* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Cihad Fetih ve İstanbul'un Fethi  (Okunma sayısı 234 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Cihad Fetih ve İstanbul'un Fethi
« : Eylül 20, 2020, 08:32:43 ÖÖ »
Cihad Fetih ve İstanbul'un Fethi

Cihad, Arapça "C-H-D" "Cehd" kökünden gelir.

Lügatte cehd; gayret etmek, güç yetirmek, meşakkat çekmek  anlamlarına gelir.

Terim manası, maksada ve belirlenen hedefe ulaşmak için gayret sarf etmek anlamına gelir. Bu da meşakkat ve sıkıntılara sabır göstererek nefisle, şeytanla, ahlaksızlık olan fısk ve sefahatle, kötülüklerle ve zulümle her nevi mücadeleyi yapmak demektir.

Dini ıstılah olarak cihad, ilây-ı kelimetullah için hak ve hakikat düşmanları ile mücadele etmek ve bunun için cehd ve gayret sarf etmektir.

İlimde çok cehd ve gayret göstererek içtihad yapacak dereceye gelen bilgine "müçtehit" denir. Böylece dinde cihad "Allah için, Allah yolunda gayret göstermek, dini tebliğ ve irşadda Kur'an'ın gösterdiği ve Allah Resulünün takip ettiği yolda son derece gayretli hareket ederek din-i İslam'a hizmet etmek" anlamına gelmektedir.

Cihadın Önemi

‏"‏ مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُ وَلَمْ يُحَدِّثْ بِهِ نَفْسَهُ مَاتَ عَلَى شُعْبَةٍ مِنْ نِفَاقٍ ‏"‏ ‏‏

Ebu Hureyre (r.a)'den naklen, Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Bir kimse gaza etmeyerek ve cihada gitmeyi gönülden geçirmeyerek ölürse bir nevi nifak üzere ölür". (Müslim, İmare, 47/5040)

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قِيلَ لِلنَّبِيِّ (صعلم) مَا يَعْدِلُ الْجِهَادَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ قَالَ ‏"‏ لاَ تَسْتَطِيعُونَهُ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ فَأَعَادُوا عَلَيْهِ مَرَّتَيْنِ أَوْ ثَلاَثًا كُلُّ ذَلِكَ يَقُولُ ‏"‏ لاَ تَسْتَطِيعُونَهُ ‏"‏ ‏.‏ وَقَالَ فِي الثَّالِثَةِ ‏"‏ مَثَلُ الْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ الصَّائِمِ الْقَائِمِ الْقَانِتِ بِآيَاتِ اللَّهِ لاَ يَفْتُرُ مِنْ صِيَامٍ وَلاَ صَلاَةٍ حَتَّى يَرْجِعَ الْمُجَاهِدُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ تَعَالَى ‏"‏ ‏.‏

Ebu Hureyre (r.a) den, Allah Rasulü (s.a.v) ne: Hangi ibadet Allah yolundaki cihada muadildir diye sordular: Rasulullah(s.a.v): "Siz ona denk ibadeti yapamazsınız" buyurdu. Bu soruyu iki veya üç defa tekrarladılar. Rasulullah (a.s): "Ona denk ibadeti yapamazsınız" diye sözünü tekrarladı. Ve sonra "Allah yolunda savaşan bir mücahidin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri  namaz kılıp Kur'an okumakla geçiren ve Allah yolunda cihad edenler dönünceye kadar bu ibadetlerinde zerre kadar fütur getirmeyen kimse gibidir" buyurdu. (Müslim, İmare, 29/4977)

قَالَ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مَسْعُودٍ (رع)  سَأَلْتُ رَسُولَ اللَّهِ (صعلم) قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَىُّ الْعَمَلِ أَفْضَلُ قَالَ ‏"‏ الصَّلاَةُ عَلَى مِيقَاتِهَا ‏"‏‏.‏ قُلْتُ ثُمَّ أَىٌّ‏.‏ قَالَ ‏"‏ ثُمَّ بِرُّ الْوَالِدَيْنِ ‏"‏‏.‏ قُلْتُ ثُمَّ أَىٌّ قَالَ ‏"‏ الْجِهَادُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ‏"‏‏.‏ فَسَكَتُّ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ (صعلم) وَلَوِ اسْتَزَدْتُهُ لَزَادَنِي‏.‏

"Peygamber (s.a.s.) Efendimize: “Allah'ın katında en sevgili amel hangisidir?” diye sordum, Peygamber (s.a.s.): “Vaktinde edâ olunan namazdır” buyurdu. “Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir? dedim. “Ana-babaya iyilik etmektir” buyurdu. “Sonra hangisidir?” dedim. “Allah yolunda cihaddır” buyurdular. (Buhârî, Mevâkît 5, Cihad 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, İman 137-139; Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51)

Cihada İzin Verilmesi

Medine döneminde hicretin birinci senesinde cihada izin verilmemiş, ancak ikinci senesinde izin verilmiştir. Bu izin de mutlak değil, şartlıdır. Konu ile ilgili âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ {39} الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُم بِبَعْضٍ لَّهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيراً وَلَيَنصُرَنَّ اللَّهُ مَن يَنصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ

“Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebiyle savaşmak için izin verildi. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. Onlar başka değil sırf, “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için tamamen haksız yere yerlerinden yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanların kötülüklerini diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Dinine yardım edene Allah da muhakkak yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir.” (Hac, 22/39-40)

Cihada / savaşa izin verilmesiyle ilgili bu iki ayetteki iki hususa dikkat çekmek istiyoruz:

1- Dikkat edilirse ayette cihada / savaşa mutlak olarak izin verilmediği ancak, “zulme uğramaları sebebiyle izin verildiği” belirtilmektedir.

 Demek ki İslâm’da savaşın meşru amaçlarından biri zulmü, haksızlığı ortadan kaldırmak içindir. Öyle ise İslâm’da savaş başkalarına zulmetmek için değil, yapılan zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmak için meşru kılınmıştır. Onun için savaşta düşmana zulmedilmez, savaşmayan yaşlılara, kadınlara, çocuklara, din adamlarına, mabetlere dokunulmaz. Dinimizde savaşta haddi aşmak da doğru görülmemiştir. Nitekim bu hususta Kur’an’da;

فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

“Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, kendi rızasına uygun hareket edenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/194) buyurulur.

2- Ayette cihada izin verilmesiyle ilgili olarak dikkatimizi çeken ikinci husus da, din hürriyetiyle ilgilidir. Ayetin;

الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَن يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ

“Onlar başka değil, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için tamamen haksız yere yerlerinden yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” bölümünden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. İslâm’a göre, insanlara din serbestçe anlatılabilmeli, onlar da kendi hür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmeliler. Buna mani olunmamalı, din hürriyetinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kur’an’da açıkça belirtildiği gibi dinde zorlama yoktur.

Barış Dini

Buraya kadar yazdıklarımızdan açıkça anlaşılacağı üzere İslâm barış dinidir. Çünkü ‘İslâm’ Arapça’da barış demek olan ‘silm’ kökünden gelmektedir. Buna göre İslâm’ın bir anlamı da barış ve güvenlik demektir. Nitekim Bakara Suresinin 206’ıncı âyetinde şöyle buyurulur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ ادْخُلُواْ فِي السِّلْمِ كَآفَّةً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

“Ey iman edenler! “Hepiniz toptan silme/barış dini olan İslâm’a girin de şeytanın adımlarının peşinden gitmeyin. Çünkü o sizin aranızı açan apaçık bir düşmandır.”

Barış ve esenlik anlamındaki ‘selam’ da bu kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “es-selam”dır. Cennete de ‘daru’s-selam/ barış yurdu’ denir.

وَاللّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ وَيَهْدِي مَن يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

“Allah kullarını daru’s-selama/ barış yurdu olan cennete çağırıyor.” (Yunus, 10/25)

Dünyada müminlerin birbirleriyle karşılaştıkları zaman ilk sözleri de ‘selam’dır. Bununla birbirlerine barış ve esenlik dilerler. Cennette de ilk sözleri selam olacaktır. Kur'an-ı Kerim’de bir çok ayette mümin1er barışa davet edilerek şöyle buyurulur:

وَالصُّلْحُ خَيْرٌ

“Barış daha hayırlıdır.” (Nisa, 4/128)

فَإِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَأَلْقَوْاْ إِلَيْكُمُ السَّلَمَ فَمَا جَعَلَ اللّهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَبِيلاً

“Eğer onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durumda Allah da size onlara dokunmanıza izin verilmez.”(Nisa, 4/90)

وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ {61} وَإِن يُرِيدُواْ أَن يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللّهُ هُوَ الَّذِيَ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ

“Eğer onlar/düşman taraf barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a güven. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Eğer birtakım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme. Allah sana yeter. Seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur.” (Enfal, 8/61-62)

Aslında bütün ilâhi dinlerin mesajları barışa yöneliktir. Zira bütün ilâhi dinlerin gayesi, dünya ve ahirette insanların mutluluğunu, saadet ve selametlerini sağlamaktır. İnsanlar savaşarak mutlu olamazlar, barış içerisinde mutlu olurlar. Onun için bütün ilâhi dinlerde barış esastır. Savaş daha sonra gelir. Savaşan, dinler değil, dinleri yanlış anlayan insanlardır. Asıl olan, insanların meselelerini, problemlerini konuşarak, anlaşarak, münakaşa ve müzakere ederek halletmeleridir. Bu yüzden, “hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşırlar” denilmiştir.

Savaşın Gerektiği Durumlar

Her zaman Meseleleri, problemleri konuşarak, anlaşarak, barış yoluyla halletmek mümkün olmayabilir.

Karşı taraf, sizin bu iyi niyetinizden ve barışçıl  tutumunuzdan anlamayabilir.

Sizden haksız istek ve talepleri olabilir. Vatanınıza, mukaddes bildiğiniz değerlere saldırılabilir.

İnsan onuru, haysiyet ve şerefi ayaklar altına alınabilir. İşte o zaman onunla anladığı dilden konuşmak gerekli olur, savaşmak zarureti ortaya çıkar.   

Diğer yandan barışın sağlanması için de savaşa hazır olmak gerekir.

Bu yüzden: “Sulh-u sükûn istersen hazır ol cenge” denilmiştir. Onun için Kur'an’da düşmanları korkutmak ve caydırmak için kuvvet hazırlamamız emredilerek şöyle burulmuştur:

وَأَعِدُّواْ لَهُم مَّا اسْتَطَعْتُم مِّن قُوَّةٍ وَمِن رِّبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدْوَّ اللّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِن دُونِهِمْ لاَ تَعْلَمُونَهُمُ اللّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُواْ مِن شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنتُمْ لاَ تُظْلَمُونَ

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırasınız. Allah yolunda her ne sarf ederseniz size eksiksiz olarak ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal, 8/60)

Yüce Peygamberimiz de savaşın son çare olduğunu, onun için istenmeyerek başvurulması gereken bir şey olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

وعن أبى النضر عن عبداللّه بن أبى أوفى )ر عَنْهُما( قال: إنَّ رسولَ اللّه  في بَعْضِ أيَّامِهِ الَّتِى لَقِىَ فِيهَا الْعَدُوَّ انْتظَرَ حَتَّى مَالَتِ الشَّمْسُ فَقَامَ فِيهِمْ فقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ لاَ تَتَمَنَّوْا لِقَاءَ العَدُوِّ وَاسْألُوا اللّهَ الْعَافِيَةَ، وَإذَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاصْبِرُوا. وَاعْلَمُوا أنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلالِ السُّيُوفِ.

(1031)- Ebu'n-Nadr merhum Abdullah İbnu Ebî Evfâ (r.a)'dan naklen anlatıyor: "Resulullah (a.s) düşmanla karşılaştığı günlerden birinde, güneşin meyletmesini bekledi. Sonra kalkıp yanındakilere şöyle dedi: "Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah'tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir."

Resulullah (a.s) sözlerini şöyle tamamladı: "Ey Kitab'ı indiren, bulutları yürüten, (Hendek Savaşı'nda düşman müttefikler olan) Ahzâb'ı hezimete uğratan Rabbimiz, bunları da hezimete uğrat ve onlar karşısında bize yardım et!" [Buharî, Cihâd 156, 22, 32, 112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20, (1742), Ebu Dâvud, Cihâd 98, (2631).]

Bize düşen, insanların, dünya ve ahirette saadet ve selametleri için gönderilmiş barış dini olan İslâm’ı doğru anlayıp, doğru anlatmak ve yaşamaktır.

Buna karşılık tarih boyunca ve günümüzde gerek Hıristiyanlar, gerek Yahudiler, gerek Mecûsîler ve gerekse Hindûlar çoğunlukla kendi egemenlikleri altında yaşayan Müslümanlara karşı aynı tavrı göstermemişlerdir.

Sözgelimi durmadan İslâm'ın cihâd anlayışını kötüleyen ünlü misyoner Raimonde Lulle, barış dini olduğunu tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığı Hıristiyanlığı, başkalarına zorla kabul ettirmek için güç kullanmayı meşrû saymaktadır. Ona göre; "Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çalışan misyonerler, öncelikle sevgiyi esas almalıdırlar. Hz. İsa'nın bütün insanları sevmekteki yöntemini kullanmalıdırlar. İkinci olarak onların özgürce bu dini seçmelerini sağlamalıdırlar. Ancak hak din olan Hıristiyanlık onlara anlatılıp da yine inâtlarında ısrar ederlerse o zaman, güç kullanılarak Hıristiyanlığın onlara kabul ettirilmesi meşrulaşır." (Ramon Sugranyes de Franch, L'Apologétique de Raimond Lulle vis-à-vis de l'İslam (Cahier de Fanjeaux, XVIII), 375, Toulouse 1983)

Aynı nedenledir ki, Batı dünyası, uzun tarihi boyunca farklı din, inanç ve kültürden insanların birlikte yaşamalarını sağlayacak imkânları hazırlamak yerine ya toptan yok etme ya da planlı asimilasyonlarla temizleme yolunu seçmiştir. Aslında bu, Batı'nın Roma'dan devraldığı bir mîrâstır.

Roma, nasıl ilk Hıristiyanları aç arslanların önüne atarak bu dinin yayılmasına engel olmak istemişse, Batı da Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra aynı geleneği sürdürerek başka kültürden insanlara hayat hakkı tanımamıştır.

Reconquista (İspanya'nın yeniden zaptı) harekâtından sonra bu anlayış daha da yaygınlaşarak Kıt'ada Hıristiyan olmayanlara yaşama fırsatı vermemiştir.

Daha sonra bu hoşgörüsüzlük, yalnız Hıristiyan olmayanlar için değil, hâkim mezhepten başka mezhepleri benimseyenler için de uygulanmıştır.

Cathars'lar, Amauricien'ler (amorjinler) ve Albigoise'lar'a karşı başlatılan Haçlı savaşları ile meşhur Saint Barthelemie katliâmı bunun göstergesidir.

İstanbul Fetih ve Fatih

Kuruluş tarihi çok eskilere uzanan (M.Ö. 658) İstanbul fethedilmesiyle beraber “Sultan Şehir”, “Beldetü't-Tayyibe”, “Dergah-ı Selatin”, “Derseadet”, “Âsitane”, “Dar-ü'l-Hilafe'', “Daru’s-Seade”, “Pay-ı Taht-ı Saltanat”, “Aziz İstanbul” gibi isimlerle anılmış, bunların biri ya da bir kaçının aynı  dönemlerde kullanıldığı da olmuştur.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) İstanbul'un fethedileceğini müjdeleyen sözleri, Müslümanların burayı fethetme yönündeki duygularını coşturmuş; ilây-ı kelimetullah için defalarca sefer düzenlemelerine vesile teşkil etmişti. Allah Rasulü, İstanbul'un fethine dair hadislerinde şöyle buyurmuşlardı:

لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْأَمِيرُ اَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذَلِكَ الْجَيْشُ

" İstanbul, mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. IV/18189)

Şimdi bazılarının aklına; "İslamın hücum ve taarruzu emrettiği, yeryüzünde sulh ve emanı bozduğu" gibi yanlış bir düşünce gelebilir. Hiç te öyle değildir! 

İslam'ın yayılış tarihine göz atanlar, İslam'ın önlenemez yükselişine karşı özellikle hıristiyan dünyasının iflah olmaz mukavemetini ve hatta İslam'ın nurunu söndürme gayretlerini (Haçlı Seferleri) göreceklerdir.

Haddi zatında fetih anlayışı iki türlüdür: 1- İnsanın hırs ve aç gözlülüğüne dayanan fetih anlayışı. 2- Ulvi (İlim, iman, adalet ve barış gibi) bir gayeye dayanan  fetih anlayışı.  Peygamberlerin, alimlerin ve gönül erlerinin yaptığı fetihler gibi ki, İslam'ın fetih anlayışı da budur.

İslam fetihlerinin en asli amacının insan aklı ile sosyal hayatı, Allah inancı gibi temel İslam gerçekleriyle buluşturmak ve bu buluşmanın önündeki tarihsel engelleri aşmak olduğu bir hakikattır.

İslam fetihleri her şeyden önce arazi parçalarını değil kalplerin fethedilmesini amaçlar. Bu yüzden müslümanlar fethedilen ülkelerde din, mezhep, ırk gibi insanları farklılaştıran hususlara saygı göstermişler ve halkın İslamiyeti kabul etmesi için baskı uygulamamışlardır.

İslam fetihlerinin başarı nedenlerinden en önemlisi, fethedilen ülkelerde öncelikle barış ve sosyal adaletin tesis edilmeye çalışılmasıdır.

İstanbul un fethi de ulvi gayeye dayanan bir fetih anlayışının en güzel örneklerinden birisidir.

İstanbul'un fethi sürecine yeniden döndüğümüzde şunları görürüz:

Hz. Osman (r.a.)’ın halifeliği döneminde Suriye Valisi olan Hz. Muaviye (r.a.), Bizans üzerine ilk deniz seferini düzenledi. Düşman donanmasını Finike’de 655’de yenerek, İstanbul önlerine kadar ilerledi. İslâm ordusunun içinde Peygamberimizin seçkin sahabisi, evine misafir olmakla şereflendirdiği Halid bin Zeyd Ebû Eyyüb el- Ensarî (r.a.) de bulunmaktaydı. Bu büyük zat ilerlemiş yaşına aldırmaksızın sefere katılmış, fetih müjdesini kendi adına yaşamak istemişti. Vefatından az önce sefer arkadaşlarından şu ricada bulundu: “Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen kaldırmayın. Ordunun gidebileceği en son noktaya kadar götürün ve beni oraya defnedin.” İslâm askerlerinin cesedini götürebildikleri yere kadar götürdüler. Ve cenazeyi defnettiler. Daha sonra İstanbul’un fethiyle Ebu Eyyüb el Ensârî’nin kabri, Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından tesbit edildiği belirtilir ve bugün kabri, kendi adıyla bilinen Eyüp semtinde bulunmaktadır. 673-680 yıllarında Hz. Muaviye İstanbul’u ikinci kez kuşattıysa da kesin bir sonuç elde edemeden çekildi.

