Ne Mutlu O Kimseye Ki Öldüğünde Günahları Beraberinde Ölüp Gider
Bazı kimseler vardır ki bunlara ilim öğretmek haramdır. Bu kimseler ilmi öğrendiklerinde yol kesici olurlar. Her birisi bir başka memlekette Deccal’ın vekili olarak harekete geçer, tahrif yaparlar. Dünyaya dalar, hevâ-i nefse tâbi olur, takvadan uzaklaşırlar. Halk da bu gibilerini (sözde âlimleri dünyaya dalmış olarak) gördüğü için Allah’a karşı isyan etmeye, haramlara dalmaya cesaretle yeltenir. Sonra o ilim onun benzerine ve benzerlerine yayılır. Onu şer ve hevâya kapılmak hususunda vesile de edinirler. Böylece zincirleme gider.
Bütün bunların vebali kendisinden İslami ilimleri okumaya gelen talebenin niyetinin fasid olduğunu bilmesine rağmen, ona bu ilmi öğreten hocasına döner. O hoca, onun sözlerinde, fiillerinde, yemesinde, içmesinde ve oturup kalkmasında, günahın çeşitlerini görmesine rağmen, ona bu ilmi öğretmiştir. Binaenaleyh bu âlim ölür gider ama onun şerrinin eserleri, bin veya iki bin sene yeryüzünde yayılmış bir durumda kalır. Ne mutlu o kimseye ki, öldüğünde günahları beraberinde ölüp gider.
Sonra onun cehaletine şaşıp hayret etmelidir. Zira o der ki: “Ameller ancak niyetlere bağlıdır. Ben ise, bununla din ilmini neşretmeyi kastettim. Eğer o öğrendiğini fesatta kullanmış ise, günah bende değil, ondadır. Benim gayem, hayırda, o ilimden istifade etmesini sağlamaktı. Ancak baş olmak, insanları arkasına takmak ve ilmin yüceliğiyle böbürlenmek sevgisi böyle hareket etmeyi onun kalbinde güzelleştirmiştir. Şeytan, baş olmak sevgisi vasıtasıyla onu şaşırtmıştır.”
Keşke bilseydin, yol kesiciye bir kılıç hibe eden, ona at veren, maksadında kullanmak üzere vasıtaları ona hazırlayan bir kimse: “Ben ancak bununla cömertliği kastettim. Allah’ın güzel ahlâklarıyla ahlaklanmayı irade ettim. Bununla kastettim ki, o verdiğim kılıç ve atla Allah yolunda çarpışsın. Zira atları hazırlamak, Allah yolunda onları besleyip bağlamak ve gazilere kuvvet hazırlamak Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerin en üstünüdür. Buna rağmen eğer o insan verdiğimi yol kesmek için sarf etmişse, o hâlde, günahkâr olur!” diye mazeret beyan ederse o muallimin buna cevabı ne olacaktır?
Hâlbuki fakihler böyle bir yardımın haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Buna rağmen cömertlik, Allah nezdinde, ahlâkların en sevimlisidir. Hatta Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur:
“Muhakkak ki, Yüce Allah’ın razı olduğu üç yüz ahlâkı vardır. Kim, bunlardan birisiyle Allah’a yaklaşırsa cennete dâhil olur. Bu ahlâkların Allah katında en sevimlisi cömertliktir.”
Denilirse ki, zalimin o aldığı silahı serde kullanmak âdetidir, zalime silah vermek değil, belki onun silahını elinden almaya çalışması gerektir. İlim bir silahtır ve o, şeytana ve Allah’ın düşmanlarına karşı kullanılır. Bazen Allah’ın düşmanları onunla yardım görürler. O ise, hevâ-i nefistir.
Binaenaleyh kim ki, dünyasını dinine, hevâ-i nefsini âhiretine tercih etmeye devam ederse, faziletinin azlığından ötürü bundan aciz ise, böyle bir kimseye şehvetlerine götürme imkânını sağlayan bir çeşit ilimle yardım etmek nasıl caiz olabilir.
Eskiden selef âlimleri, kendilerinden öğrenmeye gelenlerin hâllerini sürekli olarak tetkik ederlerdi. Eğer o gelenden nafilelerde bir kusur yaptığını görselerdi, bu durumunu çirkin karşılar, ona ikram etmeyi terk ederlerdi. Onda bir fısk u fücur gördüklerinde veya bir helâli haram ettiğini müşahede ettiklerinde ona ilim öğretmeyi sonlandırır ve meclislerinden uzaklaştırırlardı. Hatta bırakın ona ilim öğretmeyi, onunla konuşmayı bile terk ederlerdi. Zira onlar bilirlerdi ki, amel etmek için değil de, başka bir maksat için herhangi bir meseleyi öğrenen bir kimse, ancak serde kullanılabilecek bir alet arıyor. Hâlbuki selefin hepsi, sünneti bilen, fâcir ve fâsık âlimden Allah’a sığınmışlardır. Amma cahil bir fasıktan böyle bir sığınmaya tevessül etmemişlerdir.
İmam Ahmed b. Hanbel’in bazı arkadaşlarından hikâye olunuyor: “Uzun seneler İmam’ın huzuruna bir kişi girip çıkıyordu. Sonra bir ara İmam, kendisinden yüz çevirdi. Kendisini terk edip kendisiyle konuşmaz oldu. Bu kişi durmadan, İmam’dan, bunun sebebini soruyor. İmam ise, ona bir şey söylemiyordu. Nihayet bir gün ona şöyle söyledi:
Kulağıma geldiğine göre, sen çarşıya bakan duvarı sıvatmışsın. Sıvanın kalınlığı kadar Müslümanların yolundan, hakkın olmadığı hâlde, yer tutmuşsun. Bunun için sen ilim nakletmeye elverişli değilsin!”
İşte selefin, ilim talebelerinin durumlarını gözetlemeleri, murakabe etmeleri böyleydi.
Bu ve buna benzer misaller, ahmaklar ile şeytanın etabına karışık geliyordur. Velev ki, bu ahmaklar taçlaşan sarıkların ve geniş yenlerin sahibi olsalar... Velev ki, uzun dillere ve çok yeteneklere sahip olsunlar… Buradaki “yetenek”ten kastım, insanı dünyadan sakındırmayan, âhirete teşvik etmeyen ilimlerin fazlalığıdır. Belki onda bulunan bu fazla ilimler halkla ilgili olanlardır. Onlar vasıtasıyla dünya malını derlemeyi, halkı arkasına takmayı, emsallerini dünya sahasında geçmeyi sağlar. (Bkz. İmam Gazali, İhyauUlumi’d-Din).
Mustafa Kasadar.