Sahabe-i Kiram Gibi Müslüman Olmak
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde, yaklaşık yüz on bin sahabe yaşıyordu. Bunlardan sadece on bini Haremeyni’ş Şerifeynde vefat etti; yüz bini ise tebliğ, talim ve cihad için o mukaddes toprakları bırakıp dünyaya yayıldılar. Onlardan bazıları Kafkaslarda, kimi Rum diyarında, tâ İstanbul surlarının diplerinde, kimi İspanya’da, kimi Türkistan'da, kimi Afrika'nın o kızıl çöllerinde şehit oldu yâda vefat etti. Hâlbuki onlar Peygamberimizin şehrinde, onun hatıralarıyla yaşamayı ve o topraklarda ölmeyi isterlerdi. Fakat böyle düşünmediler. Neden?
Peygamberimizin terbiyesi altında yetişmiş bu mübarek zatlar gayet iyi biliyorlardı ki İslam’da “Ben kendimi kurtarayım da başkası ne olursa olsun!” düşüncesine yer yoktur. Cenneti kazanmak, sadece kendini düşünmekle mümkün değildir. Eğer ferdi anlamda sadece ibadetlerle ve dualarla kurtuluş olsaydı Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de sosyal sorumluluklarla alakalı neden bu kadar ayet gönderdi?
Bugün bizim Müslümanlığımız ile sahabe-i kiramın ve İslam’a hizmetle ömrü geçen ecdadımızın Müslümanlığını ayıran en önemli nokta da budur. Ne yazık ki günümüzde Müslümanlarının birçoğu, hiç bir sosyal sorumluluk hissetmeden, doğrudan rıza-i ilahiyeye ulaşma yöntemleri icat edildiğini sanıyor. İslam adına hiçbir hizmet üretmeden, başka Müslümanların derdiyle dertlenmek namına hiçbir fedakârlık yapmadan, bu yolda hiçbir imtihana uğramadan direk olarak cennete gitme formülü varmış gibi…
Bu anlayışa sahip olanlara göre, dünyanın bilmem hangi coğrafyasında yaşayan Müslümanların sorunları bizi ilgilendirmez. Hatırlamaya bile gerek yok. Onların sorunları, onlara aittir. Elbette artık bu düşüncenin yanlışlığı anlaşılıyor ve meydana gelen felaketlerin de etkisiyle ümmette bir uyanış görülüyor.
Öte yandan son zamanlarda İslam dünyasındaki uyanışı söndürmek isteyen küresel aktörler, bu sefer manevi eğitimi, kültürü, medeniyet birikimi ve görgüsü kıt bir kısım Müslüman grupları, Haricî mantığına dayalı çok kaba saba bir cihad anlayışına yönlendiriyor.
İslam Âlemine Saçılan Fitne Tohumları
Son zamanlarda IŞİD, eş-Şebab, Boko Haram ve benzeri isimlerle piyasaya sürülen bu eli kanlı gruplar, adeta karikatürize bir İslami terör manzarası sergiliyorlar. Ellerinde Arapça yazılı bayraklar, omuzlarında kocaman silahlar ve önlerine geleni kâfir ilan edip kanını helal sayıyorlar. Hemşirelik okuluna giden bir kız çocuğunu kaçırıp öldürmek, insanları kameralar karşısında boğazlamak gibi vahşice yöntemlerle islamofobiye malzeme sunuyor, Müslümanlara reva görülen zulümlere gerekçe sunuyorlar.
Halbuki onların sergilediği bu kaba saba vahşetin İslam tarihinde hiçbir örneği yoktur. Müslümanların fethettiği çoğu ülkeler, silah zoruyla değil Müslümanların engin şefkati ve adaleti neticesinde, kendiliğinden Müslüman olmuşlardır. Büyük İslam komutanı Alparslan, Anadolu'ya girdikten sonra kimseyi sürgüne göndermemiş ve katliam da yapmamıştır. Yani, Sultan Alparslan ile harp eden insanlar, o topraklarda yaşamaya devam ettiler. Zamanla İslam’a ısınıp kendiliğinden Müslüman oldular.
