri birbirlerine zıt istikâmetlerde yola çıkan ve kilometrelerce de yol almış trenler misâli, birlikte oldukları noktada aslında birbirlerinden ayrılar demektir, iç dünyalarında, farklı hedeflere, farklı istasyonlara, farklı tercihlere, ayrı ölçekli apayrı haritalarla, vakit vakit mesafeler boyu yol alıyorlar demektir...
Yuvanın içinde bulunamayan sıcaklığın, yuvadan başka mekânlarda peşine düşülüyor- sa, neticede bulunacak, karşılaşılacak soğuk düş kırıklıkları, dehşetli fırtınalar, tatlandırılmış zehirler, renk, şekil ve kılık değiştirmiş canavarlar olacaktır ancak... Anne baba çocuktan ayrı meşguliyetler ve lezzetler, çocuk anne babadan ayrı heva ve hevesine ait kandırmacalar peşinde ise, peşinde iken, nedir paylaşılan, nedir ki buz gibi duvarların arkasına sığınıldığında, sohbetsiz ve tatsız sofraların içinde, muhabbetsiz akşam ve sabahların aydınlığa ermeyen karanlığında...
Ailede bulunmalı huzur, orada yaşanmalı, orada soluklanmalı. Bulunamazsa, bulunamamış ve bulunamıyor ise, yaşanamıyor ve soluklanamıyor ise, huzurun yerine huzursuzluk kapıda demektir, kapıyı çalıyor demektir, hatta kapıdan içeri girmiş, etrafı sarmış, her yere sessizce ve sinsice sokulmuş demektir... Beraber yaşanmalı değil midir en tatlı sevinçler; güzelliklerin tadı, kokusu damağında kalmalı değil midir herkesin, en güzel anlar o anlar olmalı değil midir, birlikte olunan, birlikte yaşanan?
Medeniyetin getirdiği kargaşa, gürültü ve kısmen de olsa zararlı etkilere rağmen, beraberinde insanoğluna sunduğu pek çok kolaylığı, imkânı, kazanımı genişletilebilir ve stres kaynağı olmaktan, sükûnet sebebine de dönüştürülebilir.
Hayat, bir tezatlar yumağı, karmaşa zinciri, paket paket, çanta çanta sorumluluktan saâdet çeşmesi hâline de getirilebilir, sağlıkla, âfi- yetle, bereketle, rahmetle; bakışla, niyetle, sezişle, öngörüyle...
Hayat bize verilmişse tüm canlılığı, tazeliği, parlaklığı, şeffaflığı ile, cezbediciliği, imkânları, hatta sonsuzluğu, sonsuz fırsatları ile... Aklımızla, kalbimizle, canımızla, ömrümüzle onu kullanmak, kullanmayı seçmek bize düşüyor.
Kendi sınırlarımızı, kendi alanımızı, kendi çizgimizi, kendi tarzımızı, kendi düşünce ve fikirlerimizi, ilgi ve meraklarımızı, ideallerimizi, hayallerimizi bir belirleyebilsek, bir kesinleştire- bilsek... Oturtabilsek yerli yerine değerlerimizle düşlerimizi, hayallerimizle gerçeklerimizi bir arada, bir araya... Zor mu, imkânsız mı? Değil aslında...
Bireyi toplumdan soyutlayamıyor, kendisini gerçekleştirmesinden alıkoyamıyor, his dünyasından koparamıyor, insanlardan tecrit edemiyorsak... ihtiyaçları doğru şekilde karşılanırken insanın, sağlıklı ve düzgün biçimde yaşantısını sürdürebilmesi, içinde ve dışında dengeyi bulup, rahata erebilmesi için, gerçek ve kalıcı mutluluğu yakalaması hatta başkalarına yakalattırması adına, en iyisi, en güzeli söylediklerimizi yaşantımıza geçirmek üzere niyetlenmek, çalışmak, çabalamaktır. Ev ile, evde geçirilen süre, evde yaşanan hayat ile mutluluğu, aile ile, aile bireyleri ile, ailecek "bir şey" paylaşma ile huzuru bir araya getirmek, getirebilmek... Emek istese de, gayret istiyorsa da bu, ışık orada, hayatın aslı orada... Orada bizi bekliyor sevdiklerimizle, sevenlerimizle...
Söylediklerimiz ile yaptıklarımız, kalbimizde yeşerttiklerimizle ortaya koyduklarımız, iç âlemimizde büyüttüklerimizle elimizin tuttuğu, işlediği birbirini yalanlamamalı, tam aksine doğrulamalı, desteklemeli, pekiştirmeli, perçinlemeli... Bitmeyen lezzetlere, esas nimetlere öyle kavuşulabilir ancak...
İnsana da bu yakışır ancak, insana, Müslüman’a, mümine...
Rabbi’ni bilip, tanıyana, peygamberini sevip sayana...