Emeviler devrinde halife Süleyman zamanında İslâm ordusunun başında Mesleme (r.a.) olduğu halde şehir yine kuşatıldı. Ancak gene sonuç alınamadı. 78l’de bu kez Harun Reşit Bizans üzerine sefer düzenledi. Yıllık vergiye bağlayarak çekildi. İstanbul'un fethi konusu Selçuklular döneminde de önemini korudu. Ancak, Anadolu ve İslâm dünyası üzerine kanlı haçlı seferlerinin başlaması fethi üç asır geciktirmiş oldu.

Osmanlılar döneminde ilk ciddi kuşatma harekatı Yıldırım Bayezid döneminde oldu. Anadolu Hisarını yaptırarak İstanbul'u almayı hedefleyen Yıldırım Bayezid, 1402'de Timur’la Ankara Savaşı’nı yapmak durumunda kalışı ve talihsiz yenilgisi, Osmanlı devletine dağılma tehlikesi yaşattığı gibi, İstanbul’un fethini de yarım asır gerilere götürmüş oldu.

Fatih ve Fetih

- Aile reisinin yükümlülükleri ve bir baba olarak II.Murat,

- Eğitimcilerin sorumlulukları, Molla Gürani ve Akşemseddin,

- Çocuk eğitimi ve Fatih,

- Dini ve müsbet ilimler,

- Fatih'te hoşgörü ve patrikhane,

- Fatih ve idealizm,

30 Mart 1431’de dünyaya gelen Fatih Sultan Mehmet, II. Murat Han’ın oğludur. Eğitim ve öğretimine büyük önem verilen Fatih, devrin en seçkin âlimlerinden olan Molla Gürani ve Akşemseddin’den ilim öğrendi.

Hacı Bayram-ı Velî, Sultan II Murat'ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve mânevi evlâdı Akşemseddîn vardı.Sultan Murad Han bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzade Mehmet'in istifade etmesini istedi. Her cengaver sultan gibi Murad Han da İstanbul'un fethini hayâl ediyordu. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'ne:

"-Acep İstanbul'un fethi kime müyesser olacak?"

"Feth-i mûbîni görmek şu şehzâde ile Akşemseddîn'e nâsib olacak!" cevâbını verdi.

Bu açık keramet ile duygulanan Murat Han,oğlunu Akşemseddîn'in terbiyesine vermek için Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'nden izin istedi. Bu vesile ile Akşemseddîn, Şehzâde Mehmet'in mânevi terbiyesini üzerine alarak. Onu feth-i mübine mânen hazırladı.

Bir gün hocası Akşemseddîn, Şehzâde Mehmet'in odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

"Oğlum niye uyumadın?" dedi.

O da:

"Hocam, ders çalışıyorum..." karşılığını verdi.

Hocası çalıştığı dersi merak edip onun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul'un müstakbel fetih projeleri idi. O fethin nasıl gerçekleşebileceğini planlıyordu.

Bu sırada bir dervîş, yolun ortasına çıktı Fatih'e hitaben:

"İstanbul'u fethettim, diye bu kadar kendine paye alma! Sen İstanbul'u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın.." dedi .

Fatih cevaben:

"Doğru söylersin dervîş baba.. Lakin bir harp, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse zafere ulaşır. Duayı bırakanları, ahiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Zaferin sırrı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in izini takip etmektir.." der.

Henüz on iki yaşında iken devlet idaresini iyi kavraması için Manisa Valiliğine gönderildi. Kısa zaman sonra babası tarafından devletin başına getirildi. Bunu fırsat bilen Hıristiyanlık âlemi yeni bir haçlı ordusu teşkil edip Osmanlı topraklarına girmesi üzerine Fatih, babasına yazdığı mektupla yeniden devletin başına geçmesini talep etti.

