Müslümanın Zaman Disiplini
Dâvâ adamı ve mücadele insanı Hasan el-Bennâ’nın bir sözü var:
“Bir müslümanın yapacağı işler, vaktinden çok olmalıdır.”
Bu söz; yapacağımız işleri belirlerken, “buna vaktim yetmez!” bahanesine sığınmamamız gerektiğini öğütlüyor. Vakit disiplini ve plânlaması, bir Müslümanın hayatında mühim bir meseledir. Vakti plânlarken bol keseden vakit ayırabiliriz. Böylece, yapmamız gereken veya yapabileceğimiz nice işin üzerini çizmemize sebebiyet veririz.
Devir internetten randevu alma devri. Kimlik yenileme, pasaport çıkarma, hasta muayenesi vs. Büyük kolaylık. Fakat birkaç kez fark etmiştim ki, bu tarz randevuların iptali veya işin tahmin edilenden kısa sürmesi gibi durumlarda, aslında atalete de sebebiyet verebiliyor.
Meşgalelerimiz ile zamanımız arasında da buna benzer şekilde bağlantı var.
Fıkıh usulünde farz / vâcib ibadetleri, edâ edilmeleri gereken zamana göre tasnif ederler:
Vakitli ibadetler vardır. Belli bir vakitte edâ edilmesi gereken:
Bunlardan bazıları mudayyak / dar vakitlidir. Birim vakitte, aynı cins ibadetten ancak bir tane edâ edilebilen ibadetlerdir. Ramazan orucu gibi. Ramazan’da aynı zamanda başka bir oruç daha tutamazsınız. Fakat bu ibâdet de, senede bir aya tahsis edilmiştir.
Bazıları müvessa / geniş vakitlidir. Birim vakitte, aynı cins ibadetten birden fazla edâ edilebilen ibadetlerdir. Öğle vaktinde, öğle namazının farzı dışında daha nice ibâdetler yapabilirsiniz.
Bazı ibadetler ise belli bir vakte tahsis edilmemiştir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti sebebiyle geniş tutulmuştur fakat bu genişlik, yazımızda işlediğimiz ihmalkârlık devreye girerse, ciddî bir imtihan olur.
Meselâ Rabbimiz, hac yoluna güç yetirir yetirmez o yıl, hacca gitmek zorundasın demez. Fakat nasıl olsa son ödeme tarihi gelmedi, ertele erteleyebildiğin kadar da demez!..
Zekâtın ödenme vakti de böyledir. Zekâtın ait olduğu yıl ve mallar bellidir fakat ödenme vakti için bir son tarih konmamıştır.
Bir de umumî vazifeler vardır ki, onların edâsı hem her zamandır, hem de hiçbir zaman!..
Anne babaya iyiliğin zamanı ne zaman? Her zaman… Şimdi şu dakika? Hayır. Onun dengesini sen bulmalısın.
Zamansız ve Hudutsuz Ameller
Tebliğ, emr-i bi’l-mâruf, cihad, sıla-i rahim, evlât yetiştirme vb. sayısız vazife var ki, bunlara ne bir hudut ve nisap konmuş, ne de bir son ödeme tarihi. Her zaman yapılmalı, fakat hususî bir vakte tahsis edilmemiş. İşte müslümanın vazifeleri, zamanından fazla olması gereği burada özellikle ortaya çıkıyor.
Çünkü, geniş hudutlu İslâm dînine ait bütün vazifelerimizi, yerine getirmek arzusunda isek, neredeyse bütün vaktimizi tahsis etmemiz gerekiyor.
Meselâ;
Evlâtlarla ne zaman mı ilgilenmeli? Fırsat bulunan her zaman! Fırsatı bulabilmek için de aramak lâzım. Asla ertelememek, ihmal etmemek.
Muvakkat ibâdetleri kanıksayabiliyoruz. Onları âdet yerine gelsin, çevremiz görsün, iç tutarlılığımız zedelenmesin gibi kaygılarla da gerçekleştirebiliyoruz. Fakat asıl Müslümanlığımız bu geniş zamanlı ve ucu açık emirlerin edâsında ortaya çıkıyor.
Peki nasıl vakit yetecek?
Yetmeyecek…
Yetmeyecek ki mazur olabilelim.
“Feizâ ferağte fe’nsab” yani “Bir işi bitirince hemen başka bir işe koyul,”(İnşirah, 7) emri de bunu talim ediyor.
