İslâm'da Özgüven Eğitimi
Kur’an’a göre insanoğlu hayatın acıları ve sevinçleriyle sınanmaktadır. ıCilar olmasa, sevinçlerin bir anlamı olur mu?
Ölüm olmasa, hayatın bir anlamı olur mu? Başımıza gelen acılardan amaç, biraz da hangi- mizin daha güzel kullukta bulunduğumuzu ortaya çıkarmaktır. Şu ayetleri toplu olarak okursak olayın içyüzünü daha iyi anlayabiliriz:
"Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele.
O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız, ve biz O’na döneceğiz, derler.
İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (Bakara, 154-57)
Bu öyle bir sınavdır ki, dünya hayatında karşılarına çıkan belâ ve musibetler karşısında kimileri dökülür, kimileri tahammül göstererek direnir, özgüvenini korur, kulluk bilincini daha yükseklerde, zirvelerde tutar.
Önemli olan, gönüller fatihi Yunus Emre’mizin dediği gibi, acıları bal eyleyebilmektir. Bu da her yiğidin kazancı değil, erlerin/olgunlaşmış kimselerin kazancıdır.
Aslında Müslüman, eğer bilirse, mutlu ve huzurlu insandır. Onun hayatından sevinçler hiç eksik olmaz. O, namazını kılar, bayram eder; orucunu tutar, bayram eder; kurban keser, eti ve derisi ile bir fakire veya düşküne yardımda bulunur, mutluluğu yüzünden okunur. İslam, bir nevi, kişiyi devamlı, kendisi ile barışık tutmaktadır. Çoğumuz böyle bir yüce değerin farkında değilizdir. İnanmış insan, gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı vazifelerini hakkı ile yerine getirdiği zaman, ruhsal anlamda bir manevî haz ve coşku hali yaşar.
Anadolu’nun irfan erlerinden Eşrefoğlu Rûmî şöyle diyor: "Gökten belâ kar gibi yağsa, anın adına aşk denir." Eğer içinizde aşk varsa, hiçbir engel sizi durduramaz. En büyük belâ ve musibetlerle Peygamberler denenmedi mi? Güler yüzlü İslam’ın şavkını asırlara taşıyan Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke’de zorbaların her türlü karalayıcı kampanyaları karşısında, içine dönüyor, sabırla direnişine ve mücadelesine devam ediyordu. Ona iç dünyasını nasıl ve ne ile diri tutması gerektiğini Yüce Allah şöyle öğretiyordu:
"(Ey Muhammed!) Yemin olsun biz biliyoruz ki, onların söylediklerine senin göğsün daralıyor." (Hıcr, 97) Bu bir durum tespitidir. İç sıkıntılar karşısında, yani insan, hayatın acımasızlığına nasıl göğüs gerecek? işte Yüce Rabbimiz bunun yolunu da Resulünün şahsında bize şöyle gösteriyor: "Sen Rabbini hamd ile teşbih et ve secde edenlerden ol." (Hicr, 98) İşte özgüven eğitimi bu.
İslam tarihinde Moğol istilâsının yol açtığı kriz, Hz. Mevlânâ gibi büyük bir düşünce ve irfan adamını oraya çıkarmıştır. Mevlânâ’nın yaşadığı dönemin oldukça sıkıntılı bir dönem olduğunu hepimiz biliyoruz. Hicrî yedinci asır, İslam dünyasının yakılıp yıkıldığı, talan edildiği bir dönemdir. Ümitsizliğin, kötümserliğin, hatta İslam’ın bir inanç sistemi, bir kültür ve medeniyet olarak geleceğine şüphe ve endişe ile bakmanın oldukça yaygın olduğu bir dönemdir. Mevlânâ, bu menfi gelişme karşısında boş durmamış, his ve fikir plânında büyük bir mücadele vermiştir. O, öyle güzel şeyler söylemiş ki, kafalar ve gönüller rahatlasın diye. Âlim de bir şey öğrensin, testici de bir şey öğrensin diye. (Aydın, Mehmet, Islâm Felsefesi Yazıları, İstanbul, 2000, 96)
Günümüzde bazı çağdaş terapistler, hastalarını tedavide Islâm tasavvufunun ana kaynaklarından yararlandıklarını söylemektedirler. Bu kaynaklar arasında, işte başta Hz. Mevlânâ’nın mu- halled eseri Mesnevi gelir. Son yıllarda Amerika’da Doğu-lslâm klâsikleri arasında en çok satılan ve okunan kitabın Mesnevî olduğu söyleniyor. Hatta bir yazarımız Mektuplar isimli eserinde Amerika’da okuyan oğluna, tefessüh etmiş bir cemiyette ancