HASED VE MÜNAFIKLIĞIN ÂFETLERİ
Allah’ımızın nimet taksimatı, “ihtiyaç ve imtihan” kanunlarına binaen müsâvâtsız ve dereceli olduğundan başkalarının nimetlerine karşı “imrenme”lerden başlayıp “hased” marazlarına kadar düşüldüğü malûmdur. Bu cihetle, haiz olmadığımız ve mahrum bulunduğumuz nimetlere karşı, umumiyetle gönül akışlarımız üç derecede tespit olunmuştur. “Gıpta, münafese ve hased.”
Bunlardan gıpta, yani, imrenme derecesi, başkasındaki nimetler karşısında sadece bir hayranlık ve arzulama duygusundan ibarettir ki, tamamıyla nefsî bir hâdisedir. Lâkin ikinci derece olan münafese; başkasındaki nimete karşı hayranlığın tabiî hududunu aşarak imrenmenin içlenme şekline girmesidir. Yâni başkalarının haiz olduğu nimetten kendisinin mahrumiyeti, nefsinde sızı ve iztırap şeklinde belirmesidir.
Meselâ, bir âlime veya servetini Allah yolunda kullanan bir zengine bakıp: “Ah, böyle bir ilim veya böyle bir zenginlik bende de olaydı!” diye kalbinin sızlaması, içinin yanması bir “münafese” dir.
“Münafese” denilen bu içlenme yâni “nefsanilik” duygusu yine kalplerde kalmak şartıyla mutlaka ahlâksızlık sayılmaz. Hattâ mahrum bulunduğumuz nimetlere karşı, erme ve kavuşma heyecanı olmak bakımından hayatî bir kıymet sermayesidir. Bir takım insanların gıpta ve içlenme heyecanlarıyla câhil iken âlim, fakir iken zengin oldukları görüle gelmiştir.
Fakat gıpta ve içlenme heyecanları, insanı, hayra doğru sevk etmez de nimet sahihlerine karşı menfaat hisleriyle menfî hareketlere sebep olursa; o zaman, korkunç bir illet olan hasedin ateşli ve zararlı hastalığına düşülmüş olur ki dinen ve ahlâken pek kötü bir durumdur.
Şu halde, “gıpta-imrenme” yalnız kalpte kalan ve tabiî bir hayranlıkla çerçevelenmiş nimet temayülü ve isteği olduğundan zararsızdır. Ancak, “şiddetli imrenme” şeklini aldığı takdirde münafeselere yâni içlenmelere, kalp sızılarına yol açar ki; bunda asıl hasede veya mahrum olduğu nimetlere varma hırsına merdiven teşkil eden iç acıları vardır.
Bu içlenmeler, nimetlere varılamamak acısıyla, aşırı bir hal alınca başkalarının nimet ve lezzetlerinden burkulmalar başlar. Bu burkulmalar, haset hastalığının mikrobudur ki; insanı, insanlık sıhhatinden uzaklaştırır, ahlâkî varlığımızı tehlikelere götürür.
Nefis tarlasına, şeytan eliyle ekilen bu fesat tohumları geliştikçe zehirli hayat mahsulleri baş gösterir. Düşmanlıklar, kıskançlıklar, münafıklıklar, çekiştirmeler, tahkirler, iftiralar, gıybet ve bühtanlar bu cümledendir.
Kalplerde, nimet sahiplerine karşı duyulan iç kırgınlıkları; hased hastalığının başladığını ve ilerlediğini belirten ilk alâmetlerdir ki; hayra yorulmaz. Allah’ın herhangi bir kuluna verdiği bir nimetten dolayı içi burkulan ve sızlayan bir kalp, Allah Zülcelâl’in hikmete müstenit nimet taksimine ve takdir programına rıza ve inkıyat göstermemiş olmakla karanlık bir isyan suçu içindedir. İşte hased yapısının ilk malzemesini bu menfî burkuntular, iç ateşleri teşkil eder.
Hased yapısının arsası, fesad ve nifaktır. Temelleri ise; “tabiat pisliği, riyaset muhabbeti, menfaat ihtirasları, kendini aşırı beğenme, kibir ve azamet” gibi kaba ahlâksızlıklardır.
Hasedin kökleri derin olduğundan bazı kimseler -hasedin içinde yüzdükleri halde- kendilerinde hased olmadığını sanırlar; tehlikeli hastalıklarının farkında değillerdir.
İnsanda hased illetinin mevcudiyetini belirten ilk alâmet; hased ettiği kimseden, nimetin zevalini bekleme hisleri içinde bulunmak; nimetin zevali vukuunda da kalp istirahatı, iç serinliği duymak, bayram havası yaşamaktır.
Hasetçi, hased ettiği kimseye karşı “kin, hainlik, intikam, hile, ayıplama, kötüleme” gibi aşağılık hisleri içinde çırpınır durur. İçi kötü niyet ve isteklerin kızgın pazarıdır. Ömrünün kıymetli saatlerini -miras yediler gibi- hülyalar, kuruntularla tüketir, nefesleri, alev saçar, ateş çeker.
Hayali, ateş bulutlarından kurtulmaz; çünkü hased ettiği kişinin nimet ateşleri içindedir.
Hased ettikleri kimseler, nimetlerinin sefâlarıyla hayattan kâm alırlarken, hasetçinin gönlünde taze yaralar açılır. Bu iç yaralarının kapanması cehennem küllerine kalmıştır.
Hasetçi, adetâ bir gam ve ateş hamalıdır ki; taşıdığı ağır ıztırap yükünün ücreti zebaniler tarafından ödenecektir. Ona, dünya azabı ve belâ yükü olarak kendi ateşi kâfidir; günleri, geceleri öz eliyle tutuşturduğu hasret cehenneminin alevleriyle parıl parıldır.
Hasedin en kısa tarifi, “Nimet sahibinin nimetinden gönlünce hoşlanmamak ve ondan zevalini arzulamaktır.” Hasedin, bu noktadan itibaren bir üst derecesi daha vardır ki; “nimetin, hased ettiği kimseden alınıp kendisine verilmesini istemek” şeklidir.
Hasedin bu derecesinde; nimeti, sahiplerine yakıştıramamak; Allah’ın hüküm ve takdirini beğenmemek ve hâşâ “yersiz bir taksim yaptın, neden bana değil de ona?” gibi kudreti, bir techil üslûbu vardır ki; ucu küfre dayanır. Onun için şair:
“Hased, bir manevî tâ’rîzdir eltâf-ı mevlâya” demiştir.
Bir de hasedin en korkunç ve hastalığın en ateşli zirvesini teşkil eden kısmı vardır ki; “Hased ettiği kişiden nimetin mutlaka alınması ve fakat kendisine de verilmemesini istemek” tir.
Yâni “ne bana, ne ona!” zihniyeti içinde kavrulmaktır. Hasedin bu son şekli, öyle bir belâ şâhikasıdır ki; şeytan oraya çıkabilse başı döner.
İşte, dinen memnu olan hased; bu dereceler içinde cereyan eden ahlâksızlıktır. Gıptadan yâni imrenme durumundan ötesi hased mevzuuna dâhildir. Hülâsa, kişinin nefsaniyet durumundaki hal ifadesi; “ah, bu nimet bende de olmalıydı!” demektir.
Hasedin birinci mertebesi, “bu nimet ona lâyık değildir; ondan alınmalı!”
İkinci mertebesi, “Bu nimet, neden bana değil de, ona? Ondan alınmalı, bana verilmeli:”
Üçüncü mertebesi ise, “Ne bana, ne ona!” şeklidir ki; en pisi bu durumdur.
Maamafih, “selef-i sâlihîn” yâni su katılmamış, eski mübarek dindarlar, dünya işlerinde imrenmeyi bile hoş görmezlerdi, çünkü imrenmelerde de nimet sahipleri üzerine düşürülmüş ince bir hased gölgesi sezilir. Keenne (Sanki) “Ona verdiği gibi bana da verseydi ne olurdu?” İstifhamıyla ilâhî taksime karşı bir hoşnutsuzluk ve Allah hükmüne bir nevi rızasızlık, hiç olmazsa kendi halini beğenmemek manzarası gösterilmiş oluyor.
Allah adamı için, bu kadarcığı bile hoş görülmüyor. Zira kâmil insan, hakîkî mü’min, ciddî Müslüman; başkalarının nimetinde göz ve gönül gezdirmeyendir. İmanlı kişiler; hallerine razı olmalı, Allah’ın kendilerine kaderiyle ayırdığı nimetlerle kanaat etmelidirler.