Vazifelerin çeşitliliği içinde, ferdî, içtimâî, ailevî… vazifelerimizi birbiri ardına dizersek, yemek, istirahat gibi zarurî hâller dışındaki her ânı, bir yönüyle vazifeyle alâkalı hâle getirebilirsek o zaman Rabbimiz’in “Vüs’atinizin / imkân ve kabiliyetlerinizin ötesini isteyecek şekilde mükellefiyetler yüklemem!” müjdesine, işte o zaman sığınabiliriz.
“Nasıl vakit yetecek?” diye düşünmeyeceğiz.
Yetmeyecek ki, acaba uykuya çok mu zaman ayırıyorum, acaba gece kalkıp ibâdet mi etsem diye bir dert içimizi kemirecek.
Yetmeyecek ki, mâlâyânî dediğimiz lüzumsuz uğraşları hayatımızdan çıkarmak, en azından azaltmak yönünde gayretlerimiz olacak. Bu muhafaza da aslında, insana, o vakitlerde yaptığı uğraşların faydasından çok daha fazla uhrevî katkı sağlar.
Yetmeyecek ki, ömrümüzün primetime’larını yani en değerli vakitlerini, en değerli meşgalelere sarf etme heyecanı ve şuuru bizde gelişecek.
Bu şuuru yakalayanlar, dopdolu görünen hayatlarında, bir hizmet, faaliyet fırsatı daha yakalasalar, hemen onu da sıkıştıracak bir yer bulurlar.
Bu şuura eremeyenler ise, mazeretlerde boğulurlar.
Aslında bu muhasebe, dînî hayatın dışında sanılan diğer sahalarda da çok işe yarar. Daha iyi bir öğretmen olamayan memurlar, aslında kendilerini geliştirme, mukaddes vazifelerini daha vasıflı hâle getirme yönünde yapabilecekleri şeyleri erteleyenlerdir.
Rabbimiz nasıl bize farz kıldığı emirleri, eda edilme zamanları bakımından çeşitlendirmişse, iş kanunları da çalışma şartlarında kolaylıklar sağlar. Meselâ bir öğretmenin maaşı karşılığı gireceği ders saati haftada 15’tir.
Fark ediliyor ki, bunu plânlayanlar, bir öğretmenin mesleğini en güzel şekilde yerine getirebilmesi için, verimli olabilmesi için kendisine, kendisini geliştirmeye, derse hazırlanmaya bir hayli zamana ihtiyacı olduğunu düşünmüşler.
Fakat öğretmenimiz bu gelişmeye ayrılan zamanı, tamamen meslek dışı hatta ilave bir iş gibi bir sahaya tahsis ediyorsa, ideal bir eğitimci olabilir mi? Aynı hususu, bu payın verildiği birçok mesleğe uygulayabiliriz.
İşten ziyade vazife tarafı ağır basan birçok meslekte, çalışana tanınan izin hakkı, zaruret hâlinde kişinin zor durumda kalmaması için verilir. Fakat sorumsuz kişiler, o “hakkı” sonuna kadar kullanmayı marifet bilirler. Hattâ izinleri kalmadığında başlarına bir zaruret gelirse, o zaman da “merhamet” beklerler. İşte ömrümüzü vazifelerimize yetiremeden tükettiğimizde düşeceğimiz hâl…
İşte bu bakış açısıyla şu kıssayı okuyup sözümüze son verebiliriz:
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir gün sabah namazını kıldıktan sonra ashâbına döndü. Onlara bir ferdî, iki de içtimâî sual sordu. Evvelâ;
“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” buyurdu.
Hazret-i Ömer radıyallâhu anh;
“–Yâ Rasûlâllah! Dün gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değilim.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh;
“–Dün gece ben oruç tutmayı düşündüm ve sabaha oruçlu olarak çıktım.” dedi.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz;
“–İçinizde bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?” buyurdu.
Hazret-i Ömer radıyallâhu anh;
“–Yâ Rasûlâllah! Sabah namazını kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık, nasıl hasta ziyaret edebilelim ki?” dedi.
Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh;
“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide doğru çıktığımda, bakayım durumu nasıl diye yolumu o tarafa uğratıverdim.” dedi.
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem;
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” buyurdu.
Hazret-i Ömer radıyallâhu anh;
“–Yâ Rasûlâllah! Namaz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık?!.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh ise;
“–Mescide girdiğimde, ihtiyacını arz eden birini gördüm. Oğlum Abdurrahman’ın elinde bir parça arpa ekmeği vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim.” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem;
“–Seni cennetle müjdelerim.” buyurdu.
Hazret-i Ömer bir iç çekti ve:
“–Âh cennet!” dedi.
Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem Hazret-i Ömer’i memnun edecek bir söz söyledi:
“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebûbekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164)