* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: ŞEYTAN  (Okunma sayısı 1713 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
ŞEYTAN
« : Eylül 20, 2014, 08:50:59 ÖS »
ŞEYTAN

   
وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلئِكَةِ اسْجُدُوا لِادَمَ فَسَجَدُوا اِلَّا اِبْليسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدينَ ()
قَالَ مَا مَنَعَكَ اَلَّا تَسْجُدَ اِذْ اَمَرْتُكَ قَالَ اَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنى مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طينٍ () قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ اَنْ تَتَكَبَّرَ فيهَا فَاخْرُجْ اِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرينَ () قَالَ اَنْظِرْنى اِلى يَوْمِ يُبْعَثُونَ () قَالَ اِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرينَ () قَالَ فَبِمَا اَغْوَيْتَنى لَاَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقيمَ () ثُمَّ لَاتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ اَيْديهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ اَيْمَانِهِمْ وَعَنْ  شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ اَكْثَرَهُمْ شَاكِرينَ () قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْؤُمًا مَدْحُورًا لَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ لَاَمْلََنَّ جَهَنَّمَ مِنْكُمْ اَجْمَعينَ
Araf/ 11-18. Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis'in dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi. Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu. İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi. Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu. İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. "Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!" dedi.  Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!
يَا اَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِى الْاَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبينٌ
Bakara / 168. Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır.
اِنَّمَا يَاْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّهِ مَا لَاتَعْلَمُونَ
Bakara / 169. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
هَلْ اُنَبِّئُكُمْ عَلى مَنْ تَنَزَّلُ الشَّيَاطينُ () تَنَزَّلُ عَلى كُلِّ اَفَّاكٍ اَثيمٍ
Şuarâ / 221-222. Şeytanların ise kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler.
وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِىَ الْاَمْرُ اِنَّ اللّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَاَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِىَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا اَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لى فَلَا تَلُومُونى وَلُومُوا اَنْفُسَكُمْ مَا اَنَا بِمُصْرِخِكُمْ وَمَا اَنْتُمْ بِمُصْرِخِىَّ اِنّى كَفَرْتُ بِمَا اَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُ اِنَّ الظَّالِمينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَليمٌ
İbrahim / 22. (Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı reddettim." Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.
HADİS….
* Ali İbnu'l-Hüseyn anlatıyor: Safiyye (radıyallahu anhâ) buyurdu ki: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) itikafta iken ziyaret maksadıyla geceleyin yanına uğradım. Bir müddet konuştuk. Sonra geri dönmek üzere kalktım. Uğurlamak üzere de o kalktı. Kapıya kadar gelmişti ki, Ensar'dan iki kişi oradan geçiyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i görünce hızlandılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ağır olun dedi, şu yanımdaki Huyey'in kızı Safiyye'dir." Onlar: "Subhânallah, dediler bu da ne demek ey Allah'ın Resûlu" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Şeytan, insana, damarlardaki kan gibi nüfuz eder. Ben, onun kalplerinize bir kötülük atmasından korkarım" buyurdu."
* Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Şeytan insanoğlunda, kanın cereyanı gibi cereyan eder."  Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4719).   
* Selman (radıyallahu anh) diyor ki: "Elinden geliyorsa, çarşıya ilk giren olma. Oradan son çıkan da olma. Çünkü çarşı, şeytanın, (insanları şaşırtmak için kıyasıya) savaş verdiği yerdir, bayrağı da orada dalgalanır."
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, içerisinde Bakara suresi okunan evden şeytan kaçar."
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Ramazan zekatını muhâfazaya tâyin etmişti. Derken kara bir adam gelerek zâhireden avuç avuç almaya başladı. Ben derhal kendisini yakaladım ve: "Seni Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)'a çıkaracağım" dedim. Bana: "Ben fakir ve muhtaç bir kimseyim, üstelik üzerimde bakmak zorunda olduğum çoluk-çocuk var, ihtiyaçlarım cidden çoktur, şiddetlidir" dedi. Ben de onu salıverdim. Sabah olunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):      -Ey Ebu Hüreyre! Dün akşamki esirini ne yaptın? diye sordu. Ben:     -Ey Allah'ın Resûlü: Bana şiddetli ihtiyacından ve çoluk-çocuktan dert yandı. Bunun üzerine ona acıyarak salıverdim, dedim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):     -Ama o sana muhakkak yalan söyledi. Haberin olsun, o tekrar gelecek! buyurdu. Bu sözünden anladım ki, herif tekrar gelecek. Binâenaleyh onu beklemeye başladım. Derken yine geldi ve zahireden avuçlamaya başladı. Ben de derhal yakaladım ve: "Seni mutlaka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a çıkaracağım" dedim. Yine yalvararak: "Beni bırak, gerçekten çok muhtacım, üzerimde çoluk-çocuk var, bir daha yapmam" dedi. Ben yine acıdım ve salıverdim.     Ertesi gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):      -Ey Ebu Hüreyre, dün geceki esirini ne yaptın? diye sordu. Ben:    -Ey Allah'ın Resûlü, bana ihtiyacından çoluk-çocuğundan dert yandı. Ben de acıdım ve salıverdim, dedim. "Ama" dedi, Resûlullah: "O yalan söyledi fakat yine gelecek."     Üçüncü sefer yine gözetledim. Yine geldi ve zahireden avuç avuç almaya başladı. Onu yine yakalayıp:     -Seni mutlaka Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e götüreceğim. Bu üçüncü gelişin, üstelik sıkılmadan başka gelmeyeceğim deyip yine de geliyorsun, dedim. Yine bana rica ederek şöyle söyledi: "Bırak beni, sana birkaç kelime öğreteyim de Allah onlarla sana fayda ulaştırsın". Ben:     -Nedir bu kelimeler söyle! dedim. Bana dedi ki:     -Yatağa girdin mi Ayetü'l-Kürsî'yi sonuna kadar oku. Bunu yaparsan Allah senin üzerine muhafız bir melek diker, sabah oluncaya kadar sana şeytan yaklaşamaz dedi. Ben yine acıdım ve serbest bıraktım.     Sabah oldu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Dün akşamki esirini ne yaptın?" diye sordu. Ben:     -Ey Allah'ın Resûlü, bana birkaç kelime öğreteceğini, bunlarla Allah'ın bana faide ihsan buyuracağını söyledi, ben de kendisini yine serbest bıraktım, dedim. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm):     -Neymiş onlar? dedi. Ben:     -Efendim, döşeğine uzandığın vakit Ayetü'l-Kürsî'yi başından sonuna kadar oku. (Bunu okursan) Allah'ın koyacağı bir muhafız üzerinden eksik olmaz ve ta sabaha kadar şeytan sana yaklaşmaz! dedi, cevabını verdim.     Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine: "(Bak hele!) o koyu bir yalancı olduğu halde, bu sefer doğru söylemiş. Ey Ebu Hüreyre! Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?" dedi. Ben:     -Hayır! cevabını verdim.     -O bir şeytandı buyurdular. 
* İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Şeytan da, melek de insanoğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah'tandır ve hemen Allahu Teala'ya hamdetsin. Kim de içinde şerr ve inkâra çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah'a sığınsın." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözlerine şu meâldeki âyeti ekledi: "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur, size cimriliği emreder.." (Bakara 268). 
* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular: "Yeni doğan her insan yavrusuna, doğduğu anda şeytan mutlaka bir dürter. Yavru, onun dürtmesi (nin verdiği rahatsızlık) sebebiyle bağırarak ağlar. Hazret-i Meryem ve onun oğlu İsa bundan hâriçtir." Ebu Hüreyre sözüne devamla: "İsterseniz şu âyeti de okuyun dedi: "Meryem: "...Ben onu da soyunu da kovulmuş şeytandan sana sığındırırım" dedi". (Âl-i İmran, 36).
* Hz. Ebü Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:    "Allahu Teâla Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi, Rabb-i Teâla'nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselam) korku ile kanatlarını birbirine vururlar. Rabb Teâla nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrail ve Mikail gibi mukarreb meleklere):    " Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. Onlar da:    " Allah Teâlâ hazretleri hakkı söylemiştir. Zaten O, yüce ve uludur" derler. O'nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir. Kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına hazırlanmış bulunur. - Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle tarif etti: Parmaklarını önce (üst üste) dizdi, sonra açtı-(En üstteki, ilâhî kelamı işitir ve alttakine verir, o da kendi altındakine verir.  Böylece gele gele sihirbaz ve kahinlerin diline kadar ulaşır. Bazan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir şahap, şeytana ulaşır. Bazan şahap kendisine isabet etmezden önce kelimeyi aşağısındakine vermiş olur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilave ederek yalanlar düzerler.    Emr-i İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: "Bu işin olacağı bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?" derler. Böylece, semada (kulak hırsız1ığı yoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdik edilir." 
* İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cinlere Kur'ân okumadığı gibi, onları görmedi de. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir grup ashâbıyla Ukâz panayırına gitmek niyetiyle yola çıktı. Bu esnada, şeytanlarla, semâdan gelen haber arasına engel konmuş idi. (Bundan dolayı, mutad olarak semâdan haber getiren) şeytanlar üzerine şahâblar gönderildi. Böylece şeytanlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler. Kavmi:    "- Ne var, niye (boş) döndünüz?" diye sordular. Onlar:    "- Bizimle semâvî haber arasına mânia kondu, üzerimize şahablar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik)" dediler.    "- Bu, dediler, yeni zuhur eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin)."    (Yeryüzünü taramak üzere gruplar halinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz panayırına giderken yolda ashabıyla sabah namazı kılmakta olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e (Nehle denen yerde) rastladı. Kur'ân-ı Kerim'in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar.    "- Bizimle semavı haber arasına engel olan şey işte bu!" deyip kavimlerine döndüler. Onlara şöyle dediler:    "- Biz hakiki hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize (bundan sonra) hiçbir şeyi asla ortak tutmayacağız.." (Cin 1-2)     Bunun üzerine Cenab-ı Hakk Peygamberine (aleyhissalâtu vesselâm) vahyederek durumu bildirdi: "(Habibim) de ki: Bana şu hakikatler vahyolunmuştur: "Cinden bir zümre (benim Kur'ân okuyuşumu) dinlemiş de (şöyle) söylemişler: "Bize, hakiki hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki o, Hakk'a ve doğruya götürüyor..." (Cin 1-Cin'in sözü 15. ayette biter). 
* İbnu'l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbının (radıyallahu anhüm) arasında otururken, bir adam Hz. Ebu Bekir'e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi. Ancak Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) adama karşı sükût etti. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. O yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de eziyet verince Hz. Ebu Bekir (adama hak ettiği cevabı vererek) intikamını aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir:    "Ey Allah'ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı?" diye sordu.    "Hayır"dedi. "Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu. Sen intikamını alınca melek gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam. "
* Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:    "Bir kimse evine veya yatağına gir'ince hemen bir melek ve bir şeytan alelacele gelirler. Melek:    "Hayırla aç!" der. Şeytan da:    "Şerle aç!" der.    Adam, şayet (o sırada) Allah'ı zikrederse melek Şeytanı kovar ve onu korumaya başlar. Adam uykusundan uyanınca, melek ve şeytan aynı şeyi yine söylerler. Adam, şayet: "Nefsimi, ölümden sonra bana geri iade eden ve uykusunda öldürmeyen Allah   hamdolsun. İzniyle yedi semayı arzın üzerine düşmekten alıkoyan Allah'a hamdolsun"dese bu kimse yatağından düşüp ölse şehit olur, kalkıp namaz kılsa faziletler içinde namaz kılmış olur." 
* Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki haslet veya iki hallet -vardır ki onları Müslüman bir kimse (devam üzere) söyleyecek olursa mutlaka cennete girer. Bu iki şey kolaydır. Kim onlarla amel ederse, azdır da... Her (farz) namazdan sonra on kere tesbih (sübhânallah), on kere tahmid (elhamdülillah), on kere tekbir (Allahu ekber) söylemekten ibarettir."    (Abdullah der ki:) "Ben Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunları söylerken parmaklarıyla saydığını gördüm. Resülullah devamla buyurdular: "Bunlar beş vakit itibariyle toplam olarak dilde yüzellidir. Mizanda bin beş yüzdür. "İkinci haslet" ise yatağa girince Allah'a yüz kere tesbih, tekbir ue tahmid'de bulunmanızdır. Bu da lisanda yüzdür, mizanda bindir. (Her ikisi toplam iki bin beş yüz eder.)"    Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle bir soru ile devam etti:    "Hanginiz bir günde, gece ve gündüz iki bin beş yüz günah işler?"    "Bunları niye söylemiyelim ey Allah'ın Resülü?" dediler. Şu cevabı verdi:    "Şeytan, namazda iken her birinize gelir: "Şunu şunu hatırla" der, ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak) kişi bu tesbihatı terk bile eder. Kişi yatağına girince de şeytan ona gelir, (zikir yapmasına imkân vermeden) uyutmaya çalışır ve uyutur da." 
* Amr İbnu Şuayb an ebîhî an ceddihi (radıyallâhu anh) tarikinden naklediyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir atlı bir şeytandır, iki atlı iki şeytandır, üç atlı bir gruptur."
* Amr İbnu Abese es-Sülemî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a:    "Ey Allah'ın Resülü! dedim, Allah'a biri diğerinden daha yakın olan bir saat var mıdır -veya- Allah'ın zikri taleb edilen daha yakın bir saat var mıdır?"    "Evet, dedi, vardır. Allah'ın kula en yakın olduğu zaman gecenin son kısmıdır. Eğer bu saatte Aziz ve Celil olan Allah zikredenlerden olabilirsen ol. Zîra o saatte kılınan namaz, güneş doğuncaya kadar (meleklerin) beraberlik ve şehadetine mazhardır. Çünkü güneş şeytanın iki boynuzu arasından doğar ve bu doğma ânı kafirlerin ibadet vakitleridir. O esnada, güneş bir mızrak boyunu buluncaya ve (sarı, zayıf) ışıkları kayboluncaya kadar namazı bırak.    Bundan sonra namaz -güneş gün ortasında mızrağın tepesine gelinceye kadar- yine (meleklerin) beraberlik ve şehadetine mazhardır. Güneşin tepe noktasına gelme saati, cehennem kapılarının açıldığı ve cehennemin coşturulduğu bir saattir; namazı (eşyaların gölgesi) doğu tarafa sarkıncaya kadar terkedin.    Bundan sonra namaz -güneş batıncaya kadar- meleklerin beraberlik ve şehadetine mazhardır. Güneş, batarken de bu beraberlik ve şehadet kalmaz, çünkü o, şeytanın iki boynuzu arasında kaybolur. O sırada yapılacak ibadet kâfirlerin ibadetidir." 
* Yine Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah'a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine, yerhamukallah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkan nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir."
* Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kişi evine döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah'ın adını zikrederse, şeytan (avanelerine): "Size burada gecelemek de yok akşam yemeği de yok!" der. Ama kişi, eve girerken Allah'ı zikreder fakat akşam yemeğini yerken zikretmezse, şeytan (avenelerine): "Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil!" der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken "Bismillah!" diyerek Allah'ı zikretmezse, şeytan (avanelerine): "Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!" der."
* Hz. Aişe radıyallahu anha anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir gece yanımdan çıkıp gitmişti. (Benim nöbetimde) hanımlarından birinin yanına gitmiş olabilir diye içime kıskançlık düştü. Geri gelince halimi anladı ve:     "Kıskandın mı yoksa?" dedi. Ben de:     "Evet! Benim gibi biri senin gibi birini kıskanmaz da ne yapar?" dedim. Aleyhissalatu vesselam:     "Sana yine şeytanın gelmiş olmalı" dedi. Ben:     "Benimle şeytan mı var?" dedim.     "Şeytanı olmayan kimse yoktur" dedi.     "Seninle de var mı?" dedim     "Evet, Ancak ona karşı Allah bana yardımcı oldu da müslüman oldu!" buyurdu."
* Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:     "Şeytanlar için develer vardır. Şeytanlar için evler vardır. Şeytanlara ait develere gelince, ben, onları gördüm. (Şöyle ki): Biriniz, yedeğinde, iyi beslediği seçkin develerle (yola) çıkar, bunlardan hiçbirine binmez. Yol esnasında yürümekten kesilmiş (bir din) kardeşine rastlar, devesine onu da almaz (işte bu develer şeytana aittir, çünkü gösteriş ve tefâhur için beslenmiştir). Şeytana ait evlere gelince, onların, (müreffeh) insanlar tarafından (seyahata çıkınca kullanılan ve) ipeklerle örtülmüş kafeslerden (hevdeç) başkası olmadığını zannediyorum"
* Ebu Abdillah es-Sunabihi radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Güneş şeytanın iki boynuzu arasında doğar -veya güneşle birlikte şeytanın iki boynuzu doğar dedi.-  Güneş yükselince şeytan ondan ayrılır. Güneş semanın ortasına gelince şeytan güneşe yaklaşır. Güneş batıya yönelince -veya ayrılınca dedi- şeytan güneşten ayrılır. Güneş batmaya yaklaşınca, şeytan güneşe yaklaşır. Güneş batınca şeytan ondan ayrılır. Öyleyse bu üç saatte namaz kılmayın."
TEFSİR…
اِنَّمَا يَاْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَاَنْ تَقُولُوا عَلَى اللّهِ مَا لَاتَعْلَمُونَ
Bakara / 169. O size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Sağlam bir yaratılış, olgun bir akıl ve temiz bir kalb sahipleri için onun düşmanlığını ve telkinlerinin kötülüğünü anlamak hiç de zor değildir. Çünkü  o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri   ve Allah tarafından delili olmadan, kendi kendinize bilemeyeceğiniz şeyleri Allah'a karşı iftira olarak söylemenizi emreder. O, Allah'ın emirleri hakkında hayal ve kuruntularla, arzularla söz söylemeye teşvik eder.
Şeytanın batılı gerçek, kötülüğü iyilik gibi süsleyerek insanın hayal ve kuruntusuna sunmakla heyecanlandırması ve teşvik etmesi, emre benzetilmiştir. Nitekim nefsin şiddetli arzuları hakkında: "Nefsim bana böyle emrediyor." denir ki, "nefs-i emmâre" kötülüğü emreden nefis deyimi bundandır. Bu teşbihte şeytanın vesvesesini kabul ile ona uyan insanların, şeytanın memurları ve uyduları yerinde olduklarına işaret buyurulmuştur.
Bilinemeyecek şeyler başlıca ikidir:
1- Allah'ın zâtı ve gerçek mahiyeti:
Allah'ın gerçek mahiyetini insan aklı, tam olarak anlayacak şekilde bilemez. Bunun için Sıddîk-ı A'zam (Ebu Bekir) hazretleri: "Allah'ın zatının sırrından bahsetmek, şirk koşmaktır." buyurmuştur. Şeytan ise insanı bundan söz etmeye teşvik eder, kuruntu ve hayal ile nice sözler söyletir.
2- Allah'a isnadı caiz olup olmayacak şeylerdir ki, Allah'ın emirlerinin çoğu, haram ve helal gibi fer'î ve şer'î hükümler bu türdendir. Çünkü şer'î ve fer'î hükümlerin ilgili bulunduğu sonuçların güzelliğini, menettiği şeylerin gerektireceği fenalıkları anlamak için akıl ve şahsî tecrübe yeterli değildir. Amele ait teferruatla ilgili olan Allah'ın kanunlarında öyleleri vardır ki, sonuçlarını tamamiyle anlayıp, özetlemek için asırlar bile yetmez. Bunların Allah tarafından tayin edilip indirilmiş delilleri vardır.
Zaten fenalık görmek istemeyen insanların, fenalığı denemeye kalkışmaları da akıl işi değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm vermeye teşvik eder. "Adam sen de filan şeyi yemek neden haram olsun? Filan işi yapmak neden yasak olsun?" dedirtir. Böylece insana Allah'ın emrini, Allah'ın kanununu araştırtmadan, kendi kendine yalandan kanunlar uydurtur. Hakk'ın kanununa uymayan işler yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.
İlmi, yoluyla delilinden aramayan; Allah'ın emrini gösteren delili bulmadan kendi kendine bilemeyeceği şeyler hakkında şeytanın telkin ettiği hayal ve kuruntusuna, gönüllerinin bozuk eğilimlerine göre söz söyleyen nice insanlar vardır ki, hep bunlar Allah'a karşı eş tutanlar cümlesindendir.
PIRLANTA SERİSİ…
ŞEYTAN
Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa “Rabbi eûzü bike min hemezâti’ş şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn-Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden Sana sığınırım!” desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz. Fakat, Allah’ın inayeti olursa şeytanın eli-kolu bağlanır. Zira, o sadece insanların gönlüne vesvese tohumları atar, şerre sebebiyet verir. Ama, işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah’tır.
Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında “yaptı, etti” demek, bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda şeytan, -bir hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi- şişer, kabarır. Esas olan, -Allah’a itimat ve güvenimizin ifadesi olarak- Allah’ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.
Bir zamanlar Sızıntı dergisinde bir acûze-i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: “O şimdiye kadar hiçbir zaman, asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto-Faust oyunu henüz bitmiş değildir.” Evet, Gothe de Faust’un sonunda: “Bu hikaye bitmemiş, Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?” der. Faust toy bir delikanlıdır.. kendi ömrünü yaşayan bir varlık. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe. Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir. Fakat, şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.
O farklı farklı fettanlar (gönül alıcı, fitneci) şeklinde insanların karşısına çıktığından dolayı bazen bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları yutan bir canavar gibi; bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada -psikiyatristlerin dediği gibi- değişik hormonlar üreten ve böylece hasımlarına korkulu kâbuslar gösteren bir büyücü gibi olur.
Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince herşeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hakim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde bile herşeyi fizikle açıklama hastalığı başgösterdi. Dolayısıyla günümüzdeki korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri oldu.. oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, tasdikun bi’l-kalb, ikrarun bi’l-lisan ve â’mâlün bi’l-erkân, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.
İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmelidir. Kant, “Nazarî akılla Allah bilinemez.” diyor; Yaratıcı’nın ancak amelî akılla bilinebileceğini söylüyor. Bergson da vicdanı, kendine göre entüisyonu (sezgiyi) ön plâna çıkarıyor. Bir manada, herşeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiç bir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lazımdır. O da, daha işin başında gönlü şeytana değil, Allah’a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah’a satarak.. “Al bunu, bu Senin otağın, tahtını kur oraya.” diyerek.. “Dil beyt-i Hüdâ’dır, ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde.” diyen İbrahim Hakkı Hazretleri’ne kulak vererek alnı seccadeye koyup, “Kalbimi Senden başka her şeyden temizle, beni daire-i Ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya) muvaffak eyle” diyerek.. yirmi sene, otuz-kırk sene bu şekilde yalvararak.. insan ancak böyle bir cehd neticesinde hakka’l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da –Allah’ın izniyle– onlara bir zarar veremez.
Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam halk, bir şeyler bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyane inanırlar. Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle meşgul oldukları gibi kalblerini de ihmal etmez ve işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin, felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.
İşte bu sebeple çok eski yıllardan bu yana içimde besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hadiselerle doğruluğuna iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır. Ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa insanların imanı zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider.

