Günahta Ve Fesatta Yarışmak
Ne İçin Yarışmalı?
“Şüphe yok ki iyiler (ebrâr) tarifsiz nimetler içinde yüzecekler, ebedî huzur ve saadet makamında (Rablerine) bakacaklar, yüzlerinde sonsuz mutluluğun tarifsiz parıltısını göreceksin. Kişiye özel tarifsiz bir içecek ikram edilecek. O, içenin ağzında misk kokusu bırakacak, işte bu nedenle yarışmak isteyenler, artık bu uğurda yarışsınlar.” (83/Mutaffifîn, 22-26)
İyilere sunulacak olan nimetler, mükâfatlar, lütuflar böyle. Onların alacağı ödüllerin boyutunu hesap etmek mümkün değil. Bu öyle bir sonuçtur ki, bunu hiç bir göz görmemiş, hiç bir kulak duymamıştır. Dünyada bunun karşılığı, bir benzeri yoktur. Dünyada tadılan hiç bir mutluluk, hiç bir lezzet, hiç bir doyum, hiç bir başarı sevinci, hiç bir zafer bununla kıyas edilemez. İyilerin bu ödülü, daha üstün, daha büyük ve daha memnun edici, daha sahici ve ebedî…
Öyleyse yarışmak isteyenler, rekabet etmek isteyenler, doyumsuz bir başarıya ulaşmak isteyenler işte bu sonuç için yarışsınlar. Akılları varsa, düşünebiliyorlarsa. Sonucun güzelliğini görmek istiyorlarsa. Ebedî saadeti tatmak arzu ediyorlarsa.
Ama ne gezer? Bazıları için bu müjdeler söylentiden öteye geçmez.
Duymazlar, umursamalar, aldırmazlar. Zira onların önünde gözle görülebilen, elle dokunulabilen dünyalıklar vardır. Bizzat yaşadıkları veya tattıkları zevkler vardır. Onları daha hoş bulurlar ve gerçek sanırlar. Dolaysıyla yukarıdaki daveti işitmezler.
Daha da kötüsü böyleleri dünyalık hedefleri ve zevkleri için, sahici zannettikleri hedeflere ulaşmak için çizginin dışına çıkarlar, azgınlaşırlar:
“Onlardan bir çoğunun günâhta, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!” (5/Maide, 62)
Görünen odur ki, bırakın en şerefli makamlarda, en güzel karşılama ile kabul edilen, kendilerine sunulan tarifsiz misk kokulu içeceğe kavuşmak için çaba göstermeyi; bir de günâh işlemek üzere, haram yemek üzere yarışırlar. İyilikleri yaygınlaştırmada, güzellikleri çoğaltmadaki tatlı rekabet etmeye dönüp bakmazlar bile. Hâlbuki Kur’an; “... erdemi ve ilahî sorumluluk bilincini geliştirmede birbirinizle yardımlaşın, kötülüğü ve düşmanlığı artırmada değil; Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun…” (5/Maide, 2) diyerek insana yol gösteriyor.
Bir toplumda fesat yaygınlaşır, değerler yok olur ve kötülük her tarafı kaplarsa; pek çok kimse kötülükte, günâh ve düşmanlıkta yarışmaya başlar. Herkes mevcut olan fesadın seline kapılıp gider. İnsanların çoğu fesadın farkında bile olmazlar. Uğruna yarıştıkları şeyin kötü, zararlı, rezil olduğunu bilmezler. Söylense de kabul etmezler. Zira bu gibi toplumlarda; fesatlar, yanlışlar ve haramlar değer yerine konulmuş, ilâhi ölçüler, hak ve hakikat, sorumluluk bilinci ve ölüm korkusu unutulmuştur. Onlar yaptıklarının iyi bir şey olduğunu düşünürler. Kârlı olduklarını, kazandıklarını, hedeflerine ulaştıklarını, isteklerine kavuştuklarını hayal ederler. Kendilerine göre yarışırlar ve kazanırlar. Oysa "Yaptıkları şey ne kadar kötüdür." Zira yaptıkları şey fesadı artırmaktır. Günâh olan fiilleri yaygınlaştırmaktır. Haram işleri normalleştirmek veya haram yemektir. Bu alanda “geçme beni geçerim seni” mantığı işletilir, ilâhî ölçülerin çirkin, abes, rezalet, hata, günah, vebâl dediği pek çok fiil yaygınlaşır.
Kimileri günâh işlemekte, kimileri inkârda birbirleriyle yarışırlar. Arkasından helâl haram demeden yerler, kullanırlar.
Maslahat Yerine Mefsedet;
“Ey Peygamber! Hakikati inkârda birbirleriyle yarışanlardan dolayı üzülme: İşte onlar kalplerini Allah'ın temizlemek istemedikleridir. Onları bu dünyada zillet, öteki dünyada da korkunç bir azap bekler; onlar, her türlü yalana kulak kesilir, haram adına ne varsa ona yumulurlar...” (5/Maide, 41-42)
“Âyette geçen ‘Suht’ ismi, sehate, “[bir şeyi] tamamen yok etti” fiilinden türetilmiştir ve öncelikle “yıkıma götüren herhangi bir fiilde bulunma”yı gösterir, çünkü o fiil iğrençtir ve bu nedenle yasaklanmıştır.” (Lisânu'l-‘Arab, 7/133).
O halde söz konusu kelime, bizatihi kötü olan herhangi bir şeyi ifade eder. Yukarıdaki bağlamda, ekkâlûne li's-suht mübalağa ifadesi, “yasak olan her şeyi (yani, gayrimeşru kazancı) açgözlülükle tıkıştıranlar”ı, yahut daha doğrusu, “kötü olan her şeyin -yani, düşmanları tarafından Kur’an'ın etkisini yok etmek için uydurulmuş her yalan ifadenin- üstüne açgözlülükle atlayanlar”ı gösterir.” (M. Esed, Meâl s: 148)
Görülüyor ki onların çoğu hayırda yarışmaz. Tam tersine haram işlemekte, düşmanlık yapmakta, başkalarının malını haksız yere yemede gayretlidirler. Bu konuda adeta rekabet içindedirler. Böylelerine iyi niyetli demek mümkün mü? Gayri meşru olan her şeyi açgözlülükle tıkıştıranların, çıkarlarına uygun her şeye balıklama atlayanların, nefislerinin hoşuna giden şeylere yumulanların yürekleri nasıldır acaba?
Böylelerinin yüreklerinin ak pak olduğunu kim iddia edebilir? Daha fazla haram işlemek üzere yarış yapanlar nasıl temiz kalabilirler ki? İşi gücü, diğerinden daha fazla günâh işlemek, daha fazla haram yiyip şişmek, daha fazla fitneye sebep olmak olanlara iyi demek mümkün mü?
Kur’an-ı Kerim; yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, din ve dünyaya ait çıkarlarını zedelemeye fesat diyor. Bir şeyin faydalı olmaktan çıkıp zararlı olmaya başlaması fesat; bozan, bozgunculuk yapan, ifsat eden de müfsittir. İfsat eden şeylere, fesat’a sebep olan şeylerin hepsine ‘mefsedet’ denmiştir. Toplumun huzurunu bozmak, değerli olan şeyleri değersiz hale getirmek, hakları ihlâl etmek, insanları İslâmî hükümlerden uzaklaştırarak beden, aile, toplum ve sosyal hayat dengesini bozmak, haram ve günahların alabildiğine yaygın olması fesattır. Haksız yere kan akıtılması, tahrip edici savaşların çıkması, bazı insanların diğerlerinin yaptıkları yüzünden zarar görmesi, hatta çevre dengesinin bozulması fesattır.
Fesadın karşıtı sulh veya salah’tır. Sulh veya salah; iyi olma, düzelme, iyiliğe aracı olma anlamlarına gelir. Bunun çoğulu maslahattır. Maslahat, iyi olan halleri, düzelmeyi, faydalı olan şeyi ifade etmektedir. Kur’an ‘maslahat’ olan şeyleri tavsiye der veya emreder, maslahat yollarını gösterir, maslahatı elde etmenin imkânların takdim eder. Kur’an aynı zamanda ‘mefsedet’ olan şeylerden sakındırır veya haram eder. Mefsedete sebep olabilecek tehlikeleri gösterir.
Ama ne yazık ki kimileri kötülükte yarışmayı, mefsedet olan işlerle uğraşmayı kendine iş edinir. Hele böylelerin eline bir güç geçerse, artık onu kim durdurabilir ki?
“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatıyla ilgili bir sözü hoşunuza gider. Ve o kimse kalbinde olana Allah’ı tanık tutar. Halbuki o düşmanların en amansızıdır. O iş başına (velâyete) geldiği zaman yeryünde fesat çıkarmaya, ekini ve nesilleri mahvetmeye koşar. Allah ise fesadı sevmez.” (2/Bakara, 205–206) Siz bunu eline fırsat geçince diye de anlayabilirsiniz. Böyleleri gerçekten bir yerde yetki sahibi olunca, ellerine bir fırsat geçince, bir yerlerde bir şey yapabilme imkânı elde edince; bakarsınız ki hemen Kur’an’ın fesat dediği işlerin peşine koşarlar.
Ekini ve nesli, yani insanların geçim kaynaklarını ve yeni kuşakları ifsat etmeye, sömürmeye ya da istismar etmeye başlarlar. Haksız yere kazanç sağlamaya, onun bunun sırtından geçinmeye, hak etmeden çok şey elde etmeye yeltenirler. Kendi emellerine hizmet edecek kişilerin çok olmasını isterler. Bunun için de neslin bozulması, ifsat edilmesi gerekir.
Nasıl?
Günümüzde medya dediğimiz yazılı ve görsel basın, internet ve bütün iletişim araçları aslında birer maslahat veya mefsedet imkanlarıdır.
Fesadın/şirkin/batılın inşa ettiği bir kafanın elinde olan bu araçlar elbette fesada hizmet ederler. Bunlar vahyin/hakikatin/salah’ın inşa ettiği kafanın elinde olursa da maslahata hizmet etmesi mümkündür.Ya da herkes kendi mayasına göre bu araçları kullanır. Kimisi içindeki fesada ortak arar, onu yaygınlaştırmak veya başkalarını istismar için kullanır.
Islahtan/maslahattan yana olanlar bunların insana lütfedilen birer nimet olarak görürler. Dolaysıyla bu imkânları insanların hayrına kullanmak isterler. Bunları iyiliklerin ve güzelliklerin paylaşılması, yaygınlaştırılması, bilmeyenlere de ulaştırılması için birer imkan sayarlar. Zira böyleleri bilirler ki, güzellikler paylaşıldıkça çoğalır ve tadına varılır. Böyleleri bilirler ki iyilik ve takva konusunda yardımlaşma imanın gereğidir. Böyleleri bilirler ki bugün yeryüzünde herkes bu araçları kendi emellerine ulaşmak için kullanmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Kâfir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmezseniz) yeryüzünde bir fitne ve bir büyük fesat olur.” (8/Enfal,73)
Müfsitler fesat çıkarma işinde, yani günahları, yanlışları, batıl fikirleri yaygınlaştırmada birbirlerinin yardımcılarıdır. Öyleyse huzurunu bozan bu müfsitlere (fesatçılara) karşı ıslah edicilerin-muslihlerin (huzuru veya sulhu sağlayanların) işbirliği yapmaları gerekir. Eğer bunu yapmazlarsa yeryüzünde fitne ve fesat devam eder. Hatta daha da yaygınlaşır. Bu fitne ve fesat günün birinde fesada karşı kılını bile kıpırdatmayan kimseleri de vurur.
Ne yapmalı?
Kur’an şöyle buyuruyor:
"O aşırıların emrine uymayın.Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzenlik vermeyenler(in sözüyle hareket etmeyin).” (26/Şuara, 151-152)
Aşırı gidenlerin işini benimsemeyin, yoldan çıkanların tavrına uymayın, haddi aşanların yolunu izlemeyin, bozguncularla birlikte hareket etmeyin diye de anlamak mümkün. Bu tavsiyenin sadece inanç konusunda geçerli olduğunu düşünmek, sanırım âyetin kapsam alanını daraltmak anlamına gelir. Bu emir/tavsiye hayatın her alanında geçerlidir. İnançta, amelde, ahlâkta, ilişkilerde, değer yargılarında, yönetimde (hükmetmede) ve özellikle günümüzde medya karşısında.
Bugün medyanın büyük bir bölümünün müfsitlerin elinde olduğunu unutmamak gerekir. Bunların bütün işlerinin ve güçlerinin ‘ekini/geçim kaynaklarını ve nesilleri’ ifsat etmek olduğunu akılda tutmak gerekir. Bunlar her gün değil, her saat binlerce ifsat edici haberi, resmi, yazıyı, yorumu, belgeseli, eğlenceyi, magazini, asparagası, seviyesizliği, yalanı, abartıyı yaymaktadırlar. Okuyucuların/dinleyicilerin zihin dünyasının bunlarla oyalamaktadırlar.
Öyleyse bunlarla az muhatap olmalı, muhatap olunduğu zaman da seçici olmalı, bunların bu özelliği asla unutulmamalı. Verdikleri bütün haberlere peşinen inanmamalı, sağlamasını yaptıktan sonra, belki; inanmalı. Bu kesimin gazete ve dergilerine maddi katkı sağlamamalı, televizyonlarına sınırlı bakmalı, internet sitelerine hiç girilmemeli. Bunların karşısında pasif birer okuyucu/izleyici olmak yerine, aktif bir seçici, kendi tercihine hâkim olan birisi olmalı. Karşısındaki televizyonun –hangi program olursa olsun- bağımlısı olan kimse için, ‘iradesi elinde’ demek mümkün değildir. Hâlbuki her insan bir kişiliktir ve bu kişiliğini neyi nasıl seçeceğini bilerek gösterir.
Vahye gönül verenlerin hem kırmızıçizgileri vardır, hem de her alanda ölçüleri. Müslüman bir kimse bu ölçülere göre hareket eder. Her hareketinin bir anlamı ve sonucu olduğundan hareketle, asla müfsitlerin yollarını izlemez, tuzaklarına düşmez, avlarına yem olmaz. Bilindiği gibi bunlar bu ifsatlarına ‘halk böyle istiyor’ ayaklarıyla devam ediyorlar. En fazla yalan yazan gazete çok satıyorsa, en pespaye, seviyesiz, hatta her efendi insanın reddedeceği ahlâk sınırlarını zorlayan magazin ağırlıklı televizyonlar veya programlar çok müşteri buluyorsa, düşünmek gerekiyor.
Bunun için televizyon seyircisinin, gazete okuyucusunun, internet kullanıcısının seviyesinin yükselmesi gerekiyor. Çünkü basit, faydasız, malayani, hep nefse hitap eden, içi boş ve benzeri şeylerin tutkunu olanlarda seviye meselesi vardır. Eğer insana, insanın yüreğine, sosyal ve psikolojik hayatına, nesline ve malına, saadetine, inancına ve ahlâkına bir şey zarar veriyorsa, o ifsattır. Allah (cc) ne ifsadı, ne ifsat edicileri, ne de onlara yardım edenleri sevmez. “...ve Allah nasıl sana iyilikte bulunduysa, sen de [başkalarına] öyle iyilikte bulun ve sakın yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık çıkarmaya çalışma! Çünkü şüphesiz, Allah bozguncuları sevmez!” (28/Kasas, 77) Allah, Müslüman ümmeti nitelendirirken şöyle buyurmaktadır:
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız...” (3/Âl-i İmran, 110)
Kur’an yarışma üzere Allah’tan korkanlar için şöyle bir hedef gösteriyor:
“Allah'a ve Elçisi'ne tâbi olun ki rahmete nail olabilesiniz. Rabbinizin affına mazhar olmak ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar için hazırlanmış gökler ile yer kadar geniş bir cennete ulaşmak için birbirinizle yarışın!” (3/Âli İmran, 132)
Hüseyin Kerim Ece