Öyleyse bu gruplar kimi örnek alıyorlar? Anlaşılan o ki, İslam’ın özünde olmayan bu tür ifrat ve tefrit yorumlar, İslam düşmanlarının uzun uğraşlar sonucunda içimize soktukları, bidat ve saplantılardan başka bir şey değil…
Çare, Ümmetin Birliği
İslam coğrafyaları kan, zulüm, esaret altında, her gün yüzlercesi katlediliyor! Hal böyleyken peki, ne olacak bizim bu halimiz? Hala birlik olmayacak mıyız?
Halbuki Allah-u Zülcelâl bizim birlik olmamızı emreder. Müminler ümmet oldukları için bir aradadırlar. Camide bir safta omuz omuza vermeleri, tüm dünyadaki Müslümanların namaz kılarken tek bir yöne Kâbe’ye yönelmeleri, zekâtlarını ihtiyaç sahibi müminlere takdim etmeleri, Kâbe’nin etrafında tavafa koşmaları, yılın aynı günlerinde oruç tutmaları, tüm dünyada aynı ezanı okumaları, aynı amentüye inanmaları, hep ümmet oldukları içindir.
Başka bir ifadeyle, tüm bunlar, İslâm bir arada yaşanması gereken din olduğundandır. Nitekim dünyanın herhangi bir bölgesinde inleyen müminlerin derdine derman olmak için seferber olmaları, onlar için gözyaşı dökmeleri ve her bir müminin derdini, kendi dertleri edinmeleri onlardaki ümmet bilincindendir. Çünkü Allah celle celaluhu onları kardeş kılmıştır. Kardeşliğin esası ise müminin diğer mümin kardeşine sahip çıkmasıdır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem: “Müminler bir vücudun organları gibidirler. Hangisi bir acı duysa diğer organlar da bunu hissederler…” buyuruyor.
Bunun için de önce Sahabe-i Kiram gibi iman etmeliyiz. Temel esaslarda birlik olmalıyız. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellemin hayatta olmasına rağmen, Ashab-ı Kiramın da aralarında farklı anlayışlar olurdu. Ama bunlar tali meselelerdi ve uhuvvetlerine halel getirmezdi. Kıblesi bir, kitabı bir, peygamberi bir ve aynı Allah’a ibadet eden bir ümmettiler.
O halde madem sahabeler birer yıldızdırlar, o zaman uhuvvetimizin yeniden hayat bulması için Resulüllahın Ehl-i Beytini ve her biri birer yıldız gibi olan sahabelerinin yolunu takip etmeliyiz.
Biz Müslümanlar, ümmet şuuruyla hareket ettiğimiz dönemlerde, Allah celle celaluhu bizi yeryüzünde adaleti tesis eden, halkını asırlar boyu güven ve huzur içinde idare eden büyük devletleri kurmakla şereflendirdi. Bütün insanlık hala, bizim, tarihteki o adil yönetimimizden bahsetmektedir. Avrupa'nın asilzadeleri, o dönemlerde çocuklarını Endülüs okullarında okuturlardı ki sırf çocukları insanî erdemlere sahip olsunlar...
Kudüs, bizim topraklarımız içinde iken orada tüm inanç mensupları barış ve huzur içinde, yüzyıllar boyu yaşamışlar, kimse, kimsenin kanını dökmemiş, malını gasp etmemiş ve namusuna dokunmamıştır. Ne zamanki; Osmanlı, dünya siyaset sahnesinden çekildi ve o topraklar zalimlerin eline geçti, işte o zamandan beri sadece Filistin değil, bütün dünya yaşanmaz hale geldi.
Ümmet bilincinden yoksun olan toplumlar, düşmanlarına karşı zayıf ve savunmasız kalarak mağlup olmaktadır. Ama ümmet şuuruyla hareket eden Müslümanlar, sayıları az olsa bile Allah Teâlâ’nın izni ile galip gelmektedirler. İnşaallah, yine galip geleceklerdir.