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ynt: ŞEYTAN
« Yanıtla #1 : Eylül 20, 2014, 08:52:11 ÖS »
“Neden bu iş bu kadar ince?” diye akla gelebilir. Çünkü “sırr-ı teklif”in olduğu bir imtihan dünyasındayız. Sa’y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez.. Küfürle iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa, yanlış bir fikrî hareketle hemen perdenin öbür tarafına düşme ihtimali vardır. Öyleyse kulluk vazifesine sıkı sıkı yapışmak ve Allah’a sığınmak lâzımdır. Gönlümüzde zaman zaman hasıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek gereklidir: “Allah karşısında el bağlayıp Ka’be’ye doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde halka şeklinde bir saf daha var.. onun önünde bir başka halka.. onun önünde de binlerce halka.. Ka’be’de namaz kılıyor gibi milyonlarca insan Ka’be’ye teveccüh etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne dimağ ve gönül insanları vardır. Allah’a tereddütsüz teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan, delilden, ilim ve fenden anlayan.”
BİR NEBZE DE ŞEYTANDAN
Soru: Şeytanın mâhiyeti, fonksiyonu, yaratılışının hikmetleri, insanı saptırma yolları, bunlardan korunma çareleri adına bizleri aydınlatır mısınız?
1. “Şeytan” kelimesi hangi kökten gelir?
Cevap: Şeytan, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış bir varlıktır. Şeytan kelimesi, iştikâk itibariyle, Allah’tan, Allah’ın rahmetinden uzak oldu mânâsına (şatane)’den, bir de; yandı, işi bitti, helâk oldu (şâta-yaşîtu) mânâsından olmak üzere iki kökten gelir. Her ikisi de şeytan için doğrudur. Zira o, Allah’ın rahmetinden kovulmuş ve yanmaya hak kazanmış bir varlıktır.
2. “Şeytan” kelimesi başkaları için de kullanılabilir mi?
“Şeytan” kelimesi taşıdığı mânâdan hareketle dinde her azgın ve taşkın şeye kullanılabilir. Nitekim Allah (cc) “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar”(Enfal, 6/112) âyetinde şeytan tabirini, yaldızlı sözlerle insanları baştan çıkartan cinler ve insanlar için kullanıyor.
Seyyidina Hz. Ömer (ra) serkeş bir ata bindirildiğinde “Beni bir şeytana bindirdiniz” buyurarak serkeşlik yapan ata şeytan tabirini kullanmıştır. Efendimiz (sav) de bir yerde köpeğe, bir yerde de serkeşlik yapan deveye şeytan demiştir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ins, cin veya hayvan serkeşlik yapan, başkaldıran, isyan eden her şeye bir mânâda “şeytan” denebiliyor. Ama, burada bahis konusu olan şeytan, insanların baş belası, Seyyidina Hz. Adem (as)’e secde etmeyip, Allah’a karşı başkaldırmakla küfür yoluna girmiş, insanoğlunun ebedî hasmı olan şeytandır.
3. Şeytan, niçin Allah’ın rahmetinden kovulmuştur?
Şeytan, mahiyetinde mündemiç olan duyguları kötü yolda kullanması sebebiyle Allah’ın rahmetinden kovulmuştur. Evet, Allah insanı, maddî-manevî mücehhez bulunduğu şeyler itibariyle ahsen-i takvime mazhar olarak yaratmış ve “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tîn, 95/4) buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bu açıdan insanın mahiyeti tıpkı bir takvim gibi bütün varlığa ait hakaiki câmi ve her şeyin özünü hâvidir. İnsan, kâinatı gösterebilecek bir takvim, seneler ve asırlar içinde geçen her şeyi ifade edebilecek bir fihrist mükemmeliyetindedir. Ayrıca böyle bir dışa paralel olarak iç mükemmeliyeti ifade eden kalp, sır, hafî, ahfâ gibi çeşitli duygularla da mahiyeti zenginleştirilmiştir.
Şimdi Allah herkesi böyle yaratmıştır ama, kimileri Efendimiz (sav) gibi kabiliyetlerini geliştirerek Cibril’i geride bırakmış, kimileri de Ebu Cehil gibi bütün istidatlarını menfî yönde kullanarak şeytanı utandıracak bir derekeye düşmüştür.
İşte şeytan da, bazı insanlarda olduğu gibi, mahiyetindeki nüveleri kötüye kullanarak Allah’ın rahmetinden kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. İfadeye dikkat edelim. Uzak yaratılmamış ama, kabiliyetlerini kötüye kullanarak uzaklaştırılmıştır.
4. Şeytan insana hangi yollardan yaklaşır?
Önce şeytanın insana niçin düşman olduğuna bir cümle ile temas edip sonra da insanı saptırmak için hangi yollara başvurduğuna âyetin belirttiği çerçevede şeytanın sözlerini esas alarak izaha çalışalım.
Şeytan, “Çık buradan, sen artık kovulmuş ve uzaklaştırılmışsın” (Hicr, 15/34) âyeti ile ifade edilen tokadı yedikten sonra, insanoğluna gayz, kin ve nefretle, Allah’a karşı da küskünlükle, ikinci bir fıtrat kazanmıştır. Evet, şeytanın Hz. Adem (as)’e secde etmemesi, onun Rahmet-i İlâhî’den kovulmasına; Allah’ın kovması da, onun Allah’a karşı düşmanlık göstermesine zahirî birer sebeptirler. Evet, Hz. Âdem (as) ile imtihan olma ve bu imtihanı kaybetmesi şeytana çok dokunmuş ve kasemle “Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onları (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna”(Hicr, 15/39) demiştir. Demek ki, şeytan, bu hâdiseler nedeniyle, Adem (as)’in şahsında bütün insanoğluna karşı kinle dolmuştur. Kinle dolu bir gönülde muvazenenin olmayacağı aşikârdır. Keza şeytan, Kur’ân’ın A’raf sûresinde belirttiğine göre kin ve gayzını şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Öyleyse beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra mutlaka onlara, önlerinden arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.”(A’raf, 7/16,17). Yani önden gelecek, ileriyi karanlık ve inkârla dopdolu gösterecek, “öldükten sonra dirilme cennet, cehennem yok...” dedirtecek, ümitlerini kırıp geçeceğim. “Gün be gün yevmülbeter” diyecek, kıyamete kadar kâfirlerin esiri olacaklarına inandırarak, onların önlerine de karanlıklar püskürtüp duracağım. Arkalarından gelecek mâzi ile alâkalarını kopararak, mukaddes olarak bel bağladıkları geçmişlerini büyük bir mezar şeklinde gösterip bütün ümitlerine bir balyoz indirerek onları ye’se atacağım. Sağ taraflarından gelecek “siz ehl-i hak ve hakikatsınız, ne diye başkalarının dine hizmet etmesine imkân veriyorsunuz? Bu hizmeti siz yapsanız ya!” diyerek gıpta damarlarını tahrik edip hizmetlerini engelleyeceğim. İbadetlerini zahiren yerine getirseler de yaptıkları şeyleri anlattırıp riyaya boğacağım. Ve soldan gelecek, sol düşünceli, çarpık, çeşitli doktrinlerle zihinlerini bulandırıp, onların ruhlarına hep yanlış şeyler üfleyeceğim. Dolayısıyla sen onların çoğunu sana karşı nankör ve şükretmeyen insanlar olarak bulacaksın.
Evet, şeytanın bu kin ve nefretle, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan bu küstahça tavrını Kur’ân değişik yerlerde sık sık hatırlatır.
5. Şeytan niçin hidayete gelmemektedir?
Şimdi de şeytanın hidayete gelemeyiş sebebini bir-iki misalle izah etmeye çalışalım. Bir insan düşünün ki, çeşitli sebeplerle kendini kine ve nefrete kaptırmıştır. Bu insan, o anki halinin muktezası olarak, sağa-sola saldırır, eline geçeni atar ve karşısındakinin hakkından gelmek için elinden gelen her şeyi yapar. Zira bu insanda artık muvazene, muhasebe, salim düşünce yoktur. Yani dengesizlik bu kişinin saatlerini, dakikalarını, saniye ve saliselerini kaplamış, hatta ruhunu bile sarmıştır. İşte böyle bir ruh haleti içinde olan o insan, artık kazandığı ikinci fıtratın gereğini yapacaktır. Yani bu türlü davranışlar onun, o andaki fıtratının gereğidir.
Bir başka misale geçecek olursak; yine bir insan düşünün ki, bu insanın içini bazen bütün bütün küfür esintileri sarmıştır. İradî olmayan şüphe ve tereddütler, aniden kopup gelen rüzgârlar gibi onu sarsmaktadır. Meselâ Allah (cc) veya Efendimiz (sav) hakkında yersiz ve uygunsuz şüpheler onun düşünce dünyasını zorlamaya başlamış ve onu hep şüphe ve tereddüt vadilerinde dolaştırmaktadır. İşte, o anda bu insan eğer Allah’a sığınır ve o şüpheleri izale edecek bir yola girerse Allah’ın inayeti ile o halden kurtulur. Aksi halde, bu durum devam edecek olursa, intiharı bile düşünecek hale gelir ve başını taştan taşa vurur. Aslında kâfirin hali işte budur. Yani onda küfür devamlı olduğu için, hiçbir zaman bu tür sıkıntılar ve ızdıraplar onun yakasını bırakmazlar.
Şimdi bu iki misalden hareketle, şeytanın hidayete gelemeyişine bakalım: Şeytan birinci misaldeki insan gibi, mahiyetindeki iyiliğe, güzelliğe açık tüm istidatlarını, iradesiyle öldürmüş ve kötülüğe ait bütün istidatlarını da inkişaf ettirmiştir. Bu suretle, içini küfürle, öyle bir doldurmuştur ki, artık onun mahiyetinde inanmaya yer kalmamıştır. O öfkeli adam gibi, kin ve nefretini değişik şeylerle kusan kişi gibi, hayatının bütününü saniye ve saliselere varıncaya kadar, hep kötülük sarmıştır. İşte şeytan budur ve böylesine bir kin ve nefretle Allah’a inananlara düşman olan şeytana bir şey anlatmak ya da kabul ettirmek ve dolayısıyla hidayete gelmesini beklemek boşunadır. Zira küfür, onda fıtrat haline gelmiş ve tabiatının bir buudu olmuştur.
Şeytan, şayet o ikinci misaldeki insan gibi, Allah’a sığınsa ve girdiği o çıkmaz yoldan çıkma eğiliminde bulunsaydı, Allah’ın inayeti ile kurtulur ve hidayete mazhar olabilirdi...
6. Şeytan’ın yaratılmasının hikmeti nedir?
Bu konuda müstakil olarak yazılmış kitaplara müracaatla daha teferruatlı malûmat elde edilebilir. Hassaten Hz. Bedîüzzaman’ın bu konuyu ele aldığı risale dikkatlice okunmaya değer.(*) Bununla beraber bir-iki cümle ile bu hususa da işaret edelim. Allah (cc), abes iş işlemekten münezzeh ve müberradır. Hakîm olan ve her şeyinde bin bir hikmet gizli bulunan -insanlar anlamasa da- Allah hakkında böyle bir şey düşünme, Allah’ı bilememenin, O’nu tanıyamamanın bir ifadesi olsa gerek. İnancımıza ait bu temel kaideyi pekiştirdikten sonra diyebiliriz ki, şeytanın yaratılarak Müslümanlara musallat edilmesi, onları teyakkuza sevk eder.. sevk etmiştir, ediyordur ve edecektir de. Böylece insan ondan korunma mekanizmasını harekete geçirecektir. Demek ki şeytanın tasallutu, insanda mevcut bulunan korunma mekanizmasının rantabl çalışmasına vesile olacaktır. Yani nasıl tarlada akreplerin ve zehirli yılanların olması tarlada çalışanları dikkat ve teyakkuza zorlar.. ve dikkat etmeye ait istidatları inkişaf ettirir.. veya Bedîüzzaman Hazretleri’nin misali içinde; atmacanın serçe kuşuna musallat olması, serçenin kabiliyetlerini geliştirir; aynen öyle de, şeytanın insanlara tasallutu, şeytandan kaçma, kurtulma, onun tuzaklarını boşa çıkarma adına onların kabiliyetlerini geliştirir. Dahası, insanların Allah’a dehaletine, Sünnet-i seniyye kalesine sığınmasına vesile olur. Zaten Kur’ân da çeşitli âyetleriyle bu hususa işaret eder. Meselâ; “eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü O işitendir, bilendir.”(A’râf, 7/200). Bir başka âyette Allah’a sığınmayı salıklar ve “De ki; şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!”(Mü’minûn, 23/97).
7. Şeytanın bizimle uğraşmasına nasıl engel olacağız?
a- Allah’a sığınma
Biraz önce âyeti kerîmelerle ifade ettiğimiz gibi Allah’a sığınma, O’na iltica etme, şeytanın azdırması ve saptırmasına karşı en önemli bir sığınak ve dinamiktir. Bu dinamiğin behemehal kullanılması şarttır. Rabbim, bizlere, “Kulun Allah’a en yakın olduğu hal secde halidir” sırrını temsille, başımızı yere koyup, “Allah’ım Senden Sana sığınır, yani Celal ve Ceberruyetinden, Rahmet ve Rahmaniyetine sığınırım, şeytandan da Sana sığınırım” dedirtsin ve bizi muhafaza buyursun.
b- Tembelliği terk etme
Şeytan daha ziyade âtıl ve tembel insanlara hücum eder. Hiçbir iş yapmayan, miskin miskin oturan ve hele din adına hiç de aktif olmayan kimselerle meşgul olur. Öyleyse biz de, bu noktadan hareketle, şeytandan korunma hususunda atalet mevzuu veya aktif olma mevzuu üzerinde durmak istiyoruz. Yani madem şeytan daha ziyade atâletimizden istifade ediyor. Boş durduğumuz zamanlarda içimize uygun olmayan kuruntular atıyor, fena şeyleri düşündürüyor, fena şeyleri okutturuyor, fena şeyleri yapmaya zorluyor. O zaman biz de, ister düşünceyle, ister fiille, onun parmak sokacağı ve kurcalayacağı noktaları doldurmak, duygu ve düşüncemiz itibariyle Rabbimize ait şeylerle dolup taşmalıyız.. dahası âyât-ı tekviniyeyi sık sık mütalâa edip rabıtayı mevtle iki büklüm olmaya çalışmalı ve Rabbimizin dinini çevremize anlatmak suretiyle her zaman dopdolu olmayılız ki, şeytan içimize girip imânımızı sarsmasın ve vesvese veremesin.
Kaldı ki, biz evrad u ezkârla münasebet içinde bulunur veya O’nun dinine hizmetle ömrümüzü dolu dolu geçirirsek, bunların hürmetine Rabbim de bizi, şeytanlara terk etmeyecek ve bu kudsî meşgaleler sayesinde -inşaallah- sahil-i selâmete çıkaracaktır.
c- Ahde vefa
Ahde vefa da en azından diğerleri kadar bizi şeytanın iğvasından koruyacak hususlardandır. Evet, siz vefa gösterip Allah’ın dinine omuz verirseniz, Allah da sizi, şeytanla baş başa bırakıp, çürümeye terk etmez. Zaten O da “Ahdinize vefalı davranın, ben de ahdimi yerine getireyim”(Bakara, 2/40) demiyor mu?
Evet, siz bu düşünce ve inanç içinde bulunup, onu hayata taşıdığınız müddetçe, şeytanın tasallutu karşısında Allah, bir âyetini hatırlatacak, bir bürhanını gösterecek, gözünüzden perdeyi kaldıracak ve mutlaka sizi koruyacaktır. Sahabede, asfiyada, evliyâda bunun yüzlerce misali vardır ve bu misaller göstermektedir ki, onların başları döndüğü, bakışları bulandığı anlarda, Rablerinin bürhanı karşılarına çıkmış ve onları hemen istikamete yönlendirmiştir. Kim bilir, belki de sizler, bizler ve hepimiz iradelerimizi kötüye kullanmada ısrar etmediğimiz sürece hep Rabbimizin bu türlü nimetlerine mazhar olarak düşmekten, sürçmekten kurtulmuşuzdur.
“Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder”(Muhammed, 47/7) âyetinin mucibince, O’na vefa ve sadakat içinde olanlar, O’ndan vefa ve inayet görmüş.. sınırlı iradelerini O’nun yolunda kullananlar, O’nun sınırsız nimetleriyle serfiraz olmuşlardır. O halde bu kutlu davanın kutlu neferleri olarak bizler, neticede bizi cennete, Cemalullah’a götürecek bu yolda, ahde vefadan, bir ân bile dûr olmadan sürekli çalışmalıyız. Allah’ın her yerde ve her zaman hâzır ve nâzır olduğu hakikatına inanarak o Rakîb ve Müheymin’in müşahedesi altında olduğumuzu bir an olsun hatırdan çıkarmamalı, davranışlarımıza ona göre çeki-düzen vermeli ve iç âlemimizi her zaman zabt u rabt altına almalıyız.
d- Yalnız kalmama
Yalnız kalmama, şeytanın idlâl ve ifsadına karşı çok önemli bir silahtır ve bu silahın behemehal her zaman kullanılmaya hazır olması gerekir. Bu ise Allah Rasulü (sav)’nün buyurduğu gibi, en az üç kişilik bir arkadaş grubuyla gerçekleşebilir. Yani çarşıda, pazarda, evde, bizim gibi duyan, hisseden ve inanan arkadaşlarla bir arada bulunma ve bu suretle şeytana mel’abe (oyuncak) olmaktan kurtulma... Evet, her kötü düşünce içimize atılmış bir tohum gibidir. Bu tohum zamanla mevcudiyetini hissettirir ve rüşeym halinde kendini gösterir. Eğer bu kötü düşünce henüz filiz iken kesilip atılırsa ne güzel! Aksi takdirde o, boy atar, gelişir; gelişir ve geliştiği bünyeye rağmen onu yer bitirir. İşte bunun için şeytanın küçük tohumlar halinde ruhumuza saçtığı şeylerin daha baştan kökünün kazınması şarttır. Yoksa zamanla bunlar altından kalkılamayacak muvazene, muhakeme hatta hayal hanemizi bile istiab edecek hale gelebilir. Böyle bir duruma geldikten sonra kurtulmak ise çok zordur. Onun için bu tür kötü düşüncelerin bünyemizde kök salmaması, sonra da dönüp bizi teslim almaması için sair hususların yanında yalnız kalmama mes’elesinin de iyi işletilmesi gerekmektedir. Evet, şu içtimaî dağdağalar içinde ötelerle alâkası zayıf, Allah ile irtibatı istenen seviyede olmayan bizlerin çok kere iradesi ve kalbî hayatı, ruhî canlılığı bizi korumaya yetmeyebilir.
Bu arada etrafımızda çehresi hakikat gamzeden, iradesinde Allah iradesi çağlayan öyle arkadaşlarımız vardır ki, onların yanına gittiğimiz ve onlarla aynı atmosferi paylaştığımız zaman, tıpkı bir veli ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanabiliriz. Onların sözleri, sohbetleri, âdetâ içimizde buz bağlamaya başlamış kötü duygu ve düşünceleri eritebilir. Bazen de, biz bu konumda bulunur, onlar gelip bizden, yukarıda arz ettiğim ölçülerle istifade edebilirler. Evet, Allah (cc), insanı topluluk içinde yaşayabilecek şekilde yaratmıştır. İnsan, maddî-manevî bütün ihtiyaçlarıyla hayatiyetini ancak hemcinslerinden müteşekkil böyle bir toplum içinde görerek sürdürebilir. Öyleyse bize düşen de böyle bir topluluktan ve o topluluk içerisinde iyi, güzel ve hayırhah arkadaşlardan uzak düşmemektir.
e- Va’z u nasihat dinlemek
İnsan, yüreği hoplamaya, gözü yaşarmaya, iç âleminde kendini her gün birkaç defa yenilemeye muhtaç bir varlıktır. Kur’ân; Rabbisiyle münasebete geçip ağlamaktan kendini yerlere atanları tebcil ve takdirlerle anlatır. İşte va’z u nasihatler bazı ahvalde bizi bu ufka ulaştırabilir. Fakat ne yazık ki, umumî plânda bizler bu türlü vâiz, nâsih ve hayırhahları dinlemekten mahrum tali’siz bir cemaatiz. Keşke yüreklerimizi hoplatacak, bizi aşk u şevke getirecek yüzlerce, binlerce vaizlerimiz olsaydı!.. Evet, keşke Fahruddin Razî gibi kürsüye çıktığında ağlamaktan sözleri boğazında düğümlenip kalan ve ne dediği anlaşılmayan yüzlerce, binlerce vaizimiz olsaydı!.. Olsaydı da hiçbir şey anlamasak bile sadece onları seyretmekle gerekli dersleri alsaydık. Keşke Sahabe, Tabiûn, Tebe–i Tabiûn Hazerâtı’nın hayatlarını gerçek veçheleriyle bizlere anlatan ve kitap sayfaları arasında kalan o malûmatları, ruhundan ruh katarak intikal ettirecek yüzlerce, binlerce nâsihimiz olsaydı da, bizler de onları dinleyip, “Yahu onlar da insan, biz de” deyip insanlığımızdan hicap duyar hale gelseydik.. hayatımızı, yaşayışımızı sorgulamak ihtiyacını hissetseydik.. ve kendimize çeki-düzen verseydik. İhtimal o zaman kalplerimiz yumuşayacak, içimizi yer yer karartan paslar izale olacak ve ruhumuza akseden İlâhî tecelliler bütün aydınlığıyla bizi saracak, biz de bu sayede şeytanın her türlü vesvese ve desiselerinden uzak kalacaktık.
O halde ne olur, lütfen! “Ben bunu biliyordum bir daha okumayacağım, ben bunu dinlemiştim, bir daha dinlememe gerek yok” demeyin! Yeme-içme ihtiyaçlarımızın olması ve bunların tekerrür etmesi gibi, manevî hayatımız, kalp, ruh, vicdan vesâir duygularımızın da ihtiyacı olduğunu ve bu ihtiyaçların da tekerrür ettiği hakikatine binaen kendinizi mutlaka bir üstadın kucağına atın ve ona sığının! Onun bütün fenalıkları eriten, şeytanın içimize girmesine izin vermeyen o Hakk dostunun atmosferine girin ve daima kendinizi yenileyin!
8. Şeytanın şerrinden korunmak için hangi dualar okunmalı?
Bir fasıl önce Allah’a sığınmakla başlayıp yalnız kalmamakla bitirdiğimiz hususları, bu konuda yapılacak fiilî dualar olarak nitelendirecek olursak, bunların yanında bir de kavlî dualar vardır ki, bu ikisi bir vahidin iki yüzü gibidir. Birini yapıp diğerini ihmal veya terk etmek, neticeye ulaşılmasını engelleyebilir.
Onun için kavlî dualar da her zaman ve zeminde yapılmalı ve ihmâl edilmemelidir.
Kavlî dua denince tabiî olarak Allah Rasûlü (sav)’nün bu konuda söylediği dualar akla gelmektedir. Efendimiz (sav)’den, şeytandan Allah’a sığınma adına, çeşitli vesilelerle şeref-südûr olmuş birçok dua vardır. Yemekte, tuvalete girerken, ailesiyle münasebet esnasında vs. bunların hepsini teker teker ele alıp anlatma bu sohbetin çerçevesini aşar. Onun için Allah Rasûlü (sav)’nün şeytandan korkulduğunda söylenmesi için talim buyurduğu duayı örnek olarak zikredip sair şeyler için bu konuda yazılmış duaların derlendiği dua mecmualarına veya müstakil kitaplara müracaat etmenizi tavsiye ederim.
Allah Rasûlü (sav) şeytandan korkulduğunda şu duayı talim ederek bize tahassün yolunu göstermektedir: “Ya Rahman! Ne bir iyinin ne de bir kötünün kendilerini aşamayacağı, Allah’ın yarattığı, zürriyet halinde her tarafa saçtığı ve kusursuz meydana getirdiği şeylerin şerrinden, gökten inen ve oraya yükselen şeylerin şerrinden, Allah’ın yerde yarattığı ve yerden çıkan şeylerin şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerinden -hayırla gelenler müstesna- meydana gelen hâdiselerin şerrinden, Allah’ın tastamam kelimelerine ve vech-i kerimine sığınırım.”
Can evinden vurulan, mescidinin, minberinin, mihrabının yolunu unutan, küfür ve dalâlet vadilerinde bocalayıp duran ve bocaladıkça batan 20. asrın perişan, derbeder ve bir o kadar da ellerinden tutulmaya muhtaç nesillerine Rabbim inayet buyursun! Onları insî, cinnî şeytanların ve onların avenelerinin şerrinden muhafaza buyursun!.. Amin...
SADAKA VE ZEKATTA ŞEYTAN FAKTÖRÜ
Sadaka ve zekat vermede, şeytan ve nefsin menfî baskısının önemi büyüktür. Herbiri, insana, zekat ve sadakanın malda eksikliğe sebep olacağını ve neticede fakirlik gibi bir problemle karşı karşıya kalınacağını telkin ederler. Bu konuda Yüce Mevla, onların telkinlerine mukabil bizlere şu uyarıda bulunmaktadır:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutur (fakir düşeceğinizi söyleyerek sadaka vermekten geri kalmanızı ister) ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah ise, size kendi katından mağfiret ve lütuf va’dediyor. Şüphesiz Allah’ın lütfu geniştir, O bilendir.”
Allah Rasûlü (sav) de sadaka ve zekatın malı eksiltmediğini, bilakis artmasına sebep olduğunu ihtar eder. Zaten “Sadaka (zekat), maldan hiçbir şey noksanlaştırmaz” hadisi de bunun açık misalidir.
ŞEYTANLAR VE ONLARDAN KORUNMA
Şeytanlar yapıları ve vazifeleri itibariyle ayrı ayrıdır: Bazı şeytanlar, insanın kanı içinde dolaşırlar, bazıları insanın abdestiyle uğraşırlar, bazıları da insanın namazına musallat olmaya çalışırlar. Şeytanla ilgili ayet ve hadisler yorumlanırken, onların ayrı ayrı kategorilere girdikleri daima göz önünde bulundurulmalıdır.
İnsanın namazına musallat olmak isteyen şeytanlar, hadislerin anlattığına göre, ezan okunurken insandan uzaklaşırlar. Namaza durulduğunda döner yeniden gelirler. Kamet başlayınca yine kaçarlar. Cemaat namaza durunca yine gelir ve namaz kılanlara, o güne kadar hatırlamadıkları pek çok şeyi hatırlatarak namazın içine girerler.
Tabii, şeytan her namaza müdahale edemez. Bunu şöyle bir benzetme ile anlatabiliriz: Nasıl ki, havada mevcud mikroplardan bazıları tozları kullanır ve onları binek edinerek değişik yerlere ulaşır ve kendileri için elverişli muhitlere konarak oralara yerleşirler. -Onun için bugün modern hastahanelerde tozlar yok edilerek bir ölçüde mikropların intikali önlenmeye çalışılmaktadır-. Bunun gibi şeytanların bazıları vesvese yoluyla insanın içine girmeye ve orada yerleşmeye çalışır.. eğer insan, daha başta duâ ile, dinin hükümlerini tam yaşamakla vesveseyi belli bir yerde tecride tâbi tutabilirse, şeytanın içine girmesini engellemiş olur. Abdestin tam ve mükemmel alınması, abdeste musallat olmak isteyen şeytana sed olacağı gibi, hakkına riayet edilerek kılınan namaz da, namaza musallat olmak isteyen şeytana karşı bir mahfazadır. Hatta namazdaki secde, tek başına şeytanı uzaklaştırmaya yetecek bir potansiyel güç demektir. Kul secde edince şeytan: “O secde etti kurtuldu, ben secde etmedim kaybettim” deyip başına toprak saçtığını Hz. Sahib-i Şeriat söylüyor.
Ben, ihlas ve samimiyet içinde okunan ezanlar esnasında köpeklerin havlamaya başladığına çok şahid olmuşumdur. Öyle ki, bazen köpekler ezanla beraber havlamaya başlar ve ezan bitince de susarlar. Onların bu davranışlarından, kendimce hep şu ma’nâyı çıkarmışımdır: Köpekler nasıl zelzele gibi hâdiseleri bizlerden önce hissetme melekesine sahiptirler, öyle de bizim muttali olamadığımız buudları görme hassasına da malik olduklarından, ihtimal, onlar, ezan okunurken kaçmakta olan şeytanları bu hassaları ile görüyor ve onun için de o garip havlamayı yapıyorlar.
Şeytanlara karşı bizi koruyan melekler de vardır. Ancak onların korumalarına bizim de yardımcı olmamız gerekmektedir. Eğer onlar ciddiyet, samimiyet, haya, edep istiyor ve korumalarına, bizim böyle olmamızı birer şart-ı âdi kabul ediyorlarsa, bizler de ancak, onların isteklerini yerine getirmekle koruma altına alınabiliriz.
“Cennette seninle beraber olmak istiyorum” diyen sahabeye Allah Rasulü, “Çok secde ile bana yardımcı ol” buyurmuştu. Ve yine meşhurdur, biri: “Dede himmet”, o da “Oğul gayret!” demiş.
RİSALE…
ŞEYTANDAN İSTİÂZE SIRRINA DAİRDİR.
Sual: Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiçbir methalleri olmadığı, hem Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu, hem hak ve hakikatin cazibedar güzellikleri ve mehâsinleri ehl-i hakka müeyyid ve müşevvik bulunduğu, hem dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfir ettikleri halde, hizbüşşeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakka sığınmasının sırrı nedir?

fanidunya

  • Ziyaretçi
Ynt: ŞEYTAN
« Yanıtla #2 : Eylül 20, 2014, 08:56:42 ÖS »
Elcevap: Hikmeti ve sırrı şudur ki: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayetve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Herkesçe malûmdur ki, yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam bir günde tahrip eder. Evet, bütün âzâ-yı esasiyenin ve şerâit-i hayatiyenin vücuduyla vücudu devam eden hayat-ı insan Hâlık-ı Zülcelâlin kudretine mahsus olduğu halde, bir zalim, bir uzvu kesmesiyle, hayata nisbeten ademî olan mevte o insanı mazhar eder. Onun için, et-tahrîbü eshel durub-u emsal hükmüne geçmiş.
İşte bu sırdandır ki, ehl-i dalâlet, hakikaten zayıf bir kuvvetle pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galip oluyor. Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kalesi var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müthiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler, sırrıyla, ebedî bir sevap ve menfaatle o zarar telâfi edilir. O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.).
İŞARET
Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemîl-i Alel'ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor? Şu meseleyi çoklar sormuşlar ve çokların hatırına geliyor.
Elcevap:Şeytanın vücudunda cüz'î şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemâlât-ı insaniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade merâtip var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdâtın inkişâfâtı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sabit kalırdı. O halde insan nevinde binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak... Bir şerr-i cüz'î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir.
Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir. Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibinev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o neve gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, haşarat nev'inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nevine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet-i İlâhiye, şeytanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.
Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız, Kur'ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır.
Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve sâfi-kalb insanlara, tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor. Tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteriyor. Ve mukaddes zatlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor. Ve imkân-ı zâtîyi imkân-ı aklî şeklinde gösterip, imandaki yakînine münâfi bir şek tarzını veriyor. Ve o vakit o biçare hassas adam, kendini dalâlet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye'se düşer, o yeisle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye'sini, hem o zayıf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir; ya divane olur, yahut "Her-çibâd-âbâd" der, dalâlete gider. Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu, bazı risalelerde beyan ettiğimiz gibi, burada icmâlen bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki aynada yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi telvis etmez. Öyle de, hayal veya fikir aynasında küfriyâtın ve şirkin akisleri ve dalâletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz. Çünkü meşhur kaidedir ki, "Tahayyül-ü şetim şetim olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi küfür değil ve tasavvur-u dalâlet de dalâlet değil."
İmandaki şek meselesi ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münâfi değil ve o yakîni bozmaz. İlm-i usul-i dinde kavâid-i mukarreredendir ki,  Meselâ, Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki, zâtında mümkündür ki, o deniz, bu dakikada batmış olsun. Ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, madem bir emâreden neş'et etmiyor; zihnî bir imkân olamaz ki, şek olsun. Çünkü, yine ilm-i usul-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki,
 Yani, "Bir emâreden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki şüphe verip ehemmiyeti olsun."
İşte bu desise-i şeytaniyeye mâruz olan biçare adam, hakaik-i imaniyeye yakînini böyle zâtî imkânlarla kaybediyor zanneder. Meselâ, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, beşeriyet itibarıyla çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezim ve yakînine zarar vermez. Fakat o zarar verdi zanneder, zarara düşer.
Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde, Cenâb-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki, onun kalbi bozulmuş ki böyle söylüyor; titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki, o sözler kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letâifi içinde teşhis edemediğim bir iki lâtife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mesuliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: "Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin seni şekavete mahkûm etmiştir." O biçare adam ye'se düşüp helâkete gider. İşte, şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur'âniyedir. Ve âhirdeki desiselerine karşı, istiâze ile, ehemmiyet vermemektir. Çünkü ehemmiyet verdikçe, nazar-ı dikkati celb ettirip büyür, şişer. Mü'minin böyle mânevî yaralarına tiryak ve merhem, Sünnet-i Seniyyedir.
İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için, şeytanın bu desisesine karşı bir iki söz söyleyeceğiz. Şöyle ki:
İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, "İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur."
Malûmdur ki, âlâ birşey bozulsa, ednâ bir ¸eyin bozulmasından daha ziyade bozuk olur. Meselâ, nasıl ki süt ve yoğurt bozulsalar yine yenilebilir. Yağ bozulsa yenilmez, bazan zehir gibi olur. Öyle de, mahlûkatın en mükerremi, belki en âlâsı olan insan, eğer bozulsa, bozuk hayvandan daha ziyade bozuk olur. Müteaffin maddelerin kokusuyla telezzüz eden haşarat gibi ve ısırmakla zehirlendirmekten lezzet alan yılanlar gibi, dalâlet bataklığındaki şerler ve habis ahlâklarla telezzüz ve iftihar eder ve zulmün zulümatındaki zararlardan ve cinayetlerden lezzet alırlar, adeta şeytanın mahiyetine girerler. Evet, cinnî şeytanın vücuduna kat'î bir delili, insî şeytanın vücududur.
Saniyen: Yirmi Dokuzuncu Sözde yüzer delil-i kat'î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu ispat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu ispat ederler. Bu ciheti o Söze havale ediyoruz. Salisen: Kâinattaki umur-u hayriyedeki kanunların mümessili, nâzırı hükmünde olan meleklerin vücudu, ittifak-ı edyân ile sabit olduğu gibi, umur-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavâninin medarları olan ervâh-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında katîdir.  Belki umur-u şerriyede zîşuur bir perdenin bulunması daha ziyade lâzımdır. Çünkü, Yirmi İkinci Sözün başında denildiği gibi, herkes, herşeyin hüsn-ü hakikîsini göremediği için, zâhirî şerriyet ve noksaniyet cihetinde Hâlık-ı Zülcelâle karşı itiraz etmemek ve rahmetini itham etmemek ve hikmetini tenkit etmemek ve haksız şekvâ etmemek için, zahirî bir vasıtayı perde ederek, tâ itiraz ve tenkit ve şekvâ o perdelere gidip, Hâlık-ı Kerîm ve Hakîm-i Mutlaka teveccüh etmesin.  Nasıl ki, vefat eden ibâdın küsmesinden Hazret-i Azrail'i kurtarmak için hastalıkları ecele perde etmiş; öyle de, Hazret-i Azrail'i (a.s.) kabz-ı ervâha perde edip, tâ merhametsiz tevehhüm edilen o hâletlerden gelen şekvâlar Cenâb-ı Hakka teveccüh etmesin. Öyle de, daha ziyade bir katiyetle, şerlerden ve fenalıklardan gelen itiraz ve tenkit Hâlık-ı Zülcelâle teveccüh etmemek için, hikmet-i Rabbâniye, şeytanın vücudunu iktiza etmiştir.
Rabian: İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları, insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır. Meselâ, nasıl ki insanda kuvve-i hafızanın vücudu, âlemde Levh-i Mahfuzun vücuduna kat'î delildir; öyle de, insanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiplerinin ihtiyarına zıt ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini, hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat'î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerîrenin vücudunu ihsas ederler.
Üç Noktadır.
BİRİNCİ NOKTA: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kàsır fikirli insanları aldatır, der ki: "Birtek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvâliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?" der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.
Elcevap: Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber'dir. Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber'dir. Evet, Allahu ekber'in ziyade kesretle şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki:
Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvîri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:
Birinci yol: Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san'atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise, mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samedin rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü, Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat'î ispat edildiği üzere, o vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir ulûhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve  gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san'at vücut bulabilsin.
Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.
İKİNCİ NOKTA: Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.
Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.   sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir peygamber-i âlîşan   dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir?
Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü'minin birtek seyyiesiyle bütün hasenâtını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, o mü'mine adâvet ederler.
Halbuki, Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar birtek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır.
Halbuki, insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenâtını birtek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez. Öyle de, insan, garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenâtı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesat âleti olur.
Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desise ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad ediyor, hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozuyor ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl ediyor. Şöyle ki:
Bir hakikat-i imaniyeye dair yüzer delâil-i ispatiyenin hükmünü, nefyine delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki, "Bir ispat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor." Bir dâvâya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere râcih olur. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:
Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.
İşte, hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. "İşte bu saraya girilmez. Belki saray değildir, içinde birşey yoktur" der, kandırır.
İşte, ey şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen, muhkemât-ı Kur'âniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a'mâl ve hâtırâtını tart. Ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyyeyi daima rehber yap. Ve   de, Cenâb-ı Hakka ilticada bulun.


NÜKTELER..
EŞEK TÜCCARI ŞEYTAN VE MÜŞTERİLERİ
Şeytan ateşten yaratılmıştır. Böyle yaratılışı O’na bazı hususiyetler de kazandırmıştır. Nitekim şeytan çeşitli kılık kıyafete girer, muhtelif görünüşlerde dolaşabilir. İsa (as) da bir gün eşek tüccarı kılığında görünmüştür. Kendisini hemen tanıyan Allah’ın Nebisi sormuş:
-“Ey şeytan, böyle eşek tüccarı kılığında nereye gidiyorsun?” tanındığını anlayan şeytan gerçeği gizlemeyi ihtiyaç duymadan cevap vermiş:
-“Nereye olacak pazara gidiyorum!”
-“Ne yapacaksın pazarda?”
-“Şu eşekleri yükleriyle birlikte satacağım.” İsa (as) merak etmiş. Eşekleri yükleriyle birlikte kim alır diye sormuş:
-Eşekleri ayrı, yüklerini de ayrı satman gerekmez mi?
-“Hayır, eşeklerimin yükleri de kendileri gibi kıymetlidir. Eşeği almak isteyenler yükünü de almak isterler. Onun için onları üzerindeki yükleriyle birlikte satacağım.” Hz. İsa büsbütün meraklanmış.
-“Ey şeytan, sen bu eşeklere ne yükledin ki, ikisini birden satacağını sanıyorsun? Eşeğin yükü çok mu kıymetli sanki?” demiş. Şeytan kahkahayı basmış:
-Sen, demiş, bu yükleri bilsen şaşıp kalırsın. Bilmiyorsun da onun için tereddüt ediyorsun.
-“Anlat bakayım neler yükledin eşeklerine.” Şeytan başlamış anlatmaya:
-“Şu birinci eşekte (hased), İkincisinde (kibir), üçüncüsünde (zulüm) yüklüdür.” Hz. İsa (as) daha çok meraklanmış:
-Ey şeytan, kim alır senin hased, kibir, zulüm yüklü eşeklerini? Deyince bir kahkaha daha atan şeytan:
-“Bak demiş, anlatayım kimler müşteri olacak, eşeklerimi yükleriyle birlikte satın almaya?” En öndeki eşeği göstermiş:
-“Şu birinci eşekte hased yüklüdür. Bunu, bilginlere, azıcık ilim sahiplerine satarım. Zira bilginlerin bir kısmında hased arzusu zirvededir. Onlar kendileri gibi olan diğer bilginlere hased etmekten duramazlar. Hased ve kıskançlık onların en çok kullandıkları sermayelerdir. Bu eşek onlarındır.” Sonra ikinci eşeği göstermiş:
-“Şu ikinci eşekte kibir yüklüdür. Bunu da cahil zenginlere satarım. Serveti çok, bilgisi az zenginler, çok kibirli olurlar. Başkalarını küçük, kendilerini büyük görürler. Kibirsiz duramazlar. Bu eşek de onlarındır.” Son eşeği gösterirken de şöyle demiş:
-Bu üçüncü eşekte ise zulüm yüklüdür. Bunu da salahiyet sahibi amirlere, hükümet büyüklerine satarım. Onlar vatandaşın istediklerini rüşvetsiz yapmazlar. İstedikleri zamana kadar geciktirirler. Zulümsüz duramazlar. Bu da onlarındır.
Bunları dinleyen İsa (as) ellerini açıp Allah’a yalvarmaya başlamış:
-“Ey Rabbim, bu eşek tüccarlarına müşteri olmak istemeyenleri sen koru, hased, kibir, zulüm eşeklerine muhtaç eyleme.” Duayı işiten şeytan bağırmaya başladı:
-Ne yapıyorsun, ben kiminle alış veriş yapacağım, müşterilerimi kaçıracaksın?
ŞEYTANI DİZE GETİREN TÖVBE-İSTİĞFARLAR
Bir sabah meşhur sahabelerden birisinin şiddetle kapısını vurup uykudan uyanması sağlanır. Güneşin doğmasına az kalmıştır. Sahabe, “sen kimsin? Bu saatte benden ne istiyorsun?” diye sorar. Kapıyı vuran, “ben inanmayacaksın ama şeytanım, senin güneş doğmadan önce sabah namazını kılmanı istiyorum. Hemen acele et!...” der.
Sahabe, “sen hep şer peşinde koşarsın, niçin böyle bir hayra sebeb olmak istiyorsun?” diye sorunca:
-“Evet doğru…ama hatırlayacaksın geçen, seni bir defa seni meşgul ettim, gaflete boğdum ve sabah namazına kalkmanı engelledim. Fakat sen öyle bir pişmanlık gösterdin, öyle bir tevbe istiğfar ettin ki, sabah gafletinle beraber daha pek çok günahlarını da affettirdin. Bu işten ben zararlı çıktım. Onun için şimdi kurnazlık yapıp, bir daha öyle bir dua ve yalvarmayla tövbe etmemen için sana iyilik yapıyormuşum gibi davrandım. Fakat sen acele et, yeni geç kalıp başıma iş açacaksın,” diye cevap verir.
ŞEYTAN NEDEN BEDBAHT OLDU?
Ebu Muhammed Mervezi der ki:
-“Şeytan ancak şu beş hasletten dolayı bedbaht olmuştur:
Günahlarını ikrar ve itiraf etmedi.
İsyanından dolayı pişman olmadı.
Kendisini hiç kınamadı.
Tevbe etmedi.
Allah’ın rahmetinden ümidini kesti.
Âdem (as) ise, bunların aksine 5 hasleti yüzünden saadete kavuşmuştur:
Günahlarını itiraf etti.
Günahından dolayı pişman ve nâdim oldu.
Kendini kınadı.
Hemen tevbe etti.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmedi.
HEPSİNİ DOĞRU SÖYLÜYOR
İbni Abbas (r.a) Hazretlerinden naklen Muaz bin Cebel naklediyor:
-Bir gün Resulallah ile beraberdik. Ensardan birisinin evinde toplanmıştık. Tam bir cemaat olmuştuk. Sohbete dalmıştık. Bu arada dışarıdan bir ses geldi:
-Ev sahibi, içeridekiler, eve girmem için bana izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim var. Görülecek bir işim var.
Bunun üzerine herkes Efendimizin (s.a.s.) yüzüne bakmaya başladı. Efendimiz duruma vakıf oldu ve: -“Bu seslenen kimdir, bilir misiniz? Buyurdu. Biz hep birden şöyle dedik:-“En iyi bilen Allah ve Resulüdür.”
Bunun üzerine Efendimiz:-“O lain İblistir, (şeytandır) Allah’ın laneti onun üzerine olsun” buyurunca hemen Hz. Ömer: -“Ya Resulallah bana izin veriniz onu öldüreyim” dedi. Efendimiz bu izni vermedi ve şöyle buyurdu:-“Dur ya Ömer, bilmiyorsun ki, ona belli bir vakte kadar mühlet verilmiştir. Öldürmeyi bırak” sonra şöyle buyurdu:-“Kapıyı ona açın gelsin. O buraya gelmek için emir almıştır. Diyeceklerini anlamaya çalışınız. Size anlatacaklarını iyi dinleyiniz” bundan sonra raviden dinleyelim:
Kapıyı ona açtık. İçeri girdi ve bize göründü. Bir de baktık ki, şekli şu: bir ihtiyar. Şaşı, aynı zamanda köse. Çenesinde altı veya yedi kadar kıl sallanıyor. At kılı gibi. Gözleri yukarı doğru açılmış, kafası büyük bir fil kafası gibi. Dudakları da, bir manda dudağı gibiydi. Sonra şöyle selam verdi:
-“Selam sana Ya Muhammed, selam size ey cemaat-i müslimin” Onun bu selamına Efendimiz şu mukabelede bulundu:
-“Selam Allah’ındır, ya lain” Sonra ona şöyle buyurdu:-“Bir iş için geldiğini duydum, nedir o iş?”
Şeytan şöyle anlattı:-Benim buraya gelişim, kendi arzumla olmadı. Mecburen geldim. Efendimiz (s.a.s.) sordu: -“Nedir o mecburiyet?” Şeytan anlattı:-“İzzet sahibi Rabbin katından bir melek geldi ve dedi ki: “-Allahu Teala sana emrediyor, Muhammed’e gideceksin. Ama düşük ve zelil bir halde. Tevazu ile ona gideceksin ve ademoğullarını nasıl aldattığını söyleyeceksin. Sonra o sana ne sorarsa doğrusunu söyleyeceksin. Sonra Allahu Teala buyurdu ki: söylediklerine bir yalan katarsan , doğruyu söylemezsen seni kül ederim, rüzgar savurur. Düşmanlarının önünde seni rüsvay ederim. İşte böyle Ya Muhammed, o emir üzerine sana geldim. Arzu ettiğini bana sor, şayet bana sorduklarına doğru cevap vermezsem düşmanlarım benimle eğlenecek. Şu muhakkak ki, düşmanlarımın eğlencesi olmaktan daha zor bir şey yoktur.
