ŞEYTAN, TEBLİĞ GÖREVİNİ YAPMAKTAN SİZİ ALIKOYMASIN!
İnsana ilim ve irfan, kemalat ve fazilet, varlık ve makam ve rütbe namına ne verilmişse; bütün bu ikram ve ihsanların şükrü de o nimetlerin cinsinden olmalıdır. Mesela, tüccarın şükrü, Allah'ın ona bahşettiği varlık nimetini hayırda, hasenatta, dine ve imana hizmette kullanmaktır. Askerin şükrü, düşmana karşı hayatını Hak uğruna feda etmektir.
Âlimlerin şükrü, ilmi talim etmek ve talebe yetiştirmektir. Makam-ı tebliğde oturanların şükrü, tebliğ görevini sürdürmektir; öğrendiği iman hakikatlerini etrafıyla paylaşmak, mütalaa ve müzakere ile hakikat ilminde derinleşmek; iman nurlarınıbütün aleme neşir ve tamim etmeye çalışmaktır.
Nasıl ki, zekâtını Allah yoluna tasadduk edenin malına bereket ve ihsan gelir: Allah onun varlığına varlık katar. Onu bela ve musibetlerden korur.Öyle de, Cenab-ı Hak, ilminin zekatını verenlerin de ilmini ziyadeleştirir; ilmine manevi bir bereket, tatlı bir lezzet, doyulmayan bir taravet bahşeder. O zatın sohbeti tatlılaşır, ruhlara ünsiyet verir.
Bu makamda, şeytan usturuplu bir desise ile bazı fıtratlara ilişir, sağdan yaklaşır: "Sen kim, şu ulvi hakikatleri anlatmak kim? Kala kala bu hakikatleri terennüm etmek sana mı kaldı?" diyerek o şahsın tebliğ ve takdim görev ve sorumluluğunu bloke etmeye çalışır. Halbuki her Müslüman bildiği ile amel etmek ve öğrendiklerini eş ve dostuna, yakın çevresine duyurmakla mükelleftir.
"Ben bilmiyorum, benim anlatma kabiliyetim yok! Ne biliyorum ki, anlatayım? Anlatırsam bu hakikatlere perde olurum," tarzındaki ifadeler nefis ve şeytanın bir hilesidir; tevazu perdesi altında hizmet ve tebliğ sorumluluğundan bir kaçıştır.
Ehl-i imanın bu vartadan sıyrılması gerekir. Her Müslüman'ın -kap ve kabiliyeti nispetinde- ciddi bir gayret ile tebliğ sorumluluğunu yüklenmesi, etrafına bir şeyler vermeye çalışması bu asırda cidden lazım ve elzemdir.
Prof. Dr. Şener Dilek