İlahi Kamera Kayıtta iken
Bütün peygamberler, bu dünyadan ahirete doğru bir yolculuk olduğunu bildirdiler, biliyoruz.
Yaratılış var, ölüm var biliyoruz.
Yaratılış da elimizde değil, ölüm de biliyoruz.
Hayatı ve ölümü yaratan kudret, bu dünyanın bir imtihan alanı olduğunu bildirdi, biliyoruz.
İlahi bir kameranın her an en dakik, en ileri çözünürlükte kayıtlar yaptığını biliyoruz.
Allah yaptıklarımızı görüyor, söylediklerimizi işitiyor, biliyoruz.
Hemen yanıbaşımızda iki meleğin sürekli kayıt halinde, artılarımızı eksilerimizi kaydettiğini biliyoruz.
Allah’ın son elçisi (sallallahü aleyhi ve sellem)’nin, insana, Allah’ın seni hangi halde görmesini istemiyorsan onu yapmaktan kaçın anlamına “Allah’ı görüyormuş gibi yaşama” telkininde bulunduğunu biliyoruz.
Allah’ın kitabında “İnsan yarına ne gönderdiğine baksın” ihtarında bulunduğunu, çünkü “Yarın neyi yapıp neyi yapmadığının onun önüne konacağını” bildirdiğini biliyoruz.
Yani ölümden sonra bir diriliş olacağını, bir büyük muhakeme yapılacağını, orada, dünyada yapıp ettiklerimizin hesabının verileceğini biliyoruz.
Allah’a ve Ahirete iman etmenin, Kur’an’ın defalarca insanın gündemine sunduğu bir “Amentü çerçevesi” olduğunu biliyoruz. Kur’an’da buna ısrarla işaret edilmesinin, insanın yeryüzü macerasının tamamen “Allah’ın varlığı ve Ahiret planı” ile anlamlı hale geldiğini gösterdiğini biliyoruz.
Allah’a ve Ahirete imanı devreden çıkardığınızda, insanın yeryüzü varlığını izah etmenin imkansızlaşacağını biliyoruz.
Öyleyse yine biliyoruz ki insan, Allah ile ilişkisini ve Ahiret’te nasıl bir hayatla karşılaşacağını dikkate almadan bir dünya hayatı yaşayamaz.
Öyleyse yine biliyoruz ki, bizim Allah’ın gönderdiği elçiler ve ölçülerle ilişkimiz, Allah’a iman ve dünya hayatının hesabının sorulacağı hakikati ile içiçedir.
Elçiler ve Son Elçi... Yani Hazreti Muhammed sallahü aleyhi ve sellem.
İlahi Vahiyler ve Son vahiy. Yani Kur’an-ı Kerim.
Diyelim kelime-i şehadeti getirdik ve İslam dairesine girdik. Bu insanın, yaratılış hikmetini anlaması ve Yaratan’ın ondan istediği “insan kıvamı”nı kendi şahsında inşa etme sözünü vermesi demektir. Bir irade beyanıdır.
Kelime-i şehadet bir irade beyanıdır.
Amentü ise, yeni kişiliğin gergefinde şekilleneceği bir zihin ve kalb dokusudur.
Bir gün gelecek ve her birimize “Oku kitabını” denecek.
Kitap, bizim yeryüzü dosyamızdan ibaret. Görüntüler, yazılar, her türden kayıtlar, ne derseniz...
Kırmızı ışıkta geçerken mobese kayıtlarına girdik mi? Yola çıktığımızda böyle bir kaygıyı taşıyor muyuz? “Girilmez” olan Emniyet şeridinde seyahat ettik mi? Durulmaz yerde durduk mu? Ah şu mobese kayıtları?
Yüzlerin ak çıkması, kapkara çıkması... O da var Ahiret dosyası içinde...
Cennet var, alevli ateş var...
Allah’ın huzurunda durmak var, mahcubiyetten terlere boğulup erimek var.
Ana babamızdan, evladımızdan, eşimizden, kardeşlerimizden kaçmak var?
“Kaçacak yer var mı?” diye delik dersik aramak var.
Sırat’tan geçebilme sancısı var.
Cennete kavuşabilme heyecanı var.
Allah korusun, orada dünya - ahiret gerçeğini görememek gibi bir küfran içinde yakalanıp, “keşke toprak olsaydım” demek var.
Şimdi, durup bir kere daha kendimize bakma ve Ahiret hesabı dahil her şeyi yeniden düşünme zamanı.
Bildiklerimizle hayatımızı yeniden hesaba çekme zamanı.
Hasibû kable en tuhasebû – Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin.
Acaba yaptıklarımızı yarın Allah’ın huzurunda savunabilecek miyiz?
Esas soru bu.
Meşrulaştırdık, meşrulaştırdık, meşrulaştırdık.
Kişisel planda meşrulaştırdık, sözümona “hizmet grupları” planında meşrulaştırdık.
Savunabilecek miyiz Kalblere Hükmeden’in huzurunda?
Bin türlü gerekçe ürettik kendi içimizde. Ama ya kalbleri okuyan Rabbimiz, tüm bu gerekçelerin “boş, anlamsız, sahte, kendi kendimizi aldatma, şeytanın oyununa gelme” olduğuna hükmederse... “Nefsinize yonttunuz, grup nefsi için çalıştırdınız zihin mekanizmanızı” derse.
Orası mutlak şeffaflıklar dünyası.
Sapmalar yaşıyoruz hem ferdi hayatımızda hem gruplar planında.