Yeniden devletin başına geçen Murad Han, düşmanı Varna'da mağlup ederek Osmanlı’nın gücünü bir kez daha göstermiş oldu.

1451 'de babasının vefâtı üzerine ikinci defa padişah olan Fatih, çağının teknolojik imkânlarını kullanarak yeni toplar döktürdü ve güçlü bir donanma hazırladı. Matematik-balistik ilminde bir deha olduğu söylenen Fatih, planlarını kendinin çizdiği havanlar döktürdü.

Anadolu Hisarı’na karşılık Rumeli Hisarı’nı yaptırarak Boğaza giriş çıkışları kontrol altına aldı. Bizans donanması kendini Haliç'te tutarak güvende hissettiği sırada, Fatih karadan donanmasını Haliç’e indirmeyi başardı. Böyle bir hadise aklın sınırlarını zorlayan bir gelişmeydi. Ve beklenmeyen bir durumdu. Alınması gereken her tedbiri alan Fatih, İstanbul için “Ya ben onu, ya o beni alacak” demişti.

Takvimler 29 Mayıs 1453 Salı gününü gösterdiğinde, Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’a girerek asırlar süren Bizans egemenliğine son verdi. Böylece dalgalar halinde Müslümanları asırlarca buraya sevk eden Peygamber müjdesi, bu büyük devlet adamına nasip oldu.

Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hadisindeki müjdeye konu olmak ne büyük şereftir!  Elbette bu, çok kimseye nasip olmayan bir lutf-u ilâhidir. Küçük yaştan itibaren devrinin âlimleri önünde diz çöküp terbiyeden geçen, gönlü cihangirlik ve fetih aşkıyla tutuşan büyük komutan Fatih, üzerine düşeni en güzel şekilde yerine getirdi. Feth-i mübinden sonra da çeşitli ülkelere seferler düzenleyen Fatih, 1481’de kırk dokuz yaşında ebedî âleme göç etti.

Çağ açıp-kapayan bu büyük komutan-hakan için bir Hıristiyan tarihçi; “Sonunda o, kahraman insan pek çok kral tarafından savunulan İstanbul'u aldı. Fatih şan ve şeref bakımından İskender’i ve Roma’yı geçmiş oldu.” itirafında bulunur.

Georgis isimli biri ise; “İkinci Mehmet şüphesiz Kirostan, İskender'den ve Sezar’dan büyüktür.” derken, Bizans Tarihçisi Prens Dukas da; “Böyle bir harikayı kim gördü, kim işitti. II. Mehmet, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepesinden geçirdi” diyerek, Fatih hakkındaki düşüncelerini ifade eder.

Fatih Sultan Mehmet'in Hocası Akşemseddin'e Olan İhtiramı

Fatih Sultan Mehmet cihan padişahı olmasına rağmen üstadına son derece ihtiramda bulunmuş fetih gerçekleştikten sonraki sevinci sorulduğunda: Sanmayın ki, sevincim, sadece İstanbul'u feth içindir. Ben Akşemseddin gibi aziz birinin yanımda bulunmasına seviniyorum, diyordu.

Fetih ordusu İstanbul'a giriyordu. Padişah ak atına binmişti. Çok sevdiği hocası da Akşemseddin de yanındaydı. Yerli halk yolları doldurmuştu.

Fatih Sultan Mehmet çok genç olduğu için herkes Akşemseddin'i padişah sanıyordu. Ona buket buket çiçek veriyorlardı. Akşemseddin genç padişahı göstererek :

 Sultan Mehmet ben değilim, odur, dedi. Padişah da:

Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmet benim, ama o benim hocamdır. Şehrin Manevi Fatihi’dir. Bir müddet sonra Akşemseddin bir kerametle büyük sahabi Ebu Eyyüb-el Ensari'nin kabrini buldu. Oraya bir türbe ve cami yapıldı. Bugün Eyüp cami adıyla anılır. (Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap)

A. Özmen.

 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]