YENİDEN DOĞUŞ ÇAĞRISI
İnsan, Allah Tealâ’dan gelip yine O’na dönecek olan bir ebediyet yolcusu. Dünya bu yolculuğun güzergâhlarından biri. Rasulullah s.a.v., Abdullah ibn Ömer r.a.’ın şahsında hepimize, “Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi olmamızı” öğütleyip (Buhârî, Rikâk 3) bizleri dünyaya bağlanmaktan sakındırırken, kat ettiğimiz yolun bir başlangıcı ve bir sonu olduğuna da işaret buyuruyordu. Nitekim nereden geldiğimizi, sonunda nereye varacağımızı bilmeyince dünyadan bir yolcu gibi istikamet üzere geçip gitmek mümkün olamayacaktı. Kur’an-ı Kerim’de “(Hayat) sadece dünya hayatımızdan (ibarettir). Ölürüz ve yaşarız (kimimiz ölür, kimimiz doğar). Bir daha diriltilecek de değiliz.” (Mü’minûn 37) mealinde ifade buyurulan, küfür ve inkâr ehline mahsus bir anlayış böyle bir cehaletin eseriydi çünkü.
Müslümanlar olarak bizler de -cehaletle demeyelim ama- gafletle zaman zaman dünyadan geçip gitmekte olan bir yolcu olduğumuzu unutabiliyoruz. Öldükten sonra dirilmeye, hesap gününe, ahirete inandığımızı ikrar etmekle beraber, hayatı yalnızca dünya hayatından ibaret görenler gibi davranabiliyoruz. Cenab-ı Mevlâ’nın, “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!” (Fâtır 5) ikazına rağmen aldandığımız oluyor. Aldanmak gafletin neticesidir. Gaflet ise bir idraksizlik hali olması hasebiyle bir çeşit ölümdür. Böyle bir aldanıştan kurtulmak için yeniden doğup dirilmek; yeniden doğup dirilmek için de Allah ve Rasulü’nün ikazlarına kulak vermek gerekiyor.
Dünyanın öncesi sonrası
Hakikat şu ki, hayat dünya hayatından ibaret değil. Bu hakikate dair ayet-i kerime ve hadis-i şerifler bir yana, tek başına dünya kelimesinin anlamı bile bunu izaha yetiyor. Bizim bugün daha çok “yeryüzü, arz” karşılığı olarak bir isim gibi kullandığımız “dünya”, aslında Kur’an-ı Kerim’de bir şeyin “en yakın, en aşağı” halini belirlemek üzere kullanılan bir sıfattır. Halihazırda yaşamakta olduğumuz hayatı niteler. Yani ayet-i kerimelerde ister “hayatü’t-dünya” şeklinde bir tamlama halinde, ister tek başına “dünya” şeklinde geçmiş olsun, hep bir “en aşağı hayat çeşidi”ni yahut “ebedî hayata en yakın hayat safhası”nı anlatır. Bu, dünya hayatından önce ve sonra “daha farklı mahiyette, daha yüksek hayat çeşitleri veya safhaları” olduğuna delalet eder.
Nitekim bizim Allah Tealâ’nın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına “Belâ!” (Evet, hiç şüphe yok ki Sen bizim Rabbimizsin!) cevabıyla (A’raf 172), her halükârda O’na kulluk edeceğimize söz verdiğimiz Ruhlar Âlemi’nde bir hayatımız vardı. İçinde bulunduğumuz ve “Şehadet Âlemi” denilen dünyaya gelmezden evvel “Misâl Âlemi”nde bir “berzah” hayatı yaşadık. Berzah, iki şey arasında, onları hem birbirinden ayıran hem de birbirine bağlayan aralık demektir.
Anne karnında dokuz ay on gün süren yine farklı bir hayatımız oldu. Nihayet bir anneden doğarak dünyaya geldik. Ömür müddetimiz tamamlanınca ölecek ve kabre konacağız. Kabirde, kıyamete kadar sürecek yine bir berzah hayatımız olacak. Sûr’a ikinci defa üflendiğinde Mahkeme-i Kübra’da hesap vermek üzere yeniden diriltilecek, sonsuzluk yurdu olan ahirete intikal edeceğiz.
Her hayat safhası doğumla başlayıp ölümle sona erdiğine göre, bizim dünya hayatına gelişimiz ilk ve tek doğumumuz, dünya hayatını tamamlayıp ölmemiz de ilk ve tek ölümümüz değil.
Dirilten ölüm, öldüren ölüm
Müfessirler özellikle Bakara suresinin, “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek, sonra yine diriltecek, sonra da döndürülüp ona götürüleceksiniz.” mealindeki 28. ayetinin tefsirini yaparken, bu hayat safhalarından kendi görüşlerine göre tercih ettikleri ikisinin başlangıcının “dirilme”, sonunun da “ölüm” olduğunu söylemişlerdir. Fakat ölümlerin farklı bir hayata doğuşa/dirilişe kapı açtığı, dolayısıyla ölümle doğum arasında bir zıtlık değil bir ardışıklık ilişkisi kurmamız gerektiği hususunda müttefiktirler. Hatta tasavvuf erbabı, dünya hayatını sonlandıran ölümü çoğunlukla “ahirete doğmak” diye adlandırarak ölümle doğumu aynîleştirmişlerdir. Mevlâna k.s. hazretleri “Dirilmek için ölünüz!” buyurmuştur. “Ölmeden evvel ölünüz!” hadis-i şerifindeki “ölünüz” kelimesi, “ebedî hayata saîdler olarak doğunuz” diye de anlaşılabilir.
Ancak her ölüm yeni bir dirilişe, yeniden doğuşa imkân vermez. Kur’an-ı Kerim’de takva sahibi müminlerin ahiretteki hayatı için mealen, “Onlar orada evvelki ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah onları cehennem azabından korumuştur.” (Duhan 56) buyurulur. “Evvelki ölüm”ün, ahiret hayatından hemen önceki ölüm olduğu tefsiri yapılmıştır. Müminlerin yeni bir ölüme maruz kalmayacakları cehennem azabından korunmalarına bağlanırken, ebedî azaba müstehak olmanın helâk edici bir ölüm gibi düşünülmesine yol vermektedir. Çünkü bu yeniden doğuşa kapı aralamayan bir ölümdür.
“(Kâfirler hesaba çekildiklerinde), ‘Ey Rabbimiz! Bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Şimdi günahlarımızı itiraf ediyoruz. (Bize bu ateşten) bir çıkış yolu yok mu?” (Mü’min 11) derken, günahlarını telafi için yeni bir doğuş, yeni bir hayat talep etmektedirler. Fakat boşuna bir taleptir bu. Çünkü ahiret dönüşü olmayan son duraktır. Küfür ehlinin yeniden doğuş talebi ateşten kurtulmaya yönelik olduğuna göre cehennem ebedî azaptan ibaret, bitmeyen bir ölümdür onlar için.
Kim ölü kim diri?
İnsanlar ahiret yurdundaki bu cehennem ölümünü de cennet diriliğini de dünya hayatında kazanıyor. Allah Tealâ ahirette, “Bu ateşten bir çıkış yolu yok mu?” çaresizliğine düçar olmamaları için kullarına bu dünyada çıkış yolları gösteriyor. Onlara ikram eylediği türlü nimetlerle ebedî diriliğe nail olmalarını sağlayacak yeniden doğuş, yeniden hayata dönme imkânı veriyor. Yani yeniden doğuş/diriliş için ahirette bir çıkış yolu yok ama bu dünyada var.
Şöyle düşünülebilir: Doğmak ve ölmek bizim elimizde değil. Üstelik dünyaya doğduk, hayattayız ve yaşıyoruz. Henüz ölmediğimize göre bu dünyada iken yeniden dirilmekten, yeniden doğmaktan, hayata dönmekten söz etmek doğru olabilir mi?
Bunun olabilirliğini anlamak için doğuma, ölüme, dirilişe, hayata dair anlayışımızı gözden geçirip düzeltmemiz gerekiyor. Mesela ölüm cesedin ölümünden ibaret değildir. Kur’an-ı Kerim’de kâfirler, inkârcılar, Efendimiz s.a.v.’in tebliğine kulaklarını tıkayanlar, ölü olarak tanımlanır. “(Ey Rasulüm!) Bil ki sen ölülere işittiremezsin. Arkasını dönüp (hızla senden) uzaklaşan sağırlara da davetini duyuramazsın.” (Neml 80) mealindeki ayet-i kerimede küfür ehli, ilahî ikaz ve hakikatler karşısındaki duyarsızlıkları sebebiyle “ölüler” diye anılmıştır.
Yâsîn suresinin 70. ayet-i kerimesinde mealen, “(Bu Kur’an) diri olanları uyarmak, kâfirlere de (azap) vaadinin (üzerlerine) hak olduğunu (bildirmek) içindir.” buyurulurken, vahye kulak verenler “diri olanlar” diye nitelenmekte, böylece ilahî hakikatleri duymak istemeyenlerin ölü sayıldıkları anlaşılmaktadır. “Ölü iken (hidayetle) dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında onunla yürüyecek bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp oradan çıkamayan kimse gibi olur mu?” (En’am 122) mealindeki ayet-i kerimede ise insanların hidayete ermezden önceki küfür ve inkâr hali yine ölüm haline benzetilmiştir.
O çağrıda dirilmek
En’am suresinin, “Sizi geceleyin ölü (gibi uyutan), gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm anı gelinceye kadar gündüzleri sizi (uyandırarak tekrar) dirilten O’dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O’nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir.” mealindeki 60. ayet-i kerimesinde ise uyku “vefat”, uyanmak ise “ba’s” kelimesiyle karşılanmıştır. Vefat ölüm demektir ve halk arasında uyku, “küçük ölüm” diye bilinir. Ba’s da âmentüdeki “Ba’sü ba’de’l-mevt: Öldükten sonra dirilmek” ibaresinden de hatırlanacağı üzere “dirilmek” manasına gelir. Ba’s ile, “Allah Tealâ’nın seçtiği bir kulunu peygamberlikle vazifelendirip kendisine vahyedilenleri insanlara tebliğ etmek üzere göndermesi” manasına “bi’set” aynı köktendir.
Bu demektir ki Hz. Peygamber s.a.v.’in tebliğini reddetmek, duymazdan gelmek yahut umursamamak “ölmek”; davetine icabet etmek ise “dirilmek”tir. Enfal suresinin 24. ayet-i kerimesinde bu hakikat mealen şöyle ifade buyurulur: “Ey iman edenler! (Peygamber) sizi, size hayat verecek/sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman Allah’a ve Rasulü’ne icabet edin. Bilin ki Allah, kişi ile kalbinin arasına girer (ve yine bilin ki) muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
Evet; dünya hayatını yaşarken “yeniden doğuş”, mecazî manada hem fertler hem de topluluklar için yeni bir başlangıçtır. Bir eskimişlik, atâlet (tembellik ve uyuşukluk), batâlet (avarelik), işe yaramazlık, hükümsüzlük, tepkisizlik veya duyarsızlık halinden kurtulmaktır. Hakikati idrake imkân veren bir uyanış, eskisinden farklı yeni bir hayata diriliştir.
Fakat ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi bu başlangıç, kurtuluş, uyanış ve dirilişin bir müslüman nezdinde “yeniden doğuş” kabul edilebilmesi için vahye muhatap olmakla, Efendimiz s.a.v.’e ittiba ile, hidayetle gerçekleşmesi; başlanılan yeni hayatın bu çizgide ve bu dünyada yaşanması şarttır.
Fırsat varken
Kul, ahiretini dünya hayatında kazanır. Cenab-ı Mevlâ doğruyu da yanlışı da göstermiş, imtihan mucibince tercihi bize bırakmıştır. Bir yanda Allah ve Rasulü’nün gösterdiği yol, diğer yanda nefsin ve şeytanın davet ettiği yol vardır. Biri felaha, diğeri helâke götürür. İnsanız, nisyan ile malûlüz. Bazen Elest Bezmi’ndeki ahdimizi de ahireti de unuttuğumuz olur. Beşeriyetimiz bizi şaşırtır; dünyanın metaına, nefsin hevâsına, şeytanın iğvasına kanıp istikametimizi kaybedebiliriz.
İşte yeniden doğuş, dünya hayatını yaşarken ecel gelmeden önce bu nisyan, şaşkınlık, gaflet ve dalâlet halini terk edip, fırsat elde iken Allah ve Rasulü’nün yoluna dönmektir.Çünkü Allah Tealâ mealen, “Sizlerden birine ölüm geldiğinde, ‘Ey Rabbim, (ne olurdu yaşamak için) bana biraz daha mühlet verseydin de infakta bulunup sâlihlerden olsaydım’ dememek için size verdiğimiz rızıktan (Allah için) tasadduk edin.” (Münafikûn 10) buyurarak, bizlere bu dünyada yaşadığımız her anın, aldığımız her nefesin yeniden doğuş için, yapmamız gereken doğruları yapmamız için bir fırsat, bir imkân, bir ikram olduğunu hatırlatır. Bununla da kalmaz, sonsuz rahmetinin nişanesi olarak af ve mağfiretine vesile mübarek zamanlar ihsan eder kullarına.
Böyle bir zaman dilimindeyiz. Günah kirinden arınmanın, istikametimizi düzeltmenin, daha yüksek ve faziletli bir hayata başlamanın, manevi dirilişin fırsatı mübarek Üç Aylar ile Kur’an-ı Kerim’de yeniden doğuşa misal gösterilen baharı bir arada yaşıyoruz. Eskiler böyle mazhariyetleri anlatmak için Nur suresinin 35. ayet-i kerimesindeki “nur üstüne nur” manasına gelen “nûrun alâ nûr” tabirini kullanırlardı. Bu nurlu, feyizli, bereketli vakitlerden istifade için bizi ebedi saadete ulaştıracak bir yeniden doğuşun, bu doğuş sonrasında yaşanacak daha yüksek ve faziletli hayatın imkân ve şartlarını bir kere daha hatırlamakta fayda vardır.
Kalbin yeniden doğuşu
Her doğuş bir dirilik, canlılık veya hayat bulmadır. Müslümana göre gerçek hayat yahut dirilik, zâhirî sebeplerin ötesinde, kalbin “Hayy” tecellisine mazhar olmasıyla husule gelir. Devamlılığı, kalbin her dem yenilenen bu tecelliyi yansıtabilecek letafetine yani bir nevi saydamlığına bağlıdır. Gerçi Allah Tealâ ile manevi bir irtibat merkezi olan kalp, aslı itibariyle latiftir. Akledebilmenin, hakikati görebilen manevi gözün, hakikati işitebilen manevi kulağın ve imanın mahallidir.
Fakat sahibinin işlediği günahlarla kararıp katılaşabilir. Tıpkı üzeri kirlenip paslanan bir aynanın kendisine akseden görüntüleri yansıtamaması gibi, ilahî tecellilere mazhar olma vasfını kaybeder. Böyle kararmış, kirlenmiş, iş göremez hale gelip tamamen devreden çıkmış bir kalbin sahibi Cenab-ı Hak’la irtibatını, dolayısıyla hüviyetini de kaybeder. Kim olduğunu, kulluğunu, niçin yaratıldığını, sorumluluklarını unutur. Fani olan dünya hayatına aldanır, ahireti hesaba katmaz, zevk ve keyif peşine düşer. Akledemediği, hakikati görüp işitemediği için küfür ve inkâr sapkınlığına batar.
Kur’an-ı Kerim böylelerini, beşer olarak canlılıklarını sürdürmelerine rağmen “ölü” diye niteliyor. Öyle ise kalbi böyle bir ölüme sürükleyen manevi kir ve hastalıklardan kurtarıp aslına döndürmek üzere saflaştırmak, bir yeniden doğuş demektir. Böyle bir doğuş, hayatın fani varlığımızın canlılığından ibaret olmadığını görüp, beşeriyetimizden âdemiyetimize, Rabb’imizin katındaki mükerrem mevkimize doğuştur. Topraktan yaratılan bedenimize yeniden ruh üflenmesi gibidir. Bu da nefha-i ilahîyi nefeslerinde taşıyan kalp ehli Allah dostlarının şifahanelerinde vaki olur.
Fıtrata dönmek
Rasul-i Ekrem s.a.v., “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar.” (Buhârî, Tefsir 2) buyurmuştur. “Fıtrat”, belli şeyleri kabule yatkınlık ve kabiliyetle donatılmış yaradılış, tabiat demektir. Kur’an tabiriyle varlığımızın başlangıçtaki “ahsen-i takvîm” (Tîn 4) halini, yani en güzel kıvamını ifade eder. Fıtrat, Ruhlar Âlemi’ndeki, “Belâ!” misakının nakşedildiği hakikatimizdir bizim.
Yukarıdaki hadis-i şerifin ikinci cümlesi, fıtratımızın bu ahdimizi hatırlamaya, böylece tevhid akidesini kabule, Rabbimizi tanımaya, kısaca İslâm’ı benimsemeye yatkın ve kabiliyetli olduğunu da anlatır. Bu sebeple bahse konu hadis-i şerifin ilk kısmı Türkçeye genellikle “Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” şeklinde aktarılmıştır.
Yine aynı hadis-i şerifte zamanla yakın çevrenin olumsuz etkisiyle yahut yanlış bir eğitimle, fıtratımızdaki Allah’a iman ve O’nun rızasına uygun yaşama kabiliyetinin perdelenebileceği, insanın misakını ve yaradılış maksadını unutarak küfre, inkâra, şirke, isyana ve günaha yönelebileceği haber verilir.
Şu halde bizleri günaha sevk eden, Rabbimize kulluktan alıkoyan, dalâlete düşüren ve neticede helâke sürükleyen bir felaketten felâha ve necata dönmek, fıtratımıza dönmekle mümkündür. Fıtrata dönmek; ümmîleşmek, yani annemizden doğduğumuz gibi bir safvet halini kuşanmak olduğundan bir yeniden doğuştur. Yaradılışımızdaki en güzel kıvamı yeniden bulmaktır. Ümmîleşmek; enaniyetten, “ben bilirim” ukalalığından kurtulmak, Allah ve Rasulü’nün bildirdiklerine muhalif her inanç, bilgi, fikir ve görüşe “lâ” diyebilmektir.
Bunun içindir ki “lâ” diye başlayan kelime-i tevhid, İslâm’la şereflenmenin, müslümanca bir hayata başlamanın ilk şartıdır. Bizim de dilimizden dökülen her kelime-i tevhid, fıtratımıza dönerek ümmîleştiğimizin, İslâm’ı ahkâmına uygun yaşama kararlılığımızın, yeniden doğduğumuzun ikrarı olmalıdır.
Yeniden doğuşun ilk adımı
Tevbe, kulun Allah Tealâ’nın razı olmadığı bir gidişattan pişmanlık duyup O’ndan bağışlanma dilemesi, samimiyet ve kararlılıkla O’nun razı olduğu istikamete dönmesidir. Kelimenin sözlükteki “dönme” manasından hareketle tevbeyi, “Bezm-i Elest’te Allah ile kul arasında yapılan ahdin tazelenmesi” veya “insanın fıtrat çizgisine dönmesi ve onu koruması” diye tarif edenler olmuştur.
Hz. Peygamber s.a.v., mebrur (kabul edilmiş) haccın yahut selamlaşıp Efendimiz s.a.v.’e salât u selâm okuyarak musafaha etmenin geçmiş günahların affına vesile olduğunu haber verdiği hadis-i şeriflerinde, af ve mağfiretle ulaşılan günahsızlık halini “anasından doğmuş gibi” nitelemesiyle ifade buyurur. Cuma hutbelerinden aşina olduğumuz, “Günahından tevbe eden sanki (hiç) günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd 30) hadis-i şerifinde de yine anasından yeni doğmuş çocuğun sabâvetine yahut günahsızlığına işaret bulabiliriz. Bu da demektir ki samimi bir tevbe ile affa mazhar olmak yeniden doğmak gibidir.
Fakat unutulmamalıdır ki kalp tasfiyesi ile, fıtrata dönmek suretiyle yahut tevbe ile yeniden doğuş; hata, yanlış ve günahlarla dolu eski hayatı terk edip sırat-ı müstakim üzere yeni bir hayata başlamanın imkânı olması hasebiyle anlamlı ve kıymetlidir. Yani öncekinden farklı, doğuş iradesini kaybetmeyen, doğru ve müspet bu yeni hayatın devamlılığı da esastır. Üstelik sürdürülmesi gereken bu hayat, insan dışındaki diğer canlılarda olduğu gibi sadece yiyip içmekle, nefes almakla, hareket etmekle kâim olan bir hayat değildir.
Allah Tealâ’nın eşref-i mahlukat olarak yarattığı insandan, elbette diğer canlılardan farklı, üstün, izzetli ve yeryüzü hilafetine uygun bir hayat beklenir. Böyle bir hayatın insanda tezahür etmesi gereken alâmetleri vardır.