Bundan sonra Efendimiz (s.a.s.) şöyle sordu:-“Madem ki sözlerinde doğru olacaksın. O halde bana anlat Halk arasında en çok sevmediğin kimdir? Şeytan cevap verdi: “-Sensin Ya Muhammed…Allah’ın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim bir kimse yoktur. Sonra, senin gibi kim olabilir ki? Efendimiz (s.a.s) sordu: -“Benden sonra en çok kimlere buğuzlusun ve sevmezsin?” Şeytan anlattı: “-Muttaki bir genci ki, varlığını Allah yolunda vermiştir.” Bundan sonra sual-cevap aşağıdaki şekilde devam etti. Resulullah Efendimiz (s.a.s.) sordu; Şeytan anlattı:
-Sonra kimi sevmezsin. “-Kendisini sabırlı bildiğim, şüpheli şeylerden sakınan alimi”
-Sonra? “-Temizlik işinde yıkadığı şeyleri üç defa yıkamaya devam eden kimseyi”
-Sonra? “-Sabırlı olan bir fakir ki, ihtiyacını hiç kimseye anlatmaz. Halinden şikayet etmez.”
-Peki bu fakirin sabırlı olduğunu nerden bilirsin? “-Ya Muhammed, ihtiyacını kendi gibi kimseye açmaz. Her kim ihtiyacını kendi gibi birisine üç gün anlatırsa Allah onu sabredenlerden yazmaz. Sabırlı kimselerin işi buna benzemez. Hasılı onun sabrını, halinden, tavrından ve şikayet etmeyişinden anlarım.”
-Sonra kim? “-Şükreden zengin”
-Peki, ama o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın? “-Onu görsem ki, aldığını helal yoldan alıyor ve mahaline harcıyor. Bilirim ki, o şükreden bir zengindir.” Efendimiz (s.a.s.) bu defa mevzu değiştirdi ve ona başka sualler sordu:
-Peki ümmetim namaza kalkınca senin halin nice olur? “-Ya Muhammed, beni bir sıtma tutar, titrerim.”
-Neden böyle olursun ya Lain? “-Çünkü bir kul, Allah için secde edince bir derece yükselir.”
-Peki ya oruç tuttukları zaman nasıl olursun? “-O zaman da bağlanırım, ta onlar iftar edinceye kadar.”
-Peki ya Hacc yaptıkları zaman nasıl olursun? “-O zaman da çıldırırım.”
-Peki ya Kur’an okudukları zaman nasıl olursun? “- O zamanda eririm. Tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi.”
-Peki ya sadaka verdikleri zaman halin nasıldır? “-İşte, halim pek yaman olur. Sanki sadaka veren, bir testere alır eline ve beni ikiye böler.”
-Neden böyle testere ile ikiye bölünürsün, ya Eba Mürre? Bunun sebebini İblis “-Onu da anlatayım” dedikten sonra anlatmaya başladı: Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Şöyle ki: Allah’u Telala sadaka verenin malına bereket ihsan eder. O sadaka veren kimseyi halkına sevdirir. Allahu Teala, onun verdiği sadakayı cehennemle arasında perde yapar. Allahu Teala, belayı, sıkıntıyı ve ahları ondan defeder.
Bundan sonra Efendimiz (s.a.s.) ashabı hakkında ona bazı sorular sordu: -Ebu Bekir için ne dersin? İblis buna şu cevabı verdi: “- o bana cahiliyet devrinde bile itaat etmedi. İslama girdikten sonra nasıl itaat eder.”
-Ömer Bin Hattab hakkında ne dersin? “-Allah’a yemin ederim ki, her gördüğüm yerde ondan kaçarım.”
-Peki Osman bin Affan için ne dersin? “-Ondan utanırım. Hem de çok. Nasıl ki, Rahman’ın melekleri ondan utanırlar.”
-Peki, Ali bin Ebi Talip için ne dersin? “-Ah, onun elinden bir kurtulsam. O, kendi başına kalsa ben de kendi başıma kalsam. O beni bıraksa, ben de onu bıraksam. Ben onu bırakırım ama o beni bırakmaz.”
Efendimiz (s.a.s.) yukarıda soruları sorduktan sonra ve şeytanın verdiği cevaplarda kısmen bittikten sonra “-Ümmetime saadet ihsan eden, seni de ta belli bir vakte kadar şaki kılan Allah’a hamd olsun.” Efendimizin o cümlesini duyan lain şöyle dedi:
-Heyhat…Heyhat… ümmetin saadeti nerede? Ben o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmeti için nasıl ferah diyorsun? Ben onların kan mecralarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu halimi göremezler ve bilemezler. Beni yaratan ve baas gününe kadar bana mühlet veren Allah’a yemin ederim ki, onların bütününü azdırırım. Cahillerini ve alimlerini, ümmilerini ve okumuşlarını, facirlerini ve abidlerini…Hasılı, bunların hiç biri elimden kurtulmaz. Fakat, Allah’ın halis kullarını, evet bunları azdıramam.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) sordu: “-Sana göre ihlas sahibi olan muhlis kullar kimlerdir? Bu suale İblis şu cevabı verdi:
-Bilmez misin ya Muhammed? Bir kimse ki, dirhemi ve dinarı sever, o Allah için bir ihlasa sahip değildir. Bir kimseyi görsem ki, dirhemi ve dinarı sevmez, övünmekten ve methedilmekten hoşlanmaz, bilirim ki, o ihlas sahibidir. Hemen onu bırakır kaçarım. Bir kul malı ve övünmeyi sevdiği süre, kalbi de dünyaya arzulu kaldığı müddetçe, o size vasfını yaptığım kimseler arasında bana en çok itaat edendir. Bilmez misin ki, mal sevgisi günahların en büyüğüdür. Bilmez misin ki, Ya Muhammed baş olma sevgisi büyük günahların en büyükleri arasındadır. Ya Muhammed bilmez misin ki, benim yetmiş bin tane çocuğum var. Bunların her birini bir başka yere tayin etmişimdir. Sonra her çocuğumla birlikte yetmiş bin tane şeytan vardır. Onların bir kısmını ulemaya gönderdim. Bir kısmını gençlere yolladım, bir kısmını da meşahiye saldım. Bir kısmını da kadınlara musallat ettim. Gençlere gelince aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla gayet iyi geçiniriz. Çocuklara gelince: Onlar da bizimkilerle istedikleri gibi oynarlar.
Bizimkilerin bir kısmı da abidlerin başına dert ederim. Bir kısmını da zahitlerin. Onlar, bunların yanına girer, halden hale sokarlar. Bir tepeden öbürüne hep dolaşıp durular. Öyle bir hal alırlar ki, başlar, sebeplerden her hangi birine sövmeye. İşte böylece onlardan ihlası alırım. Onlar, bu halleriyle yaptıkları ibadeti, ihlassız yaparlar. Ama bu hallerinin farkına varmazlar.
İblis, bundan sonra aldattığı bir rahibin hikayesini anlatmaya geçti. Ve şöyle dedi: “-Bilmez misin ya Muhammed, Rahip Barsiba, tam yetmiş yıl ihlas ile Allah’a ibadet etti. Bu ibadetlerinin sonunda, ona öyle bir hal ihsan edilmişti ki, her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifayab oluyordu. Onun peşine takıldım. Hiç bırakmadım. Zina etti, katil oldu. Sonunda küfre girdi. Bu o kimsedir ki, Allahu Teala Aziz kitabında onu şöyle anlatıyor:
-Şeytanın hali gibidir ki o insana,
-Kafir ol…dedi. Vaktaki o kafir oldu, bu defa ona şöyle dedi:
-Ben senden uzağım. Ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım(59 / 16)
İblis bundan sonra bazı kötü huylar üzerinde durdu. Ve onların her birerlerinden nasıl istifade ettiğini anlattı.
-Bilmez misin ya Muhammed, yalan bendendir ve ilk yalan söyleyen de benim. Herkim yalan söylese, o benim dostumdur. Her kim yalan yere yemin ederse, o da benim sevgilidir. Bilmez misin ya Muhammed? Ben adem ve Havva’ya yalan yere Allah adına yemin ettim. –Muhakkak ki ben nasihat ediyorum(7 / 16) dedim. Bunu yaparım. Çünkü yalan yere yemin gönlümün eğlencesidir.
-Gıybet ve koğuculuğa gelince, onlar benim meyvelerim ve şenliğimdir. –Her kim talak üzerine yemin ederse, günahkar olacağından endişe edilir. İsterse bir defa olsun. İsterse doğru bir şey üzerine olsun her kim talakı ağzına alırsa, taa hakikat belli oluncaya kadar karısı ona haram olur. Onlar bu halleriyle kıyamete kadar meydana getirecekleri çocuklar zina çocukları olur. Ağza alınan o talak kelimesi yüzünden hepsi cehenneme gider.
-Ya Muhammed namazı an be an tehir edene gelince onu da anlatayım. O her zaman ki, namaza kalkmak ister. Ona vesvese veririm. Derim ki: Henüz vakit var. Sen de meşgulsün. Hele şimdilik işine bak. Sonra kılarsın. Böylece o vaktinin dışında namazını kılar. Bu sebepten onun kıldığı namaz yüzüne atılır. Şayet o kimse beni mağlup ederse, ona insan şeytanlarından birini yollarım. Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkor. O bunda da beni mağlup ederse, bu sefer onun hesabını namazda görmeye bakarım. O namazın içindeyken:-“Sağa bak, sola bak” derim. O da bakar. O ki böyle yaptı. Yüzünü okşar alnından öperim. Bundan sonra ona: “- Sen ebedi yaramaz bir iş yaptın. Derim ve böylece onun huzurunu bozarım. Sen de bilirsin ki, ya Muhammed her kim namazda sağa sola çokça bakarsa, Allah onun namazını kabul etmez. Yüzüne atar. Bunda da mağlup olursam, yalnız başına namaz kıldığı zaman yanına giderim. Ona çabuk çabuk kılmasını emrederim. O da başlar, çabuk çabuk kılmaya. Tıpkı horozun gagası ile yerden bir şeyler topladığı gibi.
Bu işi ona yaptırmada da başarı kazanamazsam, bu sefer cemaatle namaz kılarken yanına varırım. Orada onun başına bir gem takarım. Başını imamdan evvel secdede ve rükudan kaldırırım. İmamdan evvel de secde ve ruku yaptırırım. İşte o böyle yaptığı için, kıyamet günü, Allah onun başını eşek başına çevirir. –O kimse bunda da beni yenerse, bu defa, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrederim. Böylece o, beni tesbih edenlerden olur. Ama bu işi ona namaz içinde yaptırmaya muvaffak olmazsam ve bunda da, ona mağlup olursam, bu sefer ona tekrar giderim.namaz içinde iken burnuna üfleyince esnemeye başlar. Şayet o bu esneme esnasında elini ağzına kapatmazsa, onun içine küçük bir şeytan girer. Dünya hırsını ve dünyevi bağlarını çoğaltır.
