Tek Kusur
Vakti zamanında insanların ihtiyaçlarını gören, onların hizmetinde bulunan kölelerin satıldığı büyük köle pazarları kuruluyordu. Bu pazarlar o kadar gelişmişti ki köleler küçük yaşlardan itibaren özel olarak yetiştiriliyor, çeşitli zanaatlarla donatılıyor, farklı lisanlar öğretilerek alıcılarının beğenisine sunuluyordu.
Bir gün adamın birisi kölesini satmak maksadıyla bu pazarlardan birine geldi ve köle tüccarına “Bunu satacağım” dedi. Tüccar köleyi şöyle bir süzdü ve “Hay hay satalım.” dedi ve “Peki, bu kölenin hünerleri nelerdir? Hangi işlerden anlar? Kabiliyetli midir?” diye sordu. Adam bunun üzerine kendinden emin bir şekilde kölesinin hünerlerini saymaya başladı.
Adam; “Kölem görmüş olduğun gibi yakışıklı, uzun boylu, güçlü, kuvvetli ve gayet beceriklidir. Marangozluktan, bahçıvanlıktan, demircilikten, ince sanatlardan, inşaat işlerinden anlar; bunların yanında üç tane de dil bilir”, diye sayıyordu.
Adamın sözlerini dikkatle dinleyen köle tüccarı, tebessüm ediyor ve içinden de; “Gerçekten de bu köle benim içinde alıcısı içinde bulunmaz bir nimet.
Dünyada bu kadar maharetli bir köle katiyen yoktur. Neredeyse kusursuz, neredeyse mükemmel! Güzel, çok güzel!” diye düşünüyordu. Adam son olarak kölesinin bu harikulade vasıflarının yanında bir tanecik kusuru olduğunu ve bunun da taliplerine iletilmesini istedi. Köleye hayran kalan tüccar “Hay hay! Tabi iletirim” dedi ve kölenin kusurunu öğrenerek adamı gönderdi.
Aradan fazla zaman geçmemişti ki birisi köleye talip oldu. Tüccar kölenin birbirinden üstün maharetlerini öyle güzel saydı ki, onu öve öve bitiremedi. Adam köleye hayran oldu. Muhakkak bu köleyi almalıyım, kaşıkçı elması gibi değerli bir köle diye gönlünden geçirdi. Tüccar kölenin methini bitirince de son olarak alıcıya “Efendim bu kölenin bir tanecik kusuru var”, dedi. Köleye hayran kalan adam bunu pek önemsemeyerek dil ucuyla kölenin kusurunun ne olduğunu sordu. Bunun üzerine tüccar:
Efendim bu köle son derece yalancı, iftiracı ve dedikoducudur. Dışarıda duyduğu bir şeyi eve getirir, evde olan sırrı dışarı çıkarır, tek kusuru budur, dedi.
Bunu işiten adam “ Gül dikensiz olur mu, hem altın dahi cürufun içerisinde gizlidir, ne olacak bundan!” diye düşündü ve “Bu bir kusur değildir!” diyerek köleyi satın aldı, evine götürdü.
Gerçekten köle yaptığı her işi layıkıyla ve titizlikle yapıyor, vazifesini hakkıyla yerine getiriyordu. Bu vesileyle kısa zamanda sahibinin güvenini kazandı ve aile içerisinde itibar elde etti. Bu zaman zarfında da dilini tuttu ve sadece işiyle iştigal etti. Lakin bu hal uzun sürmedi. Bir gün evin hanımına gelerek:
Hani söylemek istemezdim ama söylemeden de edemeyeceğim. Efendi seni sevmiyor. Üzerine başka bir kadın alacak, diye bir yalan attı. Zavallı saf kadın hemen bu yalana inandı ve:
Ya demek öyle… Peki, ne yapayım, diye sordu. Köle cevabını önceden hazırladığı için hemen cevap verdi.
Ben sana bir ilaç yapayım. Ama bunun için efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lazım, dedi. Kadıncağız buna da inandı ve kocasının uyurken sakalından birkaç kıl alacağını söyledi.
Bunu işiten köle hiç vakit kaybetmeden oradan ayrıldı ve derhal efendisinin yanına gelerek ona:
Efendi, efendi! Başımıza gelenleri hiç sorma! Senin hanım meğer bir başkasını seviyormuş. Onun için seni öldürmek istiyor, dedi. Efendisi; nereden biliyorsun, deyince de, “İnanmıyorsan bu gece uyur gibi yap, her şeyi görürsün”, diye cevap verdi.
Bu konuşmalardan sonra adam tüccarın sözlerini hatırlasa da aklı karıştığı için şüphe içerisinde yatağına uzandı ve uyur numarası yapmaya başladı. Biraz sonra kocasının uyuduğuna kanaat getiren saf kadın, elinde ustura ile kocasının yanına yaklaştı. Bu sırada adam gözlerini biraz açtı ki elinde ustura ile karısının kendisine doğru geldiğini gördü. Hanımının kendisini öldürmeye geldiğini düşünerek bir anda hiddetlenen adam, oracıkta boğazını sıkarak karısını öldürdü. Çok geçmeden meseleyi öğrenen kadının kardeşleri ateş püskürdüler ve bunun üzerine eniştelerini öldürdüler. Böylece iki saat içerisinde bir dedikoducunun yüzünden iki ayrı cinayet işlendi ve bir yuva yıkılmış oldu.
Cenab-ı Zülcelâl Hazretlerinin kullarına vermiş olduğu büyük nimetlerden ve Cenab-ı Hakk’ın muazzam sanatının inceliklerinden biriside dildir. Dilin cürmü küçüktür ancak taati ve isyanı pek büyüktür. Hayırda, şerde dilin sahası içindedir.
Dolayısıyla dilin ucunu bırakıp onun dizginlerini serbest bırakan bir kimseyi, nefis ve şeytan her uçuruma sürükler. Böylece onu ebedi bir felakete girmeye mecbur eder. Bu tip insanlara itimat ederek, onların sözlerine itibar eden kişilerde, kıssamızda olduğu gibi onların şerlerinden nasiptar olurlar. İnsanı bu hallere dilin afetleri olarak tasvir edilen; nemine (Müslümanlar arasında fitne çıkarmak), laf taşımak, yalancılık, iftiracılık, dedikoduculuk, küfür etmek, malayani, lanet etmek ve gıybet illetleri düşürür. Kıssamızda her yönüyle mükemmel olan ancak bu illetlerden sadece iftiracılığa sahip olan bir kölenin ne kadar tehlikeli olduğu göz önüne serilmiştir. Zahiri boyutu dahi bu kadar şerli olan iftiracılığın manevi tahribatı daha da büyüktür. Rasulullah (sav): “Bir kimse, bir mümin hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allah-ü Teâlâ onu cehenneme sokar.” (Ebu Davud) buyurmuştur. Efendimiz (sav) akşama kadar oruç tutan, sabaha kadar ibadet eden ancak insanlar arasında laf taşıyan, insanların huzurunu bozan, gıybet eden, dedikodu yapan bir kadından haber verilince; “Yazıklar olsun ona! Yazıklar olsun ona! Yazıklar olsun ona! Sabaha kadar yorgunluğu akşama kadar açlığı yanına kar kalır” buyurmuştur.
Günümüzde saymış olduğumuz bu afetler dünyamızı çepeçevre sarmış ve insanlığa hükmetmektedir. Ticaretlerimizde, günlük diyaloglarımızda, sohbetlerimizde, televizyon programlarında, akrabalar arasında kısaca hayatımızın her alanında ve anında bunların yol açtığı sıkıntılar misliyle bizlere ulaşmaktadır.
Dolayısıyla bizlerde bu uçuruma düşmeden dilimize gem vuralım. Sahabeleri örnek alalım. Konuştuklarımızın hesabı olduğunu Allah’a hesap vereceğimizi düşünelim.
Kişi dilinin altında gizlidir…
Hazreti Ali R.A.