* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: Cihad ve Fetih  (Okunma sayısı 1702 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimiçi fanidunya NET

  • Administrator
  • *****
  • İleti: 7241
Cihad ve Fetih
« : Ağustos 15, 2024, 08:41:35 ÖÖ »
Cihad ve Fetih

Cihad, Arapça "C-H-D" "Cehd" kökünden gelir.

Lügatte cehd; gayret etmek, takat yani güç yetirmek ve meşakkat çekmek gibi anlamlara gelir.

Terim manası, "Bezlü'l-mechudi fi husuli'l-maksud"dur, yani maksada ve belirlenen hedefe ulaşmak için tüm gayretini sarf etmek anlamına gelir. Bu da meşakkat ve sıkıntılara sabır göstererek nefisle, şeytanla, ahlaksızlık olan fısk ve sefahatle, kötülüklerle ve zulümle her nevi mücadeleyi yapmak demektir.

Dini ıstılah olarak cihad, ilây-ı kelimetullah için hak ve hakikat düşmanları ile mücadele etmek ve bunun için cehd ve gayret sarf etmektir.

İlimde çok cehd ve gayret göstererek içtihad yapacak dereceye gelen bilgine "müçtehit" denir. Böylece dinde cihad "Allah için, Allah yolunda gayret göstermek, dini tebliğ ve irşadda Kur'an'ın gösterdiği ve Allah Resulünün takip ettiği yolda son derece gayretli hareket ederek din-i İslam'a hizmet etmek" anlamına gelmektedir.

Cihada İzin Verilmesi

Medine döneminde hicretin birinci senesinde cihada izin verilmemiş, ancak ikinci senesinde izin verilmiştir. Bu izin de mutlak değil, şartlıdır. Konu ile ilgili âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

“Kendilerine savaş açılan müminlere, zulme uğramaları sebebiyle savaşmak için izin verildi. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir. Onlar başka değil sırf, “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için tamamen haksız yere yerlerinden yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanların kötülüklerini diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Dinine yardım edene Allah da muhakkak yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah pek kuvvetlidir, mutlak galiptir.” (Hac, 39-40)

Cihada / savaşa izin verilmesiyle ilgili bu iki ayetteki iki hususa dikkat çekmek istiyoruz:

1- Dikkat edilirse ayette cihada / savaşa mutlak olarak izin verilmediği ancak, “zulme uğramaları sebebiyle izin verildiği” belirtilmektedir.

 Demek ki İslâm’da savaşın meşru amaçlarından biri zulmü, haksızlığı ortadan kaldırmak içindir. Öyle ise İslâm’da savaş başkalarına zulmetmek için değil, yapılan zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmak için meşru kılınmıştır. Onun için savaşta düşmana zulmedilmez, savaşmayan yaşlılara, kadınlara, çocuklara, din adamlarına, mabetlere dokunulmaz. Dinimizde savaşta haddi aşmak da doğru görülmemiştir. Nitekim bu hususta Kur’an’da;

“Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, kendi rızasına uygun hareket edenlerle beraberdir.” (Bakara, 194) buyurulur.

2- Ayette cihada izin verilmesiyle ilgili olarak dikkatimizi çeken ikinci husus da, din hürriyetiyle ilgilidir. Ayetin;

“Onlar başka değil, sırf, ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için tamamen haksız yere yerlerinden yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” bölümünden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. İslâm’a göre, insanlara din serbestçe anlatılabilmeli, onlar da kendi hür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmeliler. Buna mani olunmamalı, din hürriyetinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Kur’an’da açıkça belirtildiği gibi dinde zorlama yoktur.

Barış Dini

Buraya kadar yazdıklarımızdan açıkça anlaşılacağı üzere İslâm barış dinidir. Çünkü ‘İslâm’ Arapça’da barış demek olan ‘silm’ kökünden gelmektedir. Buna göre İslâm’ın bir anlamı da barış ve güvenlik demektir. Nitekim Bakara Suresinin 206’ıncı âyetinde şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! “Hepiniz toptan silme/barış dini olan İslâm’a girin de şeytanın adımlarının peşinden gitmeyin. Çünkü o sizin aranızı açan apaçık bir düşmandır.”

