Cesaretin Var mı Teslim Olmaya
İslâmiyet’in esasları; îman, ibâdet, muâmelât, ukûbat ve güzel ahlâk diye hulâsa edilir. Bu listede geçmeyen fakat hepsine şâmil olan bir madde daha vardır:
Şahsiyet…
Her şey bir mü’min asâleti, bir mü’min şahsiyeti içinde tamamlanır.
Peygamberimiz bu hususu, ashâbına çok iyi öğretmiştir.
Onların îmânı, Peygamber Efendimiz’in öğrettiği îmandır. Peygamberimiz zamanında, toplumda iyi insan olarak bilinen şahsiyetler vardı. Câhiliyyenin kötülüklerine kendi çaplarında karşı duruyorlardı. Diri diri gömülmeye çalışılan kız evlâtları kurtarıyor, borçlulara yardım ediyor, ezilenlerin imdadına koşuyorlardı. Bir nevi mazlumlara yardım derneği olan Hılfu’l-Fudul (Fazîlet sahibi kişilerin yemini) çalışmasını hatırlayacaksınız. Peygamberimiz de katılmıştı.
Fakat İslâmiyet gelip de Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ın sesine ve nûruna insanları davet etmeye başladığında, bu nûrânî çağrının karşısında kara bir propaganda başladı. Alaylar, hakaretler, karalamalar, yıldırma çalışmaları. Muhtemelen Ebû Tâlib gibi bir vicdana bile hükmetti bu saldırılar. Gözü gibi sevdiği ve koruduğu yeğeninin dînine açıkça giremedi.
İşte o iyiler, o düzgün insanlar, Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem’in davetine en başta koşup gelmesi gereken kişilerden, mühim bir kısmı bunu göze alamadı.
İslâm binası, her şeyiyle hassas ayarlar üzerinde yükselecekti. Hassas bir şahsiyet ayarı. Her türlü alaya rağmen müslüman olabilmek!.. Her türlü hakarete rağmen Rasûlullah ile omuz omuza verebilecek bir çekirdek yapı… Sâbikûne’l-Evvelûn’un en mühim vasfı işte bu metaneti, bu mukavemeti ve bu şahsiyeti idi.
Bu mukavemeti gösteremeyen “iyi”lerin korkusunu bir âyet-i kerîme bizlere aktarıyor:
“Biz seninle beraber hidâyete / doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız, dediler.” (el-Kasas, 57)
Burada “seninle beraber” vurgusu çok mühim. İslâm’ı hidâyet olarak vasfetmeleri de onu vicdanen kabul ettiklerini göstermekte. Taberî, İbn-i Kesîr, Beğavî gibi müfessirlerin bildirdikleri üzere, bunlar;
“–Senin dediklerinin hak olduğunu biliyoruz. Fakat sana inanırsak bizi yaşatmazlar. Atalarının dînini terk etti bunlar diye, yurdumuzdan çıkarırlar.” diyen bir grup Mekkeliydi.
Cenâb-ı Hak onlara korkularının yersiz olduğunu belirterek cevap verdi:
“Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.” (Kasas, 57)
Hâlbuki, o korkanların dile getirdiği tehlike gerçekleşmiş, müslümanlar baskılar neticesinde önce Habeşistan sonra da Medine’ye hicret etmek durumunda kalmışlardı.
Fakat Cenâb-ı Hakk’ın dile getirdiği hakikat, daha ulvî bir çerçeveydi. Sonunda o metanetli, mukavemetli, şahsiyetli yiğitler, Mekke’yi fethettiler.
Mekke döneminin çileleri böylece, mühim bir şahsiyet filtresi / süzgeci oluşturmuş oldu.
Şahsiyeti, Peygamber Efendimiz, Medine’de ezân, aşure orucu vb. noktalarda da vurguladı. Namaza çağırmak için bir yöntem aradıkları zaman, kimi çan, kimi boru çalmayı teklif etti. Peygamber aleyhisselatu vesselam İslam dininin safiyetini korumak için, başka milletlere benzememe hassasiyetini dile getirdi.
Müslüman Şahsiyeti Kimseyi taklit etmemek…
İnsanın tabiatında, orijinal / aslî / özgün olmak arzusu vardır. Diğer taraftan güzel şahsiyetlere hayran olup, taklit etme temayülü de vardır.
İslâmiyet, bu ferdiyet ve şahsiyet vurgusuyla, müntesibini lâyık olmayan kişilerin hayranlığından kurtarır. Müslüman kendine ait değerlere sahip çıkacak, başkalarına özenmeyecek ki, bu din tahrif olmaktan korunup kıyamete kadar insanlığa hidayet rehberi olsun. Diğer taraftan şuuraltı veya şuurlu şekilde tatmin edilmesi gereken, taklit temâyülüne de, Peygamberler, Sıddîkler, şehidler, sâlihleri, nümûne-i imtisal / rol model olarak koyar.