Hayat zikrullahla kâim
Yeniden doğarak hayat bulmak, sürekli bir uyanıklık, bir bilinç ve fark etme halini kuşanıp buna göre davranmaktır. Er veya geç, bir gün biteceği muhakkak olan dünya hayatına aldanmamaktır. Ölümü akıldan çıkarmayıp ölümden sonrasına hazırlık yapmaktır. Dünyada işlediğimiz zerre miktarı iyiliğin de kötülüğün de hesabının sorulacağını bilmektir. Allah Tealâ’dan gafil olmamaktır.
Kur’an-ı Kerim’de “dünya hayatı” tabirinin “en aşağı, en alt basamaktaki hayat” manasına geldiğini söylemiştik. Kul, Cibril Hadisi’ndeki İslâm, iman, ihsan mertebelerinden her birine doğarak bu en aşağı hayat basamağından daha yukarıda, daha üstün bir hayata adım atar. Hayat kademeleri İslâm, iman ve ihsan mertebeleriyle yükseldikçe kulun hakikate vukufiyeti ve marifeti artar. “Allah Tealâ’yı görür gibi ibadet etmek ve biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğünü bilmek” diye tarif buyurulan “ihsan” mertebesindeki hayat, bu yüzden her müslümanın yeniden doğuşla ulaşmaya çalışması gereken hayat safhası olmalıdır. Çünkü bu dünyada yaşanabilecek en izzetli, en üstün hayat ihsan mertebesinde yaşanan hayattır. Yahut müslüman, hayat denince ihsan mertebesinde yaşanan hayatı anlamalıdır.
Allah Tealâ’yı görür gibi O’na ibadet etmek; daimî zikir halinde olmak, her an ve her yerde, her nefeste O’nu hatırlamaktır. Daimî zikir, ölümsüz bir hayatın idamesinin yegâne imkânıdır. Çünkü biz farkında olmasak da dirilik yahut canlılığımızı sağlayan her nefesimizde zikrullah vardır. Alıp verdiğimiz her nefes “hû” zamirinin aslı olan “güzel h”den ibarettir. Bu zikrin farkında olmamak, hiç zikretmemek yahut zikri kesmek demektir. Zikrin kesilmesi ölüme sebep olan nefesin kesilmesi gibidir; manevi hayatı bitirir. Nitekim insanı sorumsuzluğa, günaha, inkâra, küfre sürükleyen her yöneliş, zikrullahı terkle Allah Tealâ’yı unutmanın kaçınılmaz sonucudur.
Üç Aylar’da can suyu
Zikr-i daimî ile hayat sahibi olmak Yunus’un dediği gibi “her dem yeniden doğmak”, eskimemek, pörsümemek, sürekli yükselerek iki günü birbirine denk olmamaktır. Hep Huzur-ı İlahî’de bulunulduğu hatırda tutularak sürdürülen hayat, her hususta ölçüye, ciddiyete, edep erkâna titizlikle riayet edilen bir hayattır. “Hayâ” ile “hayat” kelimelerinin aynı kökten gelmesi, böyle bir hayatta laubalilik, ahlâksızlık ve edepsizliğe asla yer olmadığına delâlet eder.
Daimî zikir, hayatın idamesini şevkle, ihlâsla, huşû ile cân u gönülden yapılan ibadetlerde görmek demektir. Bu yüzden ezan-ı Muhammedî’deki “hayye ale’s-salâh, hayye ale’l-felâh” çağrıları günde beş vakit yeniden doğmaya, dirilmeye, gerçek hayata çağrıdır aynı zamanda.
Yeniden doğuşun, dirilişin, hakikate uyanışın mevsimindeyiz. Kalbimizi karartan günahlardan arınmayı, fıtratımızdaki saflığa temizliğe dönmeyi, tevbeyle yeniden Hakk’a yönelmeyi ilham edip kolaylaştıran mübarek zamanlardayız. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmeyebilir. Üç Aylar’ın âb-ı hayat sunan feyzinden istifade ile ebedî saadete vesile manevî bir diriliğe ulaşmak için yeniden iman etmeye, yeniden ahdine sâdık bir kul olmaya, yeniden doğmaya koyulalım inşallah.