-İşte bundan sonra o kimse, hep bize itaat eder, sözümüzü dinler, dediklerimizi yapar. Şeytan bundan sonra konuşmasına devam etti.-sen ümmetinin hangi saadetinden ferah duyarsın ki? Ben onlara ne tuzaklar kurarım. Miskinlerine, çaresizlerine ve zavallılarına giderim. Namazı bırakmalarını emrederim. Ve onlara derim ki: “-Namaz size göre değil. O afiyet ihsan ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir”
-Sonra hastalara giderim. Namaz kılmayı bırak derim. Çünkü Allahu Teala “hastalara zorluk yok (24 / 61) buyurdu. İyi olduğun zaman çokça kılarsın. Ve o böylece namazını bırakır. Hatta küfre de girebilir. Şayet o hastalığında namazını terk ederek ölüp giderse, Allah’ın huzurunda vardığında, Allahu Teala’yı öfkeli bulur. Sonra şöyle dedi:
-Ya Muhammed eğer sözlerime yalan kattımsa, beni akrep soksun. Sonra eğer yalan varsa, Allah’tan dile beni kül eylesin... 
KOMADA DUYULAN SES
1989 yılında geçirdiğim bir trafik kazası sonu­cunda koma halinde hastaneye kaldırılmıştım. Ya­nımda bulunan eşim vefat etmiş, beni kontrol eden doktor, kan deryası içinde kalan vücudumda bir ha­yat emaresi göremediğinden, bana da ölü raporu vermişti. O akşamki TRT haber bülteninde, kazada ölen kişilerin arasında benim de ismim bulunuyor­du.
Daha sonraları ölmediğim anlaşılmış ve üç gün devam eden koma halinden sonra kendime gelmiş­tim. Fakat kazadaki darbelerin tesiriyle gözlerimi açamıyor, vücudumun hiçbir noktasını kımıldatamıyordum. Koluma takılan serumdaki uyuşturucula­rın tesiriyle de, fazla bir şey düşünemez hâle gelmiş­tim. Tam manâsıyla yaşayan bir ölü gibiydim. İlk ön­ce kendimi çok ağır bir uykuda zannettim. Bir türlü uyanamadığım bir uykuda. Bu sırada başucumdaki konuşmaları duydum. Sesinden tanıdığım amcam:
— Doktor bey, üç gündür hiçbir gelişme yok, di­yordu. Müsaade ederseniz, hastamızı Ankara'ya gö­türelim.” Doktor ise:
— Hastanız her an ölebilir, diye cevap verdi. Bu durumda nakline izin vermek cinayettir. Zaten böy­le bir mesuliyetin altına da giremem.
Bu konuşmalar üzerine büyük bir kaza geçirdi­ğimi anlamış ve doktorun "Her an ölebilir" sözüyle dehşete kapılmıştım. Fakat duyma ve düşünme duy­gularımın dışındaki bütün fonksiyonlarımı kaybetti­ğimi hissediyordum. Ölmekten çok Cenâb-ı Hakk'a hesap verememekten korkuyor ve boğazım sıkılmış gibi sık sık nefes alıyordum.
Ruhumu teslim etmekte olduğumu zanneder­ken, nereden geldiğini anlayamadığım bir ses, be­nimle konuşmaya başladı. Ve ne için bu kadar kork­tuğumu sordu. Sebebini söylediğimde, aynı ses:
— Korkacak hiçbir şey yok, dedi. Tamamen asıl­sız ve hurafe şeylere inandırıldığın için böyle sıkıntı çekiyorsun. Allah ve âhiret günü diye bir şey yok ki sıkıntısı olsun. Sana bunların boş şeyler olduğunu ispat edeceğim. Eğer beni tasdik edersen, hiçbir sı­kıntı ve endişen kalmadığını göreceksin.
Kendimi, yıkılan bir dağın altında kalmış gibi hissettiğim için:
— Peki hemen anlat ve beni bu sıkıntıdan kur­tar, dedim. O ses:
_ Biliyorsun ki çekirdekler önce fidan, sonra ağaç olur, dedi. Daha sonra da ömrünü tamamlar sulan çekilir, kurur ve toprağa karışırlar. Hayvanlar da bizim gibi doğar, büyür, gelişir ve ömürlerini ta­mamladığında toprak olurlar. Sen o ağaçların veya hayvanların, senin gibi endişe duyup, korktuklarını gördün mü? Elbette hayır. Çünkü onlar, bâtıl şeyle­re inandırılmamışlar. Yani yeniden dirilme veya he­saba çekilme diye bir şey olmayacağı için, onların da bu tur şeylerden endişesi yoktur. Sen de boş şeyleri kafandan atarsan, hiçbir sıkıntın kalmayacak, gör bak nasıl rahat edeceksin!.
Bu sözleri işittikten sonra sıkıntım daha da art­ta. "Acaba dediği gibi inkâra sapsam, rahatlar mı­yım?'1 diye düşünüyor, fakat kalp ve ruh gibi latifele­rimin, bu inkârı kabule yanaşmadıklarını hissedi­yordum.
Birden, sanki bir elektrik lâmbasına dokunmuş gibi zihnim aydınlanmaya başladı. Daha evvel oku­duğum veya dinlediğim imânî bahisler, bir film şeri­di gibi gözümün önünden geçiyordu. O ses'e hita­ben:
— Beni yalan ve cerbeze ile aldatmak istiyorsun dedim. Ama ben akıl sahibiyim ve bu yüzden yaptık­larımdan mes'ûlüm. Sen beni akılsız hayvanlar ve şuursuz bitkilerle nasıl bir tutabilirsin? Ben, elbette hesap vermekten endişe duyarım. Çünkü bana, hay­van ve bitkilere verilenlerden belki bin defa daha ge­lişmiş vaziyette ihsan edilen cihazları ve akü nimeti­ni nefis ve heva yolunda sarfetsem, onlardan bin de­fa daha aşağılara düşerek âhirette cezaya müstehak olurum. Hem bir iğne ustasız, bir resim ressamsız bir köy muhtarsız olamazken, bu kusursuz kâinatın bir sahibi ve yaratıcısı olmaz mı? Ve bütün kâinatla birlikte beni de mükemmel şekilde yaratan Rabbim, beni hesaba çekmeyerek başıboş bırakır mı?
Evet, imân nurları o zor anlarımda imdadıma yetişmiş ve içinde bulunduğum karanlık dünyamı ay­dınlatmaya başlamıştı. Nurlardan edindiğim iman hakikatlerini anlattıkça, sıkıntılarımın hafiflediğini hissediyordum. Biraz sonra o ses tamamen susmuş ve bana cevap veremez hâle gelmişti.
Daha sonra kendime gelmişim ve arkadaşlarımın anlattıklarına göre dışarıdaki ezan sesini duyup, na­maz kılmak istemişim.
Bu mektubu sizlere yazarak başımdan geçen bu ürpertici hâdiseyi anlatmamın sebebi, iman hakikat­lerine ne kadar muhtaç olduğumuzu ifade etmek içindir. Çünkü son nefeste iman ile kabre gitmek ve onu cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirerek inşaallah ebedî saadeti kazanmak, tamamen bu hakikatlann elde edilmesine bağlıdır.
Şeytanın, ölüm anındaki insanlara musallat olduğunu, onları inkara saptırmak için akıllarına ves­vese verdiğini ve bu yüzden de kuvvetli bir imana sa­hip olunması gerektiğini bütün mü'min kardeşleri­miz biliyordur. Fakat ben, bu durumun bir örneğim, ölüm öncesinde, Cenâb-ı Hakkın izniyle yaşadım. Ve bu hâdiseyi de Zafer Dergisi kanalıyla bütün ina­nanlara anlatmayı bir vazife bildim. İnşaallah bir alâmet-i gurur olmamıştır.
ŞEYTANIN ESPRİLERİ
Birgün şeytan Firavun'un yatak odasının ka­pısını hızlı hızlı vurmaya başlamış. Firavun da, bu densiz kapı vuruştan rahatsız olarak, "Kim o?" diye bağırmış. Şeytan, Firavun'a, "Sen in­sanlara hem, 'Ben sizin en yüce rabbinizim.' diyor, tanrılık iddia ediyorsun, hem de daha kapının arkasında kimin olduğunu bile bilmi­yorsun, bu nasıl tanrılık böyle?" diyerek dalga geçmiş.
Şeytan birgün elinde büyük bir ip yumağı ile gidiyormuş. Adamın birisi, "Sen bu iplerle ne yapıyorsun?" diye sormuş. Şeytan, "İnsanları bağlayıp, istediğim yere götürüyorum." demiş. O adam, "Peki haydi beni bağla ve peşinden sürükle bakalım!" demiş. Şeytan, "Şu anda bir iş peşindeyim, istersen beraber gidelim. Onu bitirince ben sana nasıl bağladığımı göstererek merakını gideririm. Yalnız şimdilik, düş peşi­me." demiş. Şeytana kanan adam, onun arka­sına takılmış. O dere senin, bu tepe benim ak­şama kadar şeytanın peşinde dolaşmış. Sonunda canı sıkılınca: "Yeter be... Bağlayacaksan bağla da nasıl peşinden sürüklüyorsun göre­lim." demiş. Şeytan o hınzır gülüşüyle adama demiş ki: "A koca ahmak, ben sana hiç ip bağ­lamadan bu kadar peşimden sürükledim. Bir de boynuna ip geçirmek için niye zahmet ede­yim ki?"
Hakikaten dikkat ediyorum, en çok şeytanın peşinden koşanların en çok şeytanı İnkâr eden İnsanlar olduğunu görüyorum. Hatta onlar, "Yok canım şeytan diye bir şey mi olurmuş? Öyle şeylere inananlar çağ dışı kalmış kişiler­dir." diye bir de akıl vermeye çalışıyorlar. Şim­di bunlar acaba yukarıda anlattıklarımdan çok mu farklılar? Bence aynı kategoride bulunuyor­lar, harta ondan daha da geri bir durum sergi­liyorlar. Çünkü iç sezgilerini olsun hiç dinlemi­yorlar.
Kim bilir şeytan onlarla ne gibi espiriler ya­pıyordur?...
 ALACA BULACA SÖZLERLE
Her hâlde eskiden şeytanlar görünürmüş. Yahut görünenler insan şeytanlarıymış. Her neyse. Bir adamın düğünü olacakmış. Şeytana demiş ki, "Hiç olmazsa şu düğünüme olsun gelme de, rahat bir evlilik yapayım." Şeytan, "Tamam gelmeyece­ğim." diye söz vermiş. Düğün zamanı sağdan soldan dost, akraba, yakın uzak köyler gelmeye başlamış. Şeytan da gitmiş köyün dışında bir çeşme başına otur­muş. Düğüncülerden bir gruba, "Ben işin içinden çı­kamadım ama acaba siz düğün yerine varınca bir sor­sanız, belki bir bilen çıkar. Şu alaca kargaların beyazı mı çok, yoksa siyahı mı?" demiş. Onlar düğün yerine gelince bu soruyu oradakilere sormuşlar. Bunun üzeri­ne bir münakaşa başlamış. Bir kısmı "Beyazı çok!" di­yormuş, bir kısmı da "Hayır siyahı çok!" diyorlarmış. Ağız dalaşları daha sonra gerçek bir kavgaya dönüş­müş. Ölenler, yaralananlar gırla. Neyse bizimki şey­tanla karşılaşmış. Şeytan "Bak sözümde durdum ve gerçekten düğününe gelmedim." demiş. Ama o bir "Ah!" çektikten sonra demiş ki, "Gelmedin ama, alacalı bulaşalı sözlerinle ortalığı kırmızı kana buladın!" demiş.
Ben şimdi şeytanın bu hilesini öğrendikten sonra artık kimlerin insi şeytan, kimlerin çeşme başından uçurdukları sözlerle pişmiş aşlara su, daha doğrusu kan-irin kattıklarını daha iyi anlamaya başladım.
Sizler de biraz dikkat etseniz hemen fark edersiniz. Bunun için de benim kadar zeki olmanız gerekmez. Aferin bana, dolambaçlı sözlerle de olsa, yine kendi propagandamı aynalı biçimde yaptım.

 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]