Târîhi Çevir
Bir milleti millet yapan din, dil, târîh şuûrudur. Bir milletin iktisat, kültür, sanat, hukuk ve ahlâk gibi bütün görünür değerleri rengini, çehresini bu şuûrdan alır. Yâni bir milletin bu dünyâya söyleyeceği sözün kaynağı din, dil ve târih şuûrudur.
Târîh, bir millet olarak kişiliğimizin teşekkül ettiği örs. Burada dövüle dövüle çelikleştik ve şahsiyetimizi bulduk. Büyük dâvâların peşinde kâh yendik, kâh yenildik; dost gördük, düşman gördük; türkümüzü-şiirimizi dillendirdik, yazdık, çizdik; âvâzımızı dünyâya saldık; aç doyurduk, çıplak giydirdik; kıtalar fethettik, gün geldi kıtalar kaybettik ve “biz” olduk. Bu mâzîden kimse kaçamaz. Bu topraklarda doğup, bu vatanın ekmeğini yiyip suyunu içip bu târîhe sırt dönülemez. Bu târîh bizim ve biz bu târîhin evlâtlarıyız. Cemil Meriç’in dediği gibi: “İnsan târîhe angajedir.”
Bu yüzdendir ki din, dil ve târîh dersleri yeni nesillere millî şuûr verme, sevdirme ve milletinin meziyetleriyle iftihâr ettirme dersleri olmalıdır. Köklerinden kopmamış milletler böyle yaparlar. Peki biz bu işi ne kadar becerebiliyoruz? Maârif (eğitim) zihniyet ve müesseselerimizin böyle bir derdi var mı? Kendisini ilk fırsatta Amerika’ya veya bir Avrupa ülkesine atma sevdâsında bir gençlik karşısında bu suâle müspet cevap vermek biraz zor. “Çocuklarımız arasında deizm yükseliyor!” çığlıkları ümitli olmaya çalışanları bile yutkunduruyor. Ürpermeden ahlâkî vaziyetimizden bahsetmek muhâl.
Her yaşın târîh eğitim-öğretimi farklı olmalıdır. Evet, târîh sâdece hamâset değildir; bir ders ve ibret meydânıdır. Ama daha sabî denecek yaştaki çocuklara târîhimizdeki hatâlarla târîh anlatımına başlarsak büyük yanlış yaparız. Çocuk ve gence coşku ve heyecân lâzımdır. Daha işin başında moralini berhavâ edecek bir târîh eğitim-öğretiminin menfî izleri hayat boyunca silinmeyecektir. Karşımızdaki iç karartıcı ve ürpertici manzara durduk yere ortaya çıkmıyor.
Radyoda çocuklar için bir târîh programı vardı. Programın başında ve sonunda çok tatlı bir çocuk sesi Mithat Cemal Kuntay’ın şu beytini okurdu:
Anlat bana bir parçacık ecdâdımı anlat
Muhtâcım o efsâneye târîhe masal kat
Evet, o tertemiz dimağlara ecdâtlarını yanlışları ile değil kahramanlıkları, muvaffakiyetleri ve büyüklükleri ile anlatmak gerekir. O yaştaki çocukların katı gerçeklerden çok efsâneye ihtiyâcı vardır. Belki de târîhimizi sevdiremememizin sebeplerinden biri de târîh anlatımına bir türlü çocukların rûhunu doyuracak masal/efsâne katamamamızdır. Yeni formlar ve teknolojinin imkânlarıyla… (Diriliş dizisinin yediden yetmişe insanımız üzerindeki müspet tesirlerini hatırlayalım) Batılıların bunu da bizden iyi becerdiğini söylemek zorundayız.
Çocukluktan gençliğe geçiş devresinde yavaş yavaş masal/efsâne dünyâsından çıkıp ders ve ibret dünyâsına girmeye başlayacağız. Aynı hatâları tekrarlamamak için târîhte nerelerde hatâ yaptığımızı öğreteceğiz. Ama bu yeni girilen yol hiçbir zaman genci ecdâdından, yâni millî şahsiyetinden soğutmayacaktır. Netîcede kendi millî kişiliğini vücûda getirmiş insanların hatâlarıdır öğrendiği. Sevdiği insanların hatâları… Babamızın hatâlarının ona olan sevgimizi yok etmemesi gibi… Târîhe sevgiyle yaklaşmak milletin devamlılığı için şarttır.
Sözün bu noktasında merhûm Nevzat Kösoğlu’nun Kitap Şuûru adlı kitabından bir yazıyı paylaşmak isterim. Bu yazının bütün milletimiz ve millî eğitim câmiası tarafından görülmesini, tâlîm ve terbiye anlayışımızın temellerinden yapılmasını dilerim. Yazıdan iki cümleyi başa alayım: “Ve böylece Osmanlı’ya karşı yüreğimizin pasını sildikten sonra târihî gerçekleri değerlendirmeye başlayacağız. Buna muhtâcız.”
Osmanlı’ya Bakış
Ne devrim soytarısıyım ne eski budalası.
Millî kültüre ters düşen her devrim ya hıyânet, değilse intihardır. Ters düşmüş bir devrimi savunmakta ısrâr etmenin en affedilebilir sebebi aptallık olabilir. Târîhî oluş ve misyonumuz istikâmetinde gerçekleştirilecek sıçramalar ise uğrunda baş verilecek inkılâplardır.
Mücerret değişiklik arzûsuna gelince, bu, ferdin tükenmişliğine işârettir ve tehlikelidir. Hele bu uğursuz hâl, bir içtimâî temâyül olarak görünüyorsa, büyük bir kültür buhrânı yaşanıyor demektir.
Mücerret eskicilik kültür bunamasıdır; asıl özünü, rûhunu yitirmiş bir “sâdece geriye dönüklük”, tandırbaşı sohbetçiliğidir, uyuşukluktur. Aslolan istikbâldir ama ipini koparmış bir devrimcilik anlayışı içinde değil; mâzîye dayanan, onsuz olmazlığını bilen, rengini ondan alan istikbâl… Diri bir milletin hayâtı mâzînin istikbâle sürekli ve korkusuz atılışlarından ibârettir. Bu hayat, sürekli bir kendi kendini, kültürünü yenileme ve aşma gayretleri ile doludur. Bu oluşta mâzî istikbâlin süvârîsidir; ona, heyecânlarına yön verir ve tökezlemeden yürümesini sağlar.
Evet, ne devrim soytarılığı, ne eski budalalığı… Ama târîh huzûrunda hakkı teslim edilinceye kadar Osmanlı’ya toz kondurmayacağım.
Kendi artıkları tarafından bu kadar gadre uğramış bir başka büyüklük, bir başka târîhî ihtişâm yoktur. Bir sürü soytarılık uğruna üzerine simsiyah bir örtü çekilen böylesine bir târîhî güzellik görülmemiştir.(Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, Ötüken Yayınevi, 1994, s. 87)
Ahmet Tâlib Çelen.