Savaşımız Nefis İledir
Hz. Peygamber Efendimizin en son katıldığı savaş, Tebük Seferi’dir. Tebük Seferi, Hz. Peygamber’in, 9/630 yılında Bizans İmparatorluğu’na karşı düzenlediği bir gazâdır. Tebük, Medine-Suriye ticaret yolu üzerinde Medine’ye yedi yüz yetmiş sekiz kilometre uzaklıkta bulunan eski bir şehirdir. Hz. Peygamber ve İslâm ordusu, Tebük Seferi esnasında büyük güçlükler ve sıkıntılarla karşılaştıkları için bu zaman dilimine Kur’ân-ı Kerim’de “sâatü’l-üsre” (güçlük zamanı) denilmiştir (et-Tevbe, 9/117). Sefere katılan orduya “ceyşü’l-üsre” (zorluk ordusu), bu sefere de “gazvetü’l-üsre” (çetin savaş) adı verilmiştir.
Hz. Peygamber Efendimiz, Ekim ayının sonuna doğru çıktığı bu seferden Aralık ayının ilk günlerinde Medine’ye döndü. Düşman, İslâm ordusunun karşısına çıkmaya cesaret edemediği için herhangi bir vuruşma olmadı. Vuruşma olmadığı için her iki tarafın da can kaybı olmadı. Yaklaşık elli gün süren bu yolculuktan geriye çok hâtıralar kaldı. Biz, konumuzla ilgili olanı seçeceğiz.
Gidiş ve dönüşte yaklaşık bin beş yüz kilometre yol alan İslâm ordusunun Medine’ye dönüşlerinde saçları birbirine karışmış, üstleri başları perişan, zayıflamış ve âdeta şekilleri değişmişti. Bu görüntü, yolculuğun zorluğunu göstermesi açısından yeterliydi. İşte tam bu sırada Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” Bunu duyan sahâbîler, hayretle “Ey Allah’ın Elçisi! Halimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd mı var?” dediklerinde Efendimiz şöyle buyurdu: “Evet var! En büyük cihâd nefisle yapılan cihâddır.” (Gazzâlî, İhyâ, III,10; Aliyyü’l-Kârî, el-Esrârü’l-merfûa, s. 206-207). Bu hadisin bazı âlimler tarafından zayıf, hatta uydurma olduğu ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücâhid, nefsiyle cihâd edendir.”
(Tirmizî, Fedâilü’l-cihâd, 2) meâlindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihâdının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihâda nisbetle asıl olduğunu, Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihâd edemeyen kimsenin düşmanla cihâd edemeyeceğini belirtir (Zâdü’l-meâd, II, 38).
Aslında “Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz” hadisini mânâsı şudur: “İman ettik, cihâd yaptık, gazâ şerefiyle şereflendik, belki biraz ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize rahat ve gevşemenin çökme ihtimali söz konusudur. Hatta bazılarımızın nefsine kendini beğenmişlik duygusu bile gelebilir.
Veya daha başka yollarla nefs-i emmâre, ruhumuza girip onu bozabilir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır düşüncesiyle daha bir gerilime geçerek sürekli tetikte bulunmak gerekecektir.
Bu sözün muhâtabı sahâbeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizler olsa gerektir. Dolayısıyla bu ölçüye çok dikkat etmemiz gerekecektir. Eğer bir insan cihâdı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve iç dünyasını denetlemeyi ihmal ediyorsa o insan, tehlike sınırları içerisinde dolaşıyor demektir.
Küçük cihâd, dinin emirlerini fiilen yerine getirmektir.
Büyük cihâd ise, kin nefret, hased, enâniyet, kibir gibi nefis mekanizmasına ait ne kadar yıkıcı, tahrib edici ve insânî kemâlattan alıkoyucu duygu ve düşünce varsa, bütününe karşı birden kavga ilân etmektir ki, hakikaten zor ve çetin bir cihâddır. Bu sebeple de ona “büyük cihâd” denilmiştir.
Küçük cihâd, bir mânâda maddîdir. Manevî cepheyi teşkil eden büyük cihâd ise, insanın iç âlemiyle ve nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifâ edildiği zaman istenilen denge kurulmuş olur. Aksine bunlardan birisi eksik olduğu zaman cihâd esprisindeki denge bozulur. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Elbette nefsini arıtıp temizleyen kurtulmuştur. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir.”
(eş-Şems, 91/9-10) Nefsin her türlü kir ve pislikten arıtılması ve temizlenmesi de tasavvuf ile oluyor.
Düşmanla yapılan savaş fıkhın konusu, nefisle yapılan mücâhede de tasavvufun konusudur. Düşmanla yapılacak bir savaş için nasıl hazırlık gerekirse nefisle yapılacak cihâd için de hazırlık yapmak gerekir.
Düşmanla yapılan savaşta nasıl uyanık olmak gerekirse nefisle yapılan cihâdda daha çok uyanık olmak gerekir. Düşmanla yapılan savaşta, nasıl düşmanın hile ve aldatmaları olursa nefisle yapılan savaşta da nefsin çok yaman hile ve desiseleri vardır. Bunlara karşı çok uyanık olmak gerekir. Uyanık olmayanların ayakları anında kayar.
Cihâd kelimesi geniş kapsamlı bir kelimedir. Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok “müslüman olmayanlarla savaş” anlamındaki cihâda ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir mahiyet arzetmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler “kitâbü’l-cihâd” (veya kitâbü’s-siyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücâhede şeklindeki cihâdla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihâdın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihâda yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur’an ve Sünnet’te ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır.
Nefis, insanın içindeki düşmanıdır. Bu düşman, hayat boyu insanla beraber yaşayan bir düşmandır.
Savaştaki düşman ölmekle, teslim olmakla veya yenilgi ile devre dışı bırakılabilir ama nefis öyle değildir. Nefsi öldürmek veya devre dışı bırakmak mümkün değildir, o devamlı bizimle beraberdir; hiçbir zamanda ellerini kaldırıp da bize teslim olmaz. O, çok âsîdir, çok inattır ve çok serkeştir. Onun dizginini iyice ve sağlamca tutup yanlış yollara sapmasını önlemek en büyük cihâddır. Bu, hayat boyu devam eden kesintisiz bir cihâddır.
Müslüman, nefsini terbiye ederek ve rûhunu besleyerek kemâl derecesine ulaşır. İçinde yaşadığımız bu dünyada karşılaştığımız her şey, her olay ve her şahıs nefsimizi azdırmak ve ruhumuzu aç bırakmak için yarış halindeyken, buna bir de bizim dikkatsizliğimiz eklenirse o zaman halimiz nice olur, gelin bunu birlikte düşünelim. Düşünelim de kendimize yazık etmeyelim.