Müslüman öyle bir şahsiyete sahip olacak ki, önüne çıkan, nefsine hoş gelen herhangi bir kişiyi taklit etmeyecek ama kendisini kemale eriştirecek hakiki rehberleri örnek alacak.
Tasavvufun daima, benliği, ferdiyeti sildiği iddiasını tekrarlıyorlar da, onun o süflî hayranlık ve taklitlerden nasıl kurtardığını söylemiyorlar.
Son senelerde challenge denilen denilen eğlencelik akımlar var. Challenge, meydan okuma demektir. Yani “Yapabilir misin, hadi yap bakalım!” diye insana meydan okuyan bir şeyler. Bir ara, bir hastalığa dikkat çekmek adına kafalarından aşağıya buz dolu bir kovayı geçirmişlerdi.
Bu meydan okumalar, ahlâksızlık, rezillik, insan haysiyetini ayaklar altına almak da olabiliyor. Bazen bir müddet hiç kıpırdamadan, hareketsiz durmak, kimi zaman daha abuk subuk şeyler. Aslında bu challenge’lar kısa bir video çekip, eğlenene kadar.
Yoksa gerçekten, Ahmed Yesevî Hazretlerinin, “63’ü geçtim, artık yerin üstünde dolaşmam, çilehanemde hayatıma ve irşadıma devam ederim,” demesi gibi örnek alınması kolay olmayan, yürek isteyen hakiki kahramanlıklar da değildir bunlar.
Hani gerçekten yürek isteyen bir meydan okuma nasıl olur, onu da Peygamberimiz’e ve sahâbî efendilerimizin hayatına bakıp öğrenmeli!..
Meselâ Peygamberimiz Rükâne adlı bir pehlivanı İslâm’a davet edince, o güçlü adam;
“–Yâ Muhammed! Sen beni güreşte yenersen Sana îmân ederim!” dedi.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “Ben Allah’ın Resulüyüm, diyorum. En kuvvetli güreşçi benim diye iddia etmiyorum ki,” demedi.
“–Ben gâlip gelirsem söylediklerimin hak olduğunu kabul eder misin?” diye sordu.
Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa aleyhisselamın sihirbazlarla musabaka için meydana çıktığında onların hünerleri halkın gözünü boyayınca, kalbinde biraz korku hissettiğini bildirir. (Ta Ha; 67) Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ise pehlivanın meydan okuması karşısında, Allah’ın yardımına tevekkül etti, hiç tereddüt etmeden meydan okumayı kabul etti. Bu da Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin o halim selim görünüşünün altında, Allah’a imandan aldığı cesaretin gizli olduğunu gösteriyor.
Nitekim Rükâne’nin;
“–Evet, Sen beni yenersen ben ya İslâm’ı kabûl ederim yahut da şu koyunlarım Sen’in olur! Ben Sen’i yenecek olursam Sen şu peygamberlik işinden vazgeçersin!” demesi üzerine güreşe tutuştular. Fahr-i Kâinât sallâllâhu aleyhi ve sellem onu tutar tutmaz yere yıkıverdi. Rükâne kendisini savunmaya kâdir olamadı.
“–Yâ Muhammed! Bir daha güreşelim!” dedi.
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem tekrar güreşti ve onu yine yendi. Rükâne;
“–Ey amcamın oğlu! Haydi bir kez daha güreşelim,” dedi.
Üçüncü kez de sırtı yere gelen Rükâne yine îmân etmedi. Peygamberimiz, Rükâne’nin îmân etmemesinden ve bu arada sarf ettiği bâzı sözlerden çok müteessir oldu. Ona;
“–Al git davarlarını!” buyurdu.
Bunun üzerine Rükâne:
“–Vallâhi Sen, benden daha hayırlı ve daha şereflisin!” dedi.
Rükâne radıyallâhu anh seneler sonra Mekke’nin fethinde müslüman olmuş, Medîne’ye giderek oraya yerleşmiştir. (İbn-i Hişâm, I, 418; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 236)
İşte Peygamber aleyhisselatu vesselamın az bilinen civanmertlik ahlakına bir örnek!
Sahabe aleyhisselatu vesselam da Rasul’e olan muhabbetle ondan aldıkları feyz ile onun ahlakına bürümüşlerdi.
Peygamberimiz sordu bir gün:
“–İçinizden kim gidip Kâbe’de müşriklere Kur’ân okur?”
Abdullah İbn-i Mes’ûd, bu teklife cân u gönülden;
“- Ben, yâ Rasûlallah!” dedi.
Kaynaklar, onu çelimsiz, ufak tefek bir insan olarak tasvir ediyor. Fakat yüreği dağlar gibiydi.
Kâbe’de müşriklere Kur’ân-ı Kerîm okudu. Fecî şekilde dövüldü.
Arkadaşları:
“–Zâten biz senin bu âkıbete uğramandan korkuyorduk!” dediler.
Abdullâh bin Mes’ûd ise;
“- Şu anda benim nazarımda onlardan daha hafif ve zayıf durumda olan hiç kimse yoktur! İsterseniz ben yarın da gider, onlara tekrar Kur’ân dinletebilirim!” dedi.
Arkadaşları;
“- Hayır! Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin. Sana bu kadarı yeter!” dediler. (İbn-i Hişâm, I 336-337)
Bir meydan okuma daha!
Ebû Zer radıyallâhu anh zuhur ettiğini öğrendiği yeni Peygamberi ve dîni öğrenmek için Mekke’ye gelmiş, Mescid-i Haram’da günlerce sabahlamıştı. Sonunda Hazret-i Ali’nin delâletiyle Efendimiz’le buluştu ve müslüman oldu. Peygamberimiz bu cesur ruhlu şahsiyete;
“–Ey Ebû Zerr! Şimdi bu işi Mekkelilerden gizli tut ve memleketine dön!” buyurdu.
“–Yâ Rasûlâllah! Ben dînimi açıklamak istiyorum.” dedi.
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi ve sellem;
“–Ben Mekkelilerin sana zarar vermelerinden endişe ediyorum!” buyurduysa da;
“–Yâ Rasûlallâh! Ben öldürüleceğimi bilsem de bunu muhakkak yapacağım.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz sükût etti.
Kureyşlilerin Mescid-i Harâm’da toplandıkları bir sırada oraya varıp yüksek sesle;
“–Ey Kureyş cemâati! Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh!” diyerek bağırdı.
Müşrikler:
“–Adam sapıttı! Adam sapıttı! Kalkın yürüyün şu dinsizin üzerine!” diyerek kalktılar ve onu öldüresiye dövdüler. O esnâda Allâh Rasûlü’nün amcası Abbâs yetişip onu ellerinden kurtardı.
Ertesi gün sabahleyin Mescid-i Harâm’da yine aynı hâdise tekerrür etti. Ebû Zer Hazretlerini, öldü zannedip bıraktılar. Kalkıp Allâh Rasûlü’nün yanına vardı. Efendimiz onun hâlini görünce;
“–Ben seni men etmemiş miydim?” buyurdu. O ise;
“–Yâ Rasûlallâh! Bu gönlümün bir arzusuydu, ben de yerine getirdim.” dedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Ahmed, V, 174)
İşte meydan okuma böyle olur. Kaydını melekler tutar, semâ ehli beğenir, Allah Teâlâ râzı olur.
Bu meydan okumalar, hak ve hakikatin yüceliğini perçinliyordu.
Kendisini müslüman oldu diye tokatlayan ağabeyi Ömer bin Hattâb’ın yüzüne karşı;
“–Yâ Ömer! Ne yaparsan yap! İstersen bizi öldür! Biz müslümanlıktan asla vazgeçmeyiz!..” diyen Fâtıma’nın celâdetidir, belki de ağabeyinin gönlünde hidâyet kıvılcımlarını ilk çakan…
O Hz Ömer ki güçlü bir şahıstı. Zayıf ve fakir müslüman arkadaşlarının çektiği çileleri görünce, o da ben de çekmeliyim bir şeyler dedi. Kapı kapı, Ebû Cehil’in, Velid’in evlerini dolaştı ve onlara müslüman olduğunu “müjdeledi.” Yüzlerine kapanan kapılardan bir îman zevki aldı. Tıpkı hicret ederken, ilân ettiği gibi:
“–İşte ben de Medîne’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vâdinin arkasında karşıma çıksın!”
Ancak hiç kimse bu meydan okumaya karşılık veremedi. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 152-153)
Peygamberimiz, ashâbının yarışma, öne çıkma, cesaretinin sınırlarını zorlama özelliğini daima bilemiştir. Uhud’da;
“–Bu kılıcın hakkını kim verir?” suâlini düşünün!..
Hayber’de;
“–Yarın bu kılıcı öyle bir kişiye vereceğim ki!” müjdesinin, o sahâbîleri nasıl da heyecanlandırdığını…
“–Bu mektubu kim götürür?” sualinin tebliğ mesajını,
Hem de sabah namazını müteakip;
“–Bugün bir yetim başı okşayan var mı?”
“–Bugün bir hasta ziyareti yapan var mı?”
“–Bugün bir fakiri doyuran var mı?” suallerini…
Meydan okumak, bu…
Meydan okumak, sırtında kadı kaftanıyla (bugünkü savcı / hâkim cübbesiyle) sokaklarda ciğer satmaktır.
Meydan okumak, Rum ateşine doğru, kaynar yağlara doğru yürüyüp surlara tırmanmaktır.
Meydan okumak; nefse, şeytana, zâlime ve tâğûta karşı olur.
Kardeşlere karşı tevâzu, mahviyet ve hiçlik gösterebilmektir asıl nefse meydan okumak… Bir hayrı gizleyebilmektir. Bir kusuru affedebilmek. Hiç olabilmeyi, bir isimsiz kahraman olmayı kabul edebilmek…
Ne mutlu erişebilene!..