Barış ve esenlik anlamındaki ‘selam’ da bu kökten gelmektedir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “es-selam”dır. Cennete de ‘daru’s-selam/ barış yurdu’ denir.

“Allah kullarını daru’s-selama/ barış yurdu olan cennete çağırıyor.” (Yunus, 25)

Dünyada müminlerin birbirleriyle karşılaştıkları zaman ilk sözleri de ‘selam’dır. Bununla birbirlerine barış ve esenlik dilerler. Cennette de ilk sözleri selam olacaktır. Kur'an-ı Kerim’de bir çok ayette mümin1er barışa davet edilerek şöyle buyurulur:

“Barış daha hayırlıdır.” (Nisa, 128)

“Eğer onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de, sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durumda Allah da size onlara dokunmanıza izin verilmez.”(Nisa, 90)

“Eğer onlar/düşman taraf barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a güven. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Eğer birtakım hilelerle seni aldatmak isterlerse, hiç endişe etme. Allah sana yeter. Seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur.” (Enfal, 61-62)

Aslında bütün ilâhi dinlerin mesajları barışa yöneliktir. Zira bütün ilâhi dinlerin gayesi, dünya ve ahirette insanların mutluluğunu, saadet ve selametlerini sağlamaktır. İnsanlar savaşarak mutlu olamazlar, barış içerisinde mutlu olurlar. Onun için bütün ilâhi dinlerde barış esastır. Savaş daha sonra gelir. Savaşan, dinler değil, dinleri yanlış anlayan insanlardır. Asıl olan, insanların meselelerini, problemlerini konuşarak, anlaşarak, münakaşa ve müzakere ederek halletmeleridir. Bu yüzden, “hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşırlar” denilmiştir.

Savaşın Gerektiği Durumlar

Her zaman Meseleleri, problemleri konuşarak, anlaşarak, barış yoluyla halletmek mümkün olmayabilir. Karşı taraf, sizin bu iyi niyetinizden ve barışçıl  tutumunuzdan anlamayabilir. Sizden haksız istek ve talepleri olabilir. Vatanınıza, mukaddes bildiğiniz değerlere saldırılabilir. İnsan onuru, haysiyet ve şerefi ayaklar altına alınabilir. İşte o zaman onunla anladığı dilden konuşmak gerekli olur, savaşmak zarureti ortaya çıkar.   

sözünü boşuna söylememiştir. Diğer yandan barışın sağlanması için de savaşa hazır olmak gerekir. Bu yüzden: “Sulh-u sükûn istersen hazır ol cenge” denilmiştir. Onun için Kur'an-ı Kerim’de düşmanları korkutmak ve caydırmak için kuvvet hazırlamamız emredilerek şöyle buyrulmuştur:

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırasınız. Allah yolunda her ne sarfederseniz size eksiksiz olarak ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (Enfal, 60)

Yüce Peygamberimiz de savaşın son çare olduğunu, onun için istenmeyerek başvurulması gereken bir şey olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur:

“Ey inananlar! Düşmanla savaş için karşı karşıya gelmeyi temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin. Şayet düşmanla karşılaşacak olursanız o zaman da sabredin. Bilin ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Ebu Davud, Cihad, 89)

Bize düşen, insanların, dünya ve ahirette saadet ve selametleri için gönderilmiş barış dini olan İslâm’ı doğru anlayıp, doğru anlatmak ve yaşamaktır.

