* FANİ DUNYA FORUM HABERLER


Gönderen Konu: YORGUNUM  (Okunma sayısı 328 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

fanidunya

  • Ziyaretçi
YORGUNUM
« : Eylül 23, 2019, 06:38:42 ÖÖ »
YORGUNUM

Yol Sen’in yolundur, Nûr senin kulundur!

Yorulsa da lûtfet, yolunda bulundur!

Bu yol uzun, yokuşu çok, derin sular var, derlerdi, anlayamazdım. Hiç bilmezdim bu sözlerin içinde ne sırlar gizlendiğini… Yokuş ne, çukur ne, uzun yol, derin su ne merak ederdim; lâkin bilmezdim. Sonra, bir de baktım ki yoldayım.

Alabildiğine uçsuz bucaksız… Şerit şerit ve bazen alabildiğine şedit. Her şeritte, farklı meşreplerde nice insan… İşâretler, kurallar, yasaklar, sapaklar… Yol kenarında değişip duran manzaralar, uçurumlar, tepeler, dağlar… Bazen ağır, bazen hafif kazâlar…

Keşfetmeyi severdim. Bu sebeple her şeye rağmen câzipti yol. Hele de sonu Hakk’a varıyor olunca, daha çok sevdim. Çünkü, tâ çocukluğumdan O’na meyyâl, O’na hasrettim. Hasret çektiği sevgiliye kavuşmak için yola çıkar da karşılaşacağı çukuru ve yokuşu dert eder mi insan? Hem, her zorlukla berâber bir kolaylık yok mudur? Vardır. Bildim.   

Yol boyunca bazen cevvâl, bazen durgun, bazen pek ham, bazen olgun… Bazen kavî, bazen zayıf, bazen câhil, bazen ârif… Arada cesur, arada korkak! Arada nemli, arada kurak. Bazen bir tatlı hayâl, bazen bir acı gerçek… Bazen nahif bir kadın, bazen sanki bir erkek! Bazen yasta, bazen pek şen, bazen hasta, bazen gülşen! Yoldaki bir çukura düşüp yaralanmak var bazen… Bazen manzarayı seyredip ferahlayıvermek. Sürünmek de uçmak da aynı yolda. Rahmet yağmuru da yağabilir, dolu da… Bazen kovalarsın, bazen kaçarsın, bazen emin olur, bazen şaşarsın. Bazen durur, bazen dur durak bilmeden koşarsın. Bazen yersin, aç olursun, bazen hiç yemeden doyarsın. Yol hâli işte… Her ânı bir olmaz. Bazen ardında dost, içinde umut, bazen önünde set, civârında bir sürü kurt! Bazen aydınlıktır, bazen pek bir loş. Bazen dopdolu olursun, bazen de bomboş. Bazen sisli, bazen hisli, bazen karlı, bazen harlı… Bazen neşeli olursun, bazen efkârlı. Yoldur, yolcusundur, yorulursun hâsılı.

Sevenlerin der ki: Yorulma!

Sen de de ki: Çok şükür, O’nun yolunda yorgunum. Ne kadar tatlı ve ne kadar mânâlı benim yorğunluğum. Bazen huzurlu, bazen tedirgin, bazen kederli, bazen dinginim. İnsanım, koskoca bir tezatlar yurduyum.

De ki: Emekleyen, yürüyen, koşan yorulur. Tırmanan, yükselen, aşan yorulur. Duygulanan, dalgalanan, coşan yorulur. Sevgiliye götüren yolda, yorgunluktan korkmak mı olur? Korkma da sevin ki cânım, yol almakta olan, çalışan yorulur.

Sonra gel, Taif’teki taşı, Uhud’daki dişi, arpa ekmeğinden ibâret aşı düşünelim. Gel, ömrü yorulmakla geçmiş Peygamberi (s.a.v.) yâd edip  birlikte dertlenelim. Ve hadi gel, birlikte seyredelim şu anneyle bebeğini:

Bak, sütünü annesi veriyor, altını annesi temizliyor. Zıbınını annesi giydiriyor, terini annesi siliyor. Derdini annesi çekiyor, susuzluğunu annesi gideriyor. Dişi çıkarken canı yanıp huzursuz olduğunda, onu şefkatiyle annesi rahatlatıyor. Gazdan şişmiş karnını sabırla okşayıp geğirten de tehlikelerden korumak için şefkatle sarılıp kol kanat geren de anne… Geceleri uykusuz kalan, ömrünü onun gelişip yetişmesine adayan da yine anne…

Şimdi bu bebek konuşabilse, kendisi için mi yoksa annesi için mi duâ etmesi gerekir? Oku hele, şu duâlardan hangisi aklın alâmetidir?
Bir:
-Yâ Rabbî! Bana gözlerimin çapağını silecek birini nasip eyle. Yâ Rabbiî! Bana altımı temizleyecek birini ihsân eyle. Yâ Rabbî! Bana saçlarımı tarayacak birini lûtfeyle. Ya Rabbî! Bana nîmetler ver. Bana süt ver. Bana bal ver. Bana su ver. Bana beni yıkayıp paklayacak, rahatlatıp uyutacak, geceleri ağladığımda hemen duyup uyanacak ve bütün ihtiyaçlarımı seve seve karşılayacak birini gönder. Yâ Rabbî! Bana giyecekler ve o elbiseleri giydirecek eller nasip eyle!

İki:

-Yâ Rabbî! Annemi başımdan eksik etme! Onu muhafaza eyle!’

Bebeğin bütün ihtiyâcı zaten anne tarafından giderilmiyor mu? Allah, anneyi ona yardımcı olarak tâyin etmemiş mi? O hâlde ikinci duâ birinciden çok daha kısa ve öz olmasına mukâbil, çok daha kapsamlı, anlamlı ve güzel değil mi?

Mâdem öyle, boşa yorulma! El açıp duâ etmek istediğinde de ki:

-Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed!

Çünkü Allah, anneyi bebeğe rahmet olarak gönderdiği gibi, Habîbi Hazreti Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellemi de ümmete rahmet olarak gönderdi. Hâl böyleyken, duânın tamamını O’na salât ve selâm ile doldurman, akla da, mantığa da aşka da en uygun olanıdır. Ekleyeceğin diğer tüm cümleler, teferruattır, vakit kaybıdır.   

Şimdi sen, bu yolda yürürken, eğer bebeksen annen için, müridsen mürşîdin için, ümmetsen Peygamberin için duâ et. Hiç görüşmemiş, hiç konuşmamış olsan da Peygamberine selâm et!

Tanımadığın biri peşine düşse, ikide bir karşına çıkıp muhabbetle, iyi niyetle, tatlı tatlı selâmün aleyküm, dese, duygulu, ihlâslı ve sürekli olarak sana selâm verse ne hissedersin? Bu kimsenin evvelâ sîmâsını, sonra adını, sonra neler yaptığını merak etmez misin? O hâlleri tebessümüne sebep olup içini sevindirmez mi? Ve nihâyet, yahu gel de bir tanışalım, demez misin? Ne kadar çok selâmlaşırsan, o kadar çok tanışırsın. Ardından o kişi, fikrine yerleşir. Bu kadarla kalmaz, zikrine yerleşir. Bu kadarla da kalmaz, kalbine yerleşir; fakat bir defâcık selâm verir, sonra ortalarda görünmezsen, çoğu zaman unutulursun. 

İyi düşün! Sen kimin peşine düştün? Kime selâm veriyorsun? Kiminle tanışmak istiyorsun? Kime kendini tanıtmak istiyorsun? Bunca yıldır yaşıyorsun, nice iş için kendini harap ediyorsun. Bir kere de salavat getirmekten yorulduğun oldu mu, hatırlıyor musun?

Takdir et ki selâmlarıyla kalbine giren o kişi, derdini bölüşüp yükünü hafiflettikçe, kalbine temelli yerleşir. Kalpte kalmak, emek verenlerin, fedakârlık edenlerin nasîbidir. O sevgili Rasûl neden, herkesin kapısı kapansın, sadece Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın, demiştir? Çünkü ondaki kadar sadâkat, ondaki kadar ihlâs, başka hiç kimsede görülmemiştir. O, evdekilere yalnızca Allah ve Rasûlü’nün sevgisini bırakacak ve bütün vârını ikrâm edebilecek kadar çok sevmiştir. O, bir sabah namaza giderken, evinden mescîde kadarki yola, hem selâmı, hem fakire ikrâmı, hem orucu hem de hasta ziyâretini sığdırabilecek kadar hayır ve hizmet odaklı yaşamayı bilmiştir. İyilikte herkesi, her dâim geçmiştir. 

Düşün! Sen, sevdiğinin Ebû Bekir’i olabiliyor musun? Yoruldukça bir başka işe geçip dinlenmeyi ve hakîkî dinlenmenin, vasıflı yorgunlukta gizlendiğini biliyor musun? 

Bazen gaflet, bazen gayret! Bazen vuslat, bazen hasret! De ki: Yol Sen’in yolundur! Nûr senin kulundur! Yorulsa da lûtfet, yolunda bulundur. Yolunda yor, yolunda yaşat, yolunda öldür.

Âmin.


DEĞER Mİ?

Mahcûbiyyete mahkûm olmasınlar diye

Îkâz et ehlini, budur hediye!

Kimileri, ömrünce tek bir utanılacak iş yapar, ölene dek tövbeye durur. Kimileri ise ömrünce hep utanılacak işler yapar da bir kere bile tevbe etmez. Sen, tevbekârlarla aynı safta dur. 

Bugün, belki en çok hasret olduğumuz şey, mensûbu olduğumuz İslâm dîninin hükümlerini, eğip bükmeden yaşama hassâsiyetidir. İyice bil ki İslâm’a düşmanlık edenler, hanımlarla ilgili yasakları dillerine dolamayı alışkanlık hâline getirmişlerdir. Bu kimseler İslâm’ın, hanımların nahif yapısına zarar gelmesin diye, tedbîre en uygun şekilde getirdiği kuralları mesnetsiz yasaklarmış gibi sunmakta beis görmezler. Halbuki tesettürden, mahremsiz seyahat yasağına kadar her emrin ve nehyin, sayısız hikmetleri vardır. Şimdi de hele, hiç, mahremiyle el ele tutuşarak, kollanarak, takviye edilerek, yüreklendirilerek yapılacak bir yürüyüşle, tek başına, korumasız, yapayalnız yapılacak bir yürüyüşün lezzeti aynı olur mu?

Şunu iyice öğren ki kadın, erkeğe emânettir. Emâneti kurtlar sofrasına atmak ise ya gaflet ya hıyânettir. Hangi mes’ûliyyet sâhibi emânetçi, emri altındakileri cehenneme sürükleyecek bir umursamazlık içinde olabilir? Bilesin ki Allah’a ve âhiret gününe inanmış bir hanımın, yanında kendisiyle evlenmesi haram olan bir yakını bulunmadan, bir gün bir gecelik yolculuğa çıkması helâl değildir.1

Bu mesâfe, ehli tarafından doksan kilometre olarak tespit edilmiş ve doksan kilometreden daha uzak bir mesâfeye gidene “Yolcu” denilmiştir. Bir hanımefendinin, yanında hâmîsi olmadan yolculuk etmesi, kendisi lehine olmak üzere yasaklanmıştır.

Yine de çeşitli bahanelerle, nice hanımın, sıklıkla tek başına seyahat ettiğini görürsün. Bunlar der ki:

-Hangi devirdeyiz canım? Şimdi araba var, otobüs var, tren var. Şimdi vapur var, uçak var. Her yer yakın oldu, uzak mı var?
Ben de derim ki:

-Uçak değil ışınlama makinesi çıksa, insanlar o makinenin düğmesine basarak, bir anda gidecekleri yere varacak teknolojiye ulaşmış olsa, sen yine de mahreminle el ele tutuş da düğmeye öyle bas. Çünkü varacağın yerde seni neyin karşılayacağını bilemezsin. 
Hadi gel, akledelim, sebepleri tetkik edelim: 

Sebep Bir: Hanımlar fıtraten korunma, kollanma, kendisinden daha kuvvetli ve üstün birine sığınma ihtiyâcı içindedir. Buna mukâbil bazı mihraklar hep, kendi ayakları üzerinde durabilen, hayâlî bir “Yalnız ve güçlü kadın profili” yaratmaya çalışmakta, bir yerden bir yere tek başına gidip gelmeyi de özgüvenin delîli saymaktadır. Bu abes düşünce akımlarından etkilenen ve genç yaşlardan îtibâren, babasından bile izin almadan sağa sola gitmeye alışan kimi hanımlar, sonrasında aynı nezâketi beylerinden de esirgemekte, bir nevî, “Sana ihtiyâcım yok” havası estirmektedir. Böyle yaparak mutlu olacağını zannedenler, zamanla erkek gibi davranmaya, dünyanın yükünü tek başına kaldırabileceğine inanmaya, evliliği gereksiz görmeye başlamaktadır. Hatta “O yasaklar eskidenmiş!” deyip hadîs-i şerîfi evrensellik vasfından soyanların sayısı da oldukça fazladır. Lâzım değil, biz azlardan olalım ve gerçeği haykıralım: 

- Hayır! Allah’ın hükümleri, asırlar geçmekle anlamını ve geçerliliğini yitirmez. Çünkü asır hangi asır olursa olsun, şeytan aynı şeytan, insan aynı insan, imtihan aynı imtihandır. Kim bunun tersini iddiâ etmeye kalkışırsa, hakîkatte o, tedbire ve fıtrata aykırı bir iş yapmış, kendisini kendi elleriyle tehlikeye atmış olur2, değer mi? 

Sebep iki: Hiçbir yol, bir hanımın tek başına seyahat edebileceği kadar güvenli değildir. Sadece birkaç gün, üçüncü sayfa haberlerini tâkip eden herkes, bu gerçeği bilir. Zarûrette bile yasaklanmışken, keyfe keder meseleler için tek başına seyahat eden hanımlar, nicelerinin başına gelmiş olan kötülüklerden ve gelmesi muhtemel zararlardan ders almalı değil midir?

Her gün onlarca öldürme, yaralama, kaçırma ve tâciz vak’âsının yaşandığı zamanımızda, hangi akl-ı selim sâhibi erkek, kendisine emânet olan bir hanımı tek başına yola koyabilir? Her vicdan sâhibi kabûl eder ki bugün, hanımını ya da kızını herhangi bir vesâyite bindirip son durakta bir başka mahrem tarafından karşılanmasını sağlamak, yeterli tedbir değildir. Çünkü seyahat boyunca yanında veya civârında bulunacak diğer yolcuların kim olduğunu, ne niyette olduğunu, hangi ahlâkî hastalıklar ve zaaflarla boğuştuğunu bilmek mümkün değildir.

Üstelik her vâsıta kazâ yapabilir. Yaralanma, sakatlanma, vefat gibi hâllerde, yalnız başına seyahati seçmiş bir hanımın durumu, ne kadar da vahimdir. Kim, mahremi olmayan birileri tarafından hastaneye kaldırılmak ister? Hem, ânî bir kanama veya bayılma hâlinde, bir yabancının yardımına muhtaç kalıp utanmaya değer mi?   

Sebep Üç: Reislik vasfıyla donatılıp yaratılmış olan erkek3, âilesini koruma meyli ve ihtiyâcı içindedir. Sevgili Peygamberimiz, Hazreti Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem, “Erkek, âilesinin çobanıdır ve sürüsünden mes’uldür.” buyurarak, meseleyi sâde bir teşbihle dile getirmiştir. Fıtratı bozulmamış her erkek, kuvvetli bir kalkan gibi sorumlu olduğu kimseleri tehlikelerden koruyup kollamak ister ve günahlardan kıskanır.

Oysa bugün, “Kimseye ihtiyâcım yok. Ben kendim de giderim” diyen hanımların sayısı artmış, eline çantasını alan yollara düşmüş, zamanla kocalar, babalar, ağabeyler, oğullar ve diğer mahremler bu duruma alışıp muhâfızlık vazîfesini unutarak rahata dalmış. Lâkin dikkat! Bu rahatlık, mutlu eden bir dinlenme değil, erkeğin kendini gereksiz ve değersiz hissetmesine yol açan bir fitnedir. Üstelik zayıf, tembel, sorumsuz her erkek, kadın nezdindeki saygınlığını da yitirmektedir. Oysa hanımların saygı duyacağı bir otoriteye ne kadar ihtiyâcı varsa, erkeklerin de saygı duyulmaya o kadar ihtiyâcı vardır. İhtiyaçları giderilmeyen her iki taraf da içten içe derin bir yalnızlık ve mutsuzluk yaşarken, etrâfa sahte özgürlük pozları verip kendini kandırmaya değer mi?

Sebep Dört: Daha az masraflı olduğu için tercih edilen tek başına seyahatler, aslında bereketi alıp götürmektedir. Hakk’ın hatırına harcanmayacaksa para, ne diyedir? Bir hanımın mahremsiz yola çıkması, kendisini geri dönüşü olmayan zararlara açık ve savunmasız bırakması demektir. Allah aşkına, küçük hesaplar yapmak da nedir? Üç kuruş için Allah’ın rızâsını kaybetmeye, nâmusunu, huzûrunu, âhiretini riske atmaya değer mi? 

Sebep Beş: Şeytan, damarlarda dolaşır da dolaşır. Allah esirgesin; lâkin imtihan dünyası, tutar Allah’tan korkmazın birine dedirtirse ki “Senin hanım, şuraya gidiyorum, diye çıkıyor; fakat aslında başka yere gidiyor!”, mâzallah, pirincin içine düşen bu iftirâ taşını ayıklayamazsın.
Kahrından bayılır, sayıklayamazsın. Yanında Allah’ın dilediği şekilde yoldaş bulundurmamışsan, hakîkati belki de ispatlayamazsın. Tat kaçar, hır çıkar, değer mi? 

Mahcûbiyyete mahkûm olma diye, kabûl et, îkâzım, candan hediyen.
Daha detaylıca bilmek istersen, fıkhı araştır, gelişsin zâviyen.   

----------------------------------------------------------------------------------
   
Dipnotlar:

1) Buhârî, Taksir 4

2) Bakara, 195

3) Nisâ, 34

Neslihan Nur Türk.