Kulluk böyle olur. Eskilerden bazılarının gıptayı da hased altında mütalâa etmeleri bundandır.
Haset, bütün kısımlarıyla alelıtlak iç âleminde kalıp azaya sirayet etmediği ve haricî tecavüzlere sebep olmadığı müddetçe zararı yalnız hasetçiye ait olur. Fakat, amelî tezahürlere uzanmayan pek az haset görülmüştür. Bundan dolayı hasedinin kendisini tedavi etmeğe çalışması, hayatî ve ahlâkî bîr vazifedir.
“Akıl, insaf, sabır, kanaat, hale rıza, kadere gönül yatırmak, mukadderat cilvelerine hürmet göstermek, âhiret nimetlerine dönmek” gibi mânevi ilâçlarla âfetleri, şiddetleri azaltılabilirse de külliyen tedavisi pek de mümkün olamamaktadır.
Çünkü haset, adetâ bir ruh kanserine benzer. Maneviyat hastahanesinde nur masasına uzatılıp inayet eliyle ruhî bir ameliyat geçirmedikçe ondan sıhhat âsârı beklenmez. Onun için Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Hazretlerinin ümmetinden en çok korktuğu şey; malın çoğalıp hasetleşmek neticesi zuhûr edecek olan çarpışmalardır. Dikkat edilirse ferd topluluğuna ait her kötülüğün haset kaynağından geldiği görülür. Belâların başı hasettir.
Haset tarihi pek eskidir.
İlk haset, şeytanın Hazreti Âdem Aleyhissalâtü Vesselâm’a secde etmemesi sûretinde vukûa gelmişti.
Ondan sonra Âdem Babamızın âsi oğlu Kabil’in sevimli kardeşi Hâbil’i öldürmesi, yine haset yüzünden olmuştu.
Hazreti Yakub Aleyhisselam’ın oğullarında alevlenen hased, Hazreti Yusuf Aleyhisselâm’ın kardeşleri tarafından kuyuya atılmasına ve babalarının kanlı yaşlar dökmesine yol açmıştı.
Birçok cinayetlerin hasede dayandığı bir hakikattir. Milletlerin idarî ve siyasî tarihlerindeki haset fitneleri, insanlık cephesinde musibet yangınları meydana getirmiştir. Mahvolan memleketlerin harabeleri haset hortlaklarıyla doludur. Demek ki haset, fertlerden başlayıp nihayet bir millet ve hattâ umûmî bir beşeriyet faciası olmak istidadıyla genişleyen, yayılan, yakan yıkan, kurutan bir ateş rüzgârıdır. Bu cihetledir ki, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz haset âfetine “Da’ül ümem-Milletler marazı” adını vermişlerdir. Artık bu kara musîbetin acı neticelerini hesaba katarak hasetleşmelerden uzaklaşmamız zaruridir.
İmanlı gönüller baharı, rûhânî muhabbetlerle tüllenir. İlâhî, ahlâkî, millî, vatanî birlik neşeleri, mânevi rabıtalarda gizlidir.
Cemaat rahmet, ayrılık azaptır. Elden çıkacak bir dünyanın fânî nimetleriyle aldanıp ebedî müstakbel saadetlerden mahrum kalmak mü’minlerin ileri görüşlerine yakışmaz. Cennet bahçelerini, hazan bahçeleriyle değişmeyelim.
İmansızlıklardan, ahlâksızlıklardan, hususiyle nifak ve hasetlerden şiddetle sakınalım.
Birbirimize insanca, Müslümanca sarılalım! İyi bilmek gerektir ki; Allah’ın lûtf ü ihsanını önleyecek bir kuvvet yoktur. Allah kullarını hainlerin hilelerinden, hasetçilerin afetlerinden yine Allah korur.
Her türlü fitnelerden ve fitnecilerden Allah’a sığınır, ondan inâyet bekleriz. Allah, mü’minlerin velisidir.[1]
-------------------------------------------------------------
[1] Bu makale Merhûm Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın “Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler” (Kalem Yayınevi, 2010, İstanbul) isimli eserinden alınmıştır.