Buna karşılık tarih boyunca ve günümüzde gerek Hıristiyanlar, gerek Yahûdîler, gerek Mecûsîler ve gerekse Hindûlar çoğunlukla kendi egemenlikleri altında yaşayan Müslümanlara karşı aynı tavrı göstermemişlerdir. Sözgelimi durmadan İslâm'ın cihâd anlayışını kötüleyen ünlü misyoner Raimonde Lulle, barış dini olduğunu tekrar tekrar vurgulamaya çalıştığı Hıristiyanlığı, başkalarına zorla kabul ettirmek için güç kullanmayı meşrû saymaktadır. Ona göre; "Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çalışan misyonerler, öncelikle sevgiyi esas almalıdırlar. Hz. İsa'nın bütün insanları sevmekteki yöntemini kullanmalıdırlar. İkinci olarak onların özgürce bu dini seçmelerini sağlamalıdırlar. Ancak hak din olan Hıristiyanlık onlara anlatılıp da yine inâtlarında ısrar ederlerse o zaman, güç kullanılarak Hıristiyanlığın onlara kabul ettirilmesi meşrûlaşır." (Ramon Sugranyes de Franch, L'Apologétique de Raimond Lulle vis-à-vis de l'İslam (Cahier de Fanjeaux, XVIII), 375, Toulouse 1983)

Aynı nedenledir ki, Batı dünyası, uzun tarihi boyunca farklı din, inanç ve kültürden insanların birlikte yaşamalarını sağlayacak imkânları hazırlamak yerine ya toptan yok etme ya da planlı asimilasyonlarla temizleme yolunu seçmiştir. Aslında bu, Batı'nın Roma'dan devraldığı bir mîrâstır. Roma, nasıl ilk Hıristiyanları aç arslanların önüne atarak bu dinin yayılmasına engel olmak istemişse, Batı da Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra aynı geleneği sürdürerek başka kültürden insanlara hayat hakkı tanımamıştır. Reconquista (İspanya'nın yeniden zaptı) harekâtından sonra bu anlayış daha da yaygınlaşarak Kıt'ada Hıristiyan olmayanlara yaşama fırsatı vermemiştir. Daha sonra bu hoşgörüsüzlük, yalnız Hıristiyan olmayanlar için değil, hâkim mezhepten başka mezhepleri benimseyenler için de uygulanmıştır. Cathars'lar, Amauricien'ler ve Albigoise'lar'a karşı başlatılan Haçlı savaşları ile meşhur Saint Barthelemie katliâmı bunun göstergesidir.

İstanbul Fetih ve Fatih

İstanbul, muhteşem tarihi zenginlikleri, sahip olduğu tabiî güzellikleri ve Asya ile Avrupa’nın kesiştiği noktada bir dünya kentidir. Coğrafî konumu, Karadenizi Marmara Denizi'ne bağlayan Bogazın stratejik önemi dolayasıyla da dünya üzerinde ayrı bir öneme haizdir. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1453'te fethedilmesiyle o güne kadar devam eden tarihi kimliği yeni bir boyut ve anlam kazanmış; köklü medeniyetimizin benzerlerine az rastlanan görkemli eserleriyle şehir yepyeni bir görüntüye kavuşmuştur.

Kuruluş tarihi çok eskilere uzanan (M.Ö. 658) İstanbul fethedilmesiyle beraber “Sultan Şehir”, “Beldet-üt- Tayyibe”, “Dergah-ı Selatin”, “Derseadet”, “Âsitane”, “Dar-ül Hilafe'', “Daru’s-Seade”, “Pay-ı Taht-ı Saltanat”, “Aziz İstanbul” gibi isimlerle anılmış, bunların biri ya da bir kaçının aynı  dönemlerde kullanıldığı da olmuştur.

Peygamber Efendimizin (s.a.s.) İstanbul'un fethedileceğini müjdeleyen sözleri, Müslümanların burayı fethetme yönündeki duygularını coşturmuş; ilây-ı kelimetullah için defalarca sefer düzenlemelerine vesile teşkil etmişti. Allah Rasûlü, İstanbul'un fethine dair hadislerinde şöyle buyurmuşlardı:

" İstanbul, mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. IV, S. 225.)

