Beşikten Mezara Kadar Öğrenmek
İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren öğrenmeye başlar. İlk olarak duyusal alanda gerçekleşen bu öğrenme daha sonra bilişsel ve duygusal yönde gelişir en sonunda soyut somut tüm yönleriyle kâmil bir noktaya ulaşır. Çok küçük yaşlardan itibaren başlayan deneme yanılma ve gözlem yoluyla elde edilen tecrübe zamanla bilgiyle harmanlanır, içselleştirme ve özümsemeyle birlikte tutum ve davranış olarak ortaya çıkar.
Öğrenme insanın en temel ve en ayırıcı vasıflarından biridir. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in yaratılması ve Rabbi tarafından ona bir takım kelimelerin öğretilmesi (Bakara 2/31) bu sürecin başlangıcı ve dini dayanağı olması bakımından oldukça önemlidir.
“Oku” emriyle başlayan, öğrenmeye, bilmeye ve kaleme vurgu yapan ilahi vahiy, gerek kainata gerek kendi zatına bakarak insanı daima akletmeye ve düşünmeye sevk eder. (Fussılet, 41/53) Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de “Deveye bakmıyorlar mı nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmıyorlar mı nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmıyorlar mı nasıl yaratılmıştır?”. (Ğaşiye, 88/17-20) buyurarak etrafta gördükleri şeylerle insanın bir etkileşim içerisine girmesini ve dikkatli bir şekilde onlara nazar ederek ibret almasını öğütler. Yine insanın hem biyolojik yapısına hem de ruhsal yetilerine bakarak kendi üzerinde düşünmesini, Allah ve kâinat hakkında gerçek bilgiye ulaşmasını ister.
Öğrenme bir süreç işidir. Hayat boyu olan bir süreç. İnsanoğlunun hayatını sürdürebilmesi ve ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için birtakım bilgi ve becerileri edinmesi gerekir. Çağın getirmiş olduğu yenilikler, bilimsel ve teknolojik ilerleme, ekonomik, sosyal ve siyasal değişimler insanı bulunduğu zamana uyum sağlamaya, değişim ve dönüşümle mücadele etmeye mecbur eder. Batıda 18. yüzyılda ortaya çıkan, ülkemizde 2000’li yıllarda araştırmalara konu olan, 2013 yılından itibaren de uygulamaya konan “hayat boyu öğrenme kuramı” (Hoşgörür, V. EducationSciences (NWSAES),1C0657,2016) bu saiklerle yola çıkmıştır. Kadim kültürümüzde “Beşikten mezara kadar ilim talep ediniz” düsturuyla hayat bulmuş olan bu hakikat; öğrenmenin yaşam boyu devam etmesi gereken bir eylem olduğu, insanın bildikleriyle yetinmeyip daima yenilik ve gelişmelere açık olması gerektiği, zamanın ve toplumun ihtiyaçlarına göre bilginin güncellenmesi ve aktif olarak hayata yansıtılması hususunda evrensel bir bakış açısı sunar bizlere.
Hayat boyu öğrenme, insanın bilgi ve beceri anlamında kişisel gelişimine katkı sağlamakla kalmaz, birbirleriyle uyumlu, dinamik ve huzurlu bir toplumun inşasında da önemli bir rol oynar. Kişiye yepyeni ufuklar açarak farklı bakış açıları kazandırır. Toplumsal sorunların farkına varma, problemlere çözüm üretme ve isabetli kararlar alma noktasında insanı geliştirir.
Öğrenmek her daim yeni bir duruş ve kimlik kazandırır insana. Varlıklara ibret nazarıyla bakan insan zerreden küreye her şeyden öğrenir, yeni öğrendiklerini önceki bilgileriyle kıyaslar, değerlendirir ve hayatına başka başka anlamlar katar. Varoluşunu bu eylemlerle gerçekleştiren insan mutlu olmanın da yolarını bulur ve kendisini değerli hisseder. Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un 1943 yılında yayınlanmış olan çalışmasında insanın ihtiyaçları şu şekilde sıralanmıştır. Piramidin en alt kısmında insanın hayatta kalmasını sağlayacak olan yeme-içme barınma-beslenme gibi fiziksel ihtiyaçlar, orta kısmında güvenlik, sevgi, aidiyet, değer görme gibi psikolojik ve duygusal ihtiyaçlar, en üst noktada ise insanın kendisini gerçekleştirmesi ile alakalı ihtiyaçları vardır. Öğrenme bu süreçlerin tümüyle alakalıdır. Ancak en zirve noktada insanın insan olma vasfını ortaya çıkaran, hayatını anlamlı kılan bilge insan modeli vardır.
Öğrenme ve öğretme insana en çok yakışan ve değerine değer katan ameliyelerdendir. Kur’an-ı Kerim’de: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alır” (Zümer 39/9) buyrulmaktadır. Bir gün evinden çıkarak mescide gelen Hz Peygamber (s.a.s.) orada iki grup insan görür. Bir grup nafile ibadetle meşgul oluyor, diğer grup da ilim öğrenip öğretiyorlardı. Yanında olanlardan birisi: “Ya Resulallah bunlardan hangisinin yaptığı iş daha faziletli diye sorunca Hz Peygamber: “İlim öğrenenlerdir. Ben de muallim olarak gönderildim.” buyurdu. (İbni Mace, Sünnet,1) Kadim öğretilerimizde ve tasavvuf kültürümüzde de öğrenmenin önemli bir yeri vardır. Öğrenmekten kasıt kendini bilmektir, kendisini ve yaratıcısını bilmek. Ne demiş koca Yunus:
İlim ilim ilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır
Bilgi, ahlaklı ve erdemli bir hayata kavuşmak için önemli bir araçtır. Antik Yunan filozofu Sokrates’e göre “İnsan, hayatın anlamına ilişkin bilgiyi elde etme gayesi içinde olmalıdır. Bilgi erdemdir. Erdem ise, insanın kendini bilmesiyle ortaya çıkan, yaşamı daha iyi hâle getiren ve bizi mutlu kılan bilgidir.” Cenab-ı Allah tarih boyunca kitaplar ve peygamberler göndermekle aslında hep bunu murat etmiştir. Bakara suresinde bu gerçek şu şekilde dile getirilmiştir: “Kendi aranızdan size ayetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara 2/151) Hz Peygamber (s.a.s.) de “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Muvattâ, Husnu’l-hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381) buyurarak bilginin gerçek işlevinin, insanı insan olmanın onuruna yakışır bir hayat sürmeye sevk eden ve varlığının gerçek amacına ulaştıran bir araç olduğunu hatırlatır bizlere.