Ölçüleri biliyoruz ama, nefsi hesaplar adına sündürüyoruz, çarpıtıyoruz, kanırtıyoruz, ve “bizim için uygun olan”ı Müslümanlığımızın hanesine yazmayı başarıyoruz.
Peki ya Ahiret planı?
Peki ya ilahi kriterlerden süzülme zamanı?
Likaullah’ı unutma!
Allah’ın huzuruna çıkacaksın.
Ama bugün Allah’ın zaten huzurunda olduğunu bilerek yaşarsan, yarın Allah’ın huzuruna çıktığında yüzün ak olur.
Bugün, likaullah’ı unutursan, hiç ölmeyecekmiş, yani hiç hesabı verilmeyecekmiş gibi bir hayat yaşarsan, bir gün hesap günü gelir, ve “amel defter”in eline verilir:
-Oku kitabını.
Allah Teala Kitabında defalarca, “Size elçiler gönderdik, uyardık” diye sesleniyor.
Duyabilene aşkolsun. Duyup da hayatını ona göre düzenleyene aşkolsun.
Muhmamed İkbal, bizim Mehmet Akif gibi bir İslam şairi, mütefekkiri... “Kaç bu müslümanlardan sığın Müslümanlığına” diyor. Yüreği yanıyor.
Mehmet Akif, “Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir, bilmem amma Müslümanlık galibe göklerdedir” diyor. Yürek yangını ile.
Biz de “Dünyaya İslam lazım, İslam’a da Müslümanlar lazım” diyoruz.
Var elhamdülillah Müslümanlar. Yok değil. Ama bir yandan da dünya Müslümanlığının İslam’ın temiz nasiyesini ortaya koyup koyamadığını sorgular vaziyetteyiz.
Dünya gündeminde “Terör”le, islami oluşumların içiçe geçtiği gibi korkunç bir gündem var.
Kendi ülkemiz dahil her İslam ülkesinde İslam’la bağlantılı olarak gündeme gelip, İslam’ın ölçülerinin günah diye tanımladığı işlerin içinde debelenen bir yığın yapı var.
Soruyorsunuz:
Allah’a ve Ahiret gününe inanan insanlar bunları nasıl yaparlar?
“İslam’ı istismar” gibi, “Allah’ın dini üzerinden rant sağlamak” gibi bir işin içinde olmanın, yarın Allah’ın huzurunda nasıl savunulacağı düşünülür?
O gün hiç gelmeyecek diye mi düşünülür? İman onun neresinde?
Allah görmez bunu, diye mi düşünülür? İman onun neresinde?
Yaptıklarımız yanımıza kar kalacak, diye mi düşünülür? “Göz kaş işaretlerinin bile yazıldığı” bilgisi nerede?
En başta, “biliyoruz, biliyoruz” diye sıraladığımız şeyler gerçekse, o bilginin imana ve o imanın hayata dönüşmesi diye bir hadise değil mi, bir dine mensup olmak?
Allah ile ilişkimiz... Ahirete olan imanımız. Müslümanlığımız...
Bir kısım insana, “İslam sizin hayatınızda ne kadarlık bir alanı kapsıyor?” diye sormak mümkün. Hani, bilgisi sınırlıdır, şudur budur... Mazeret olmasa da, anlamak mümkün ve “bilenler”in “bilmeyenler”e öğretme sorumluluğu içinde değerlendirmek mümkün.
Ya bildiği farzedilenlerin hayatında bin türlü teseyyüb varsa?
Sahabi gibi, bu ümmetin Peygamber aleyhissalatü vesselam’ın dizi dibinde, rahlesinde yetişmiş insanları bile, zaman zaman birbirlerine “Gelin bir saat iman edelim- Yani şu iman salabetimize bir bakalım” demişler. Kendilerinde münafıklık alameti bulunup bulunmadığından kaygılanmışlar... Çünkü hayatlarına bakmışlar ve onun Allah’ın huzurunda ak-pak çıkıp çıkmayacağından endişelenmişler.
Geri dönüşü yok oranın. Yeniden arınma ameliyesine girmek yok.
Ahireti yaşamışlar.
Vahiy henüz inmekte ve onlar “Yarın Allah Teala beni uyarır” diye, aile hayatında yanlışlar yapmaktan bile kaçınmışlar. Allah’ın görmesi – işitmesi o kadar diri onların dünyalarında.
Son nefese kadar Havf ve Reca – Korku ile Ümit arasında gidip gelmişler.
Dünya hayatının bir imtihan olduğu imanı, her saniyelerinin kalb hassasiyeti olmuş.
İslam’ın ilk tebliği “Allah’a ve ahirete iman” çerçevesinde gerçekleşmiş.
Yaratıcı, insanoğlunu, yeniden ana tema üzerinde düşünmeye davet ediyor Son Elçisinin şahsında...
-Yoktan varedildin. Sonlusun ve O’nun Zatı’ndan başka her şey fani. Yapıp ettiğinin hesabını vereceksin.
Zulmün hesabını vereceksin, haksızlığın hesabını vereceksin.
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta. Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” diye tanımlanan dünyaya geldi bu ikaz.
Bu ikaz bütün zamanlar için devam ediyor.
Mü’minler olarak maddeten ve manen birbirimizi öldürüp, etini çiğnediğimizde, hatta bunu tiksinmeden yaptığımızda da, vahyin sarsması isteniyor bizi.
Ne diyelim:
Gelin kalblerimize bakalım. Allah’ı görüyormuşuz gibi yaşıyor muyuz, hesabının mutlaka sorulacağı imanıyla, yarına ne gönderdiğimize bakıyor muyuz?
Tevbesine bile fırsat bulunamayacak durumlara düşmeden.
Ahmet Taşgetiren.