Hz. Osman (r.a.)’ın halifeliği döneminde Suriye Valisi olan Hz. Muaviye (r.a.), Bizans üzerine ilk deniz seferini düzenledi. Düşman donanmasını Finike’de 655’de yenerek, İstanbul önlerine kadar ilerledi. İslâm ordusunun içinde Peygamberimizin seçkin sahabisi, evine misafir olmakla şereflendirdiği Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el- Ensarî (r.a.) de bulunmaktaydı. Bu büyük zat ilerlemiş yaşına aldırmaksızın sefere katılmış, fetih müjdesini kendi adına yaşamak istemişti. Vefatından az önce sefer arkadaşlarından şu ricada bulundu: “Şayet burada vefat edersem, cenazemi hemen kaldırmayın. Ordunun gidebileceği en son noktaya kadar götürün ve beni oraya defnedin.” İslâm askerlerinin cesedini götürebildikleri yere kadar götürdüler. Ve cenazeyi defnettiler. Daha sonra İstanbul’un fethiyle Ebu Eyyub el Ensârî’nin kabri, Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından tesbit edildiği belirtilir ve bugün kabri, kendi adıyla bilinen Eyüp semtinde bulunmaktadır. 673-680 yıllarında Hz. Muaviye İstanbul’u ikinci kez kuşattıysa da kesin bir sonuç elde edemeden çekildi.

Emeviler devrinde halife Süleyman zamanında İslâm ordusunun başında Mesleme (r.a.) olduğu halde şehir yine kuşatıldı. Ancak gene sonuç alınamadı. 78l’de bu kez Harun Reşid Bizans üzerine sefer düzenledi. Yıllık vergiye bağlayarak çekildi. İstanbul'un fethi konusu Selçuklular döneminde de önemini korudu. Ancak, Anadolu ve İslâm dünyası üzerine kanlı haçlı seferlerinin başlaması fethi üç asır geciktirmiş oldu. Bu dönemde Türklük dünyası kendini savunmaya geçmiş oldu. Osmanlılar döneminde ilk ciddi kuşatma harekatı Yıldırım Bayezid döneminde oldu. Anadolu Hisarını yaptırarak İstanbul'u almayı hedefleyen Yıldırım Bayezid, 1402'de Timur’la Ankara Savaşı’nı yapmak durumunda kalışı ve talihsiz yenilgisi, Osmanlı devletine dağılma tehlikesi yaşattığı gibi, İstanbul’un fethini de yarım asır gerilere götürmüş oldu.

Fatih ve Fetih

30 Mart 1431’de dünyaya gelen Fatih Sultan Mehmed, II. Murat Han’ın oğludur. Eğitim ve öğretimine büyük önem verilen Fatih, devrin en seçkin âlimlerinden olan Akşemseddin’den ilim öğrendi. Henüz on iki yaşında iken devlet idaresini iyi kavraması için Manisa Valiliğine gönderildi. Kısa zaman sonra babası tarafından devletin başına getirildi. Bunu fırsat bilen Hıristiyanlık âlemi yeni bir haçlı ordusu teşkil edip Osmanlı topraklarına girmesi üzerine Fatih, babasına yazdığı mektupla yeniden devletin başına geçmesini talep etti. Yeniden devletin başına geçen Murad Han, düşmanı Varna'da mağlup ederek Osmanlı’nın gücünü bir kez daha göstermiş oldu. 1451 'de babasının vefâtı üzerine ikinci defa padişah olan Fatih, çağının teknolojik imkânlarını kullanarak yeni toplar döktürdü ve güçlü bir donanma hazırladı. Matematik-balistik ilminde bir deha olduğu söylenen Fatih, planlarını kendinin çizdiği havanlar döktürdü. Anadolu Hisarı’na karşılık Rumeli Hisarı’nı yaptırarak Boğaza giriş çıkışları kontrol altına aldı. Bizans donanması kendini Haliç'te tutarak güvende hissettiği sırada, Fatih karadan donanmasını Haliç’e indirmeyi başardı. Böyle bir hadise aklın sınırlarını zorlayan bir gelişmeydi. Ve beklenmeyen bir durumdu. Alınması gereken her tedbiri alan Fatih, İstanbul için “Ya ben onu, ya o beni alacak” demişti.

Takvimler 29 Mayıs 1453 Salı gününü gösterdiğinde, Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’a girerek asırlar süren Bizans egemenliğine son verdi. Böylece dalgalar halinde Müslümanları asırlarca buraya sevk eden Peygamber müjdesi, bu büyük devlet adamına nasip oldu. Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hadisindeki müjdeye konu olmak ne büyük şereftir!  Elbette bu, çok kimseye nasip olmayan bir lütf-u ilâhidir. Daha küçük yaştan itibaren devrinin âlimleri önünde diz çöküp terbiyeden geçen, gönlü cihangirlik ve fetih aşkıyla tutuşan büyük komutan Fatih, üzerine düşeni en güzel şekilde yerine getirdi. Fethi mübinden sonra da çeşitli ülkelere seferler düzenleyen Fatih, 1481’de kırkdokuz yaşında ebedî âleme göç etti. Çağ açıp-kapayan bu büyük komutan-hakan için bir Hıristiyan tarihçi; “Sonunda o, kahraman Türk, 74 imparator tarafından savunulan İstanbul'u aldı. Fatih şan ve şeref bakımından İskender’i ve Roma’yı geçmiş oldu.” itirafında bulunur.

Georgis isimli biri ise; “İkinci Mehmed şüphesiz Kirostan, İskender'den ve Sezar’dan büyüktür.” derken, Bizans Tarihçisi Prens Dukas da; “Böyle bir harikayı kim gördü, kim işitti. II. Mehmed, karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepesinden geçirdi” diyerek, Fatih hakkındaki düşüncelerini ifade eder.

İNTERNET RADYOMUZ. 24 SAAT YAYINDADIR.

RADYO  FANİDUNYA FM
Yükleme linklerini görebilmek için üye olmanız gerekmektedir. Üye Ol veya Giriş Yap

 


* BENZER KONULAR

Çoban Deyip Geçmeyelim 2 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 08:04:55 ÖÖ]


Çoban Deyip Geçmeyelim 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:57:14 ÖÖ]


Yabancılaşmadan Değişmek ve Gelişmek Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:44:43 ÖÖ]


Suriye Olaylarının Perde Arkasında Neler Var 8 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:34:29 ÖÖ]


O insanı Yetiştiremezsek 1 Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:25:16 ÖÖ]


Mutluluğun Sırrı Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:12:56 ÖÖ]


Murada Ermek İçin Gönderen: fanidunya NET
[Bugün, 07:07:00 ÖÖ]


Bize Kalana Bakın Siz Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 06:02:09 ÖS]


Âlemler O’na Hayran Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:34:39 ÖS]


Dünya Nedir Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:25:53 ÖS]


Gönül Allah (CC) 'ta Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:22:44 ÖS]


İmani olgunluğun sırrı - Teslimiyet Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:15:04 ÖS]


İnsanın Manevi Yapısı (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İle İlgili Meseleler Gönderen: gurbetciyim
[Dün, 05:06:24 ÖS]


Esat Kabaklı - Sürgün - 320 KBPS Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 04:50:26 ÖS]


Ozanlardan Single Eserler - Karma 320 kbps Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:20:38 ÖS]


Esat Kabaklı - Oğul Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 12:07:15 ÖS]


Ehl-i Beyt ve Kerbelâ Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:49:31 ÖÖ]


Filistin’in Tarihçesi Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 10:42:17 ÖÖ]


Cennetlik Kadınlar 3 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:10:52 ÖÖ]


Cennetlik Kadınşar 2 Gönderen: fanidunya NET
[Dün, 09:06:00 ÖÖ]