Gerçek Müflis - GERÇEK İFLAS EDEN
Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayet ettiği bir hadiste sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) arkadaşlarına şu soruyu yöneltti: "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" Ashab, "Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Ümmetimin müflisi, kıyamet gününe; namaz, oruç ve zekât görevlerini yerine getirdiği halde, ona-buna sövmüş, iftira etmiş, şunun-bunun (haksız yere) malını yemiş, kanınım dökmüş , onu-bunu dövmüş olarak gelen kimsedir. Bu kişinin iyiliklerinin sevabından hak sahiplerine verilir. Borcu ödenmeden sevabı biterse, diğerlerinin günahları ona yüklenir, sonra da Cehenneme atılır" buyurdu. (Müslim, Birr, H. No: 59) ilk bakışta bu hadisten çıkartabileceğimiz anlam, Islâm’ın sadece belirli ibadetleri yerine getirmekle hakkı verilebilecek bir din olmadığı, Müslümanın da yalnızca bazı ritüelleri uygulayarak dinî görevlerini tamamlamış sayılmayacağı hususudur. Şüphesiz, namaz, oruç, zekât gibi ibadetler bu dinin temel rükünleridir. Ancak bunlar yoluyla insanın kazanması gereken güzel hasletler ortada yoksa, dinin nihaî amacı olan dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak güzel ahlâkın eseri o kimsede görülmüyorsa, Allah ve Rasûlü’nün hoşnutluğunu kazanmak mümkün değildir, insanları rahatsız ederek, haklarını gasb ederek, onurlarını rencide ederek, onlara zulmederek, iyi bir Müslüman olunamayacağı açıktır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle bu kimse müflistir. Çünkü Ahiret sermayesini denkleştirememiş, kazandıkları da hesap gününde borçlarına yetmemiştir. Hadisin manasını çok güzel kavrayan Yunus Emre bu gerçeği, yediden yetmişe herkesin anlayabileceği bir yalınlıkla şöyle ifade etmektedir:
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.
Hadisten çıkartabileceğimiz ikinci önemli husus, İslâm’ın toplum içinde yaşanacak bir din olduğu gerçeğidir. Cenab-ı Hak, elçileri aracılığıyla insanlara bazı kuralları, ilkeleri bildirmişse bunlar, bireysel olduğu kadar toplumsal hayatta da tezahür etmelidir. Kur’an’da ve Sünnette yer alan pek çok hüküm, insanlar arası ilişkileri düzenleyen kurallardır.
O halde din sadece zihinlerde ve gönüllerde yer alan ve hayata yansımadığı için de ne olduğu anlaşılamayan soyut bir kavram değildir. Öyle olsaydı Hz. Peygamber, başkalarına yapılan haksızlıkları, cehenneme götüren davranışlar ola rak nitelendirmezdi.
Çok iyi bilindiği gibi sevgili Peygamberimiz ömrünü, imanlı, ahlâklı ve erdemli bir toplum oluşturmak yolunda harcamıştır.
Çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı zulüm ve haksızlıklar bunun içindir. Risa- letten önce "hılfu’l-fudûl" cemiyetine katılırken de, Medine döneminde, "şimdi de böyle bir cemiyet olsa seve seve iştirak ederdim" derken de, hakkın ikamesi, zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılması idealini gerçekleştirmek için çalışmıştır.
İslâm, toplum içinde yaşanan bir din olduğu, Müslümanlar da "insanlığa örnek olacak hayırlı bir ümmet" (Âl-i imran, 110) oluşturmak durumunda oldukları için, toplumdan uzaklaşıp dünyaya sırt çevirerek yaşanan bir hayat dinimizce makbul sayılmamıştır. Çünkü bu, bir nevi sorumluluklardan kaçıştır. Kişinin, ailesine, yakınlarına ve çevresine karşı yükümlü olduğu görevlerinden uzaklaşmasıdır. O toplumdan uzaklaşmasına yol açan olumsuzluklara bîgâne kalarak, geride kalanlara yapabileceği katkıları göz ardı edip bencilce davranmasıdır. Onun için sevgili Peygamberimiz, toplumsal sorumluluğun önemini ve nemlazımcılığın tehlikeli sonucunu şu güzel örnekle insanlara anlatmıştır: "Allah Teala’nın çizdiği sınırlara riayet etmeyen kimse(ler), bir gemiyi altlı üstlü paylaşan şu topluluğa benzerler: Altta olanlar, su almak istedikleri zaman, üsttekilerin yanına çıkıp, "biz kendi yerimizi delerek su alsak da sizi (üsttekileri) rahatsız etmesek" deseler, onlar da bunları kendi hallerine bırakıp müdahale etmeseler, hepsi birlikte helak olurlar. Eğer mani olurlarsa, onlar da kendileri de hep birlikte kurtulmuş olurlar." (Buhari, Şerike, 6)
Hadis-i şeririn işaret. ettiği gibi, aslında, iadece milletler olarak değil, bütün bir insanlık olarak da aynı geminin içindeyiz. Bu gemide ister birbirimize, isterse gemiye zarar verelim, nihayet kendimize zarar vermiş olacağız. Birbirimizi öldürmek için geliştirdiğimiz silahlar, dünyaya hakim olmak için ürettiğimiz teknoloji ve bunun yol açtığı çevre kirliliği ve tahribatı sadece düşmanlarımızı değil, dönüp dolaşıp bizi de vuracaktır. Çünkü dünyayı; her seslenişimizin yankısını alacak, her darbemizin rüzgârında savrulacak kadar küçülttük. Rakîbe yaptığımız her salvo, bumerang gibi er geç suratımızda patlayacak. O halde insanlık olarak, Allah’ın kutlu elçilerinin sesine kulak verelim.
"Pervane gibi ateşe koşan bizleri o ateşten korumaya çalışan" (Müslim, Fedâil, H. No: 19) sevgili Peygamberimizin himayesine sığınalım. Müslümanlığımızın hakkını verebilmek için onun örnekliğini bir bütün olarak dikkate alalım. Zaman zaman şeklî ibadetlerimizin, Allah’a kullukta ve O’nun hoşnutluğunu kazanmada bizi hangi noktaya taşıdığının muhasebesini yapalım ve aksayan yönlerimizi başta zikrettiğimiz hadis ışığında yeniden gözden geçirerek, ebedi iflastan kurtulmanın yollarını arayalım.