Varlıkta Şükür Darlıkta Sabır
Aslında her durumda şükür ve sabır esas olmakla beraber, varlıkta şükür darlıkta sabır daha gerekli ve daha değerlidir. Zira insanlar genellikle nimet ve refaha kavuşunca nimetin sahibini unuturlar, darlığa düşünce sızlanıp feryat ederler. “Şüphesiz ki insan hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman feryat eder. Bir hayır dokunduğu zaman da cimrileşir, yoksula vermez.” (Meâric, 19-21)
Gerçek anlamda Allah’a ve ahirete inanmayan kimseler güç ve servet sahibi olduklarında azarlar, nimetin asıl sahibini unutup nimete taparlar. “Hayır, gerçekten insan kendini varlıklı görünce mutlaka azar.” (Alâk, 6-7)
Her şeyin Allah’tan geldiğine, varlığın ve darlığın bir imtihan sebebi olduğuna inananlar ise şükür ve sabrı elden bırakmazlar. Fakat böyleleri pek azdır. “Ey Dâvud ailesi: Şükretmek için çalışın. Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 13)
Şükür; yapılan iyiliğe karşı minnettarlık duymak, iyilik yapana söz ve fiille mukabelede bulunmak, teşekkürlerini sunmaktır. Buna Şükrân-ı nimet, aksine ise küfran-ı nimet denir.
Güç ve iktidar sahibi iken daima şükür üzere olanlara dair en çarpıcı örnek Hz. Süleyman’dır. Rüzgara, cinlere, hayvanlara, görülmemiş servete hükmeden Hz. Süleyman kuşların, karıncaların dilinden bile anlıyordu. Buna rağmen asla şımarmamış, kul olduğunu unutmamıştır.
“Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler” dedi. Süleyman onun bu sözüne gülümsedi ve “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimetlerine şükretmeye ve senin razı olacağın iyi işler yapmaya beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni iyi kullarımın arasına kat” dedi.” (Neml, 19)
Nemrud ve Firavun, sahip oldukları güç ve iktidar yüzünden şımardılar. Kârun, sahip olduğu servetin Allah’ın lütfu olduğunu unuttu. Kendi bilgi ve başarısıyla elde ettiğini ileri sürdü. Nankörlüğe dayanan bu tavırlar ne Nemrut’a, ne Firavun’a, ne de Kârun’a yaradı, hepsi de helak oldular. Nimet ve servetle şımaran toplumların akıbeti de aynı olmuştur.
Hz. Süleyman gibi, Hz. Yusuf (a.s.) da elde ettiği iktidarla şımarmadı. Her şeyin Mevlâ’nın lütfu olduğunu bilerek şükretti. İftira yüzünden girdiği hapisten çıkıp Mısır’a hakim olunca, annesi, babası ve kendisini kuyuya atan kardeşleriyle buluşunca Rabbine yönelerek şöyle dua etti: “Ey Rabbim! Sen bana hükümranlık verdin, rüyada görülen olanların tabirini bana öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim dostum sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyi kimseler arasına kat.” (Yusuf, 101)
Peygamberlerin şahı Hz. Muhammed (s.a.v.) de en ideal şekilde sıkıntılara sabretti, nimetlere karşı şükretti. Sürüldüğü Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken asla kibir alameti göstermedi. Mütevazı bir kul olarak girdi. “Allah için mütevazı olanı Allah yüceltir. Kibirli olanı ise alçaltır” buyurdu.
Ayakları şişinceye kadar gece namazı kıldı. Geçmiş ve gelecek günahları affedildiği halde niye kendini bu kadar hırpalıyorsun diyenlere: “Şükreden bir kul olmayayım mı?” cevabını verdi. Ayrıca şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Seni anmam, sana şükredebilmem ve sana en güzel şekilde ibadet edebilmem için bana yardım et.” (Nesâî, Sehv, 60)
Şükür nimeti, küfür azabı artırır. “Eğer şükrederseniz size nimetlerimi artırırım, şayet nankörlük yaparsanız azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 7)
Mevlâmızın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Her nimete bir teşekkür gerekir. Nefes alıp vermek bile en büyük nimet olduğuna göre Rabbimize karşı gereği şekilde şükretmek mümkün değildir, hiç olmazsa elden geldiğince şükredilmelidir. Zaten Mevlâmız da bunu istiyor.
Darlıkta sabra gelince; sabır zaten sıkıntı ve darlık anlarında gereklidir. Bolluk ve rahatlık anlarında sabra ihtiyaç yoktur. Sabır, zorluklara karşı direnme ve dayanma gücüdür. İmtihan için geldiğimiz dünyada, imtihanın gereği olarak pek çok sıkıntılarla karşı karşıya gelmemiz kaçınılmazdır. Rasûlullah’ın buyurduğu gibi; “Dünyada mutlak rahat yoktur.” Asıl kimlik ve kişiliğimiz, kulluğumuzun derecesi, samimiyet ve sadakatimiz zorluklar karşısındaki tavrımızla belli olur. Nitekim yüce Mevla şöyle buyuruyor: “Andolsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: Şüphesiz biz Allah’a âidiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” derler. (Bakara, 155-156)
Zafer sabırla elde edilir. Zorlukların kapısı sabır anahtarıyla açılır.
Üç türlü sabır vardır. 1- Musibetlere karşı, 2- Kulluğu devam ettirmede, 3- Haramlara karşı durabilmede.
Halis altın ateşte eritildiği zaman belli olur. İnsanın kalitesi de zorluklar karşısındaki direnciyle ortaya çıkar. Zorluklara karşı en büyük direnci peygamberler göstermiştir. İmtihanı en zor olanlar da onlardır.
Sa’d b. Ebi Vakkas’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre Sa’d şöyle diyor: Ya Rasûlallah! En şiddetli belâya maruz kalanlar kimlerdir? diye sordum. O da şöyle buyurdu:
“Peygamberlerdir. Sonra derecelerine göre arkadan gelenlerdir. Kişi dinindeki derecesine göre imtihana tâbi tutulur. Dindarlığı sağlamsa imtihanı ağır olur. Dindarlığı gevşekse ona göre imtihana tabi tutulur. Mümin, hiç bir hatası kalmayıncaya kadar yeryüzünde yaşadıkça bela onun peşini bırakmaz.” (İbn Mace, Hadis no: 4023)
Hz. Nuh, kavmini 950 sene usanmadan tevhide çağırdı. İbrahim (a.s.), karşı durmalarına rağmen babası ve kavmiyle uğraştı. Ateşe atılmayı göze aldı. Hz. Yusuf kardeşlerinin ihanetine, Aziz’in hanımı Züleyha’nın tuzağına maruz kaldı. Fakat imanı ve sabrı sayesinde Mısır’a hükümdar oldu. Bu makama nasıl ulaştığı sorulduğunda şöyle dediği rivayet olunur: Kuyudaki sabrım, hapishanenin darlığı, dostlardan ayrı düşmem ve vatandan uzak kalmam.
Hz. Musa ve Harun; Firavun ve şürekâsının tertiplerine karşı neler çektiler? Fakat sabırları sayesinde zafere ulaştılar. Hz. İsa, kendisine “Allah’ın oğlu” diyenlere, annesine iftira edenlere karşı nasıl mücadele etti? Yahya peygamber Yahudileri tevhide davet ettiği için şehit edilmiş, babası Zekeriyya (a.s.) testere ile biçilmişti.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ise başlı başına bir sabır örneğidir. Kendisiyle alay ettiler, üzerine pislik döktüler. Taif’in ayak takımı taşlayıp mübarek ayaklarını kanattılar. Buna rağmen onlara beddua etmedi. “Allah’ım! Kavmime hidayet eyle. Onlar gerçeği bilmiyorlar” diye dua etti.
Ashabı Kiramın çektikleri de az değildir. Bilal’in, Ammar b. Yasir’in, Sümeyye’nin, Habbab’ın maruz kaldığı işkenceler vicdanları sızlatacak ölçüdedir. İlk Müslümanların ambargoya tabi tutulmaları, açlığa mahkum edilmeleri, ağaç yaprağı yemeye mecbur bırakılmaları, çocuk feryatlarının uzaklardan duyulması ve bütün bunlara rağmen dik durmaları din uğruna gösterilen sabır ve direnişin destansı örnekleridir.
Habeşistan’a hicret esnasında, Akabe Biatlarında, Bedir’de, Uhud’da, Hendek Savaşında çekilen çilelere karşı gösterilen sabır ve metanet meyvelerini vermiş, tarihin gördüğü en parlak İslam Medeniyetinin kuruluşuna zemin teşkil etmiştir.
Sabır ve şükür müminlerin en bariz iki vasfı ve en kârlı kazanç yoludur. Mümin şükür ve sabır üzere oldukça daima kazançlıdır. Bu gerçeği sabır âbidesi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in dilinden dinleyelim:
“Mümin kişinin durumu ne kadar da şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mümine hastır. Sevineceği bir şeyle karşılaşırsa şükreder. Bu bir kazançtır. Üzüleceği bir durumla karşılaşsa sabreder. Bu da bir kazançtır.” (Müslim, Zühd, 64)
Mevla, her durumda şükredip sabredenlerden ve her hâlükârda kazananlardan eylesin.
Amin.