UNUTMAMAK İÇİN
İnsanoğlu dünyaya kulluk için gönderilmiştir. Fakat dünya işiyle meşgul olmaya başladığı andan itibaren, bütün her şey onu asıl hedeften uzaklaştıracak bir sebep haline gelebilir. Bu yüzdendir ki Cenab-ı Mevlâ birçok ayet-i kerimede mübah şeylerin de insan için bir imtihan ve aldanma sebebi olduğunu buyurmuştur. Çare olarak da kullarından kendisini unutmamalarını, daima zikir halinde olmalarını emretmiştir.
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsra, 44)
Bu ayetle insanlara bütün kainatın kendisini zikrettiğini bildiren Rabbimiz, bize de şöyle hitap eder:
“Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45)
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzap, 41-42)
Zikir, manası itibariyle hatırlamak demektir. Yani unutmamak demektir. Kulun zikretmesi de, Rabbinin varlığını aklından çıkarmaması, dünyaya niçin geldiğini hatırında tutarak hedefine doğru yürümesi demektir. Cenab-ı Mevlâ buyuruyor ki:
“Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Ahzap, 35)
Zikrin birçok usulü ve lafzı olmakla birlikte, asıl olarak kulun Allah Tealâ’yı aklında tutarak, O’nun rızasını hedefleyerek yaptığı bütün ibadet ve işlerdir. Dolayısıyla bütün ibadetler bir zikirdir. Kişinin günde beş kez kıldığı namaz, Rabbini bütün gün içinde hatırlaması, huşû ile huzuruna çıkıp kulluğunu tasdik ve ikrar etmesidir. Nitekim Cenab-ı Mevlâ müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur:
“Beni zikretmek için namaz kıl.” (Tâhâ, 14)
İbadetler farklı olsa da, ibadet eden kişi öncelikle Allah Tealâ’nın emri olduğu için o ibadeti yerine getirmektedir. Bu da doğrudan zikrin kula kazandıracağı haldir. Yani Rabbini unutmamak, O’nun emir ve iradesine râm olmak, yasakladıklarından uzaklaşmak…
Yine şekil itibariyle günlük işlerimize benzerlikleri olsa da, hac ibadeti de büyük bir zikirdir. Hatta Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. bu durumu şöyle ifade buyurmuştur:
“Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında koşmak, şeytan taşlamak ancak Allah’ı zikretmek için emredildi.” (Ebu Davud; Tirmizî)
Cenab-ı Mevlâ’nın bizlere emrettiği ibadetler, belirli zaman ve mekânlara has ibadetlerdir. Dolayısıyla kulun ibadet halini, diğer zamanlara da Rabbinin huzurunda olduğunu aklında tutarak taşıması asıl maksattır. Cenab-ı Mevlâ şöyle buyuruyor:
“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur, 37)
Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, zikir hali kişinin her ne iş yaparsa yapsın asıl maksadını ve yolunu unutmaması, bir gün mutlaka hesaba çekileceğinin farkında olmasıdır. Zira insanoğlunun nankörlük yapması ve zalimlerden olmasının sebebi, unutması yahut bir başka tabirle hatırlamamasıdır. Hatırlatanları da dikkate almamasıdır. Oysa ilk insandan beri bütün peygamberler, onların yolundan giden veliler, hak üzere olan alimler insanlara Rablerini hatırlatmakta, doğru yolu göstermektedirler. Bir nimet olarak zikrin kıymetini bilenler ise, her halükârda zikretmeye devam ederler. Cenab-ı Mevlâ bu durumu bizlere şöyle bildirmiştir:
“Onlar, ayakta otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran, 161)
İnsanoğlu kalbinde neyin korkusu ve endişesi varsa, daima aklında onu tutar, onu zikreder. Dünyalık peşinde koşanların zikri dünyalık şeylerdir. Ahiretin farkında olan, kulluğunun şuurunda olan kişinin zikri ise farklıdır. Çünkü sonunun ölüm ve son durağının ahiret olduğunu idrak eden insan için en büyük hedef, Yüce Yaratıcısı’nın hoşnutluğuna ulaşmaktır. Böylece ebedi saadet yurdu cennete girmek ve Yüce Allah’ın cemalini görmektir. Allah rızası da bu vesileyle elde edilir. Cenab-ı Mevlâ’nın bir kulundan razı olması da en büyük saadettir.
Zikrin bir tarafı ümit hali iken, diğer tarafı da havf yani korku halidir. Nitekim insanın gerçekten endişelenmesi gereken en büyük tehlike, ilahî sevgi ve rahmetten mahrum kalıp Yüce Allah’ın gazabına müstahak olmak ve O’nun cemalini hiç görememektir. Bu azap cehennemden daha şiddetlidir. Dünyadaki bütün korkular ve sıkıntılar bunun yanında anlamsız kalır.
İşte insanın bu hedefe ulaşmasının yolu zikirdir. müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim ve Fahr-i Kainat Efendimiz’in sünneti, kurtuluş kapısı olarak zikri göstermiştir. Asırlardır Allah dostları, zikir ile gerçek müslümanlığın yaşanabileceğini göstermişler, öğretmişlerdir.
Kulun dünyadan ve nefsinin arzularından kurtuluşu, kalbin huzura kavuşması zikre bağlanmıştır. Zikir bütün hayır kapılarının anahtarıdır. Zikirsiz Allah dostluğu mümkün değildir. Bu yönüyle vuslat yolu zikirdir. Böylece insanın muhabbeti ve marifeti artar, manevi derecesi yükselir. Kalbine ihlâs hakim olur.
Zikir, kulu Yüce Rabbi ile beraber eder. Kul Yüce Rabbini zikrettiği sürece, O da kulunu zikreder. “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım.” (Bakara, 152) ayeti bunu ifade eder. Zikir kalbin temizleyicisidir, onu manevi kirlerden temizler, kalbindeki gafleti yok eder.
Zikir manevi zevk kapılarını açar. Kalbi şenlendirir, gamı, kederi, stresi giderir. Alemlerin Rabbi ile huzur bulmuş kalpten boş sıkıntılar ve yersiz korkular çıkar gider. Zikir kalpteki imanı kuvvetlendirir, kalbe manevi hayat ve neşe verir, şek ve şüpheyi giderir. Böylece insanın Allah’a teslimiyeti tam olur. Yakini artar, ihlâsı elde eder. O zaman ibadetler tatlı ve kolay olur. Kul taklitten kurtulur, tahkike ulaşır.
Balık için su ne ise, kalp için de zikir odur. Zikirsiz kalp ölür. Kalbi ölü bir insandan hayırlı işler çıkmaz.Zikir kalbi şeytanın vesvesesinden ve hakimiyetinden kurtarır. Netice olarak zikir bizi kendimize halimize bırakmaz, Rabbimiz ile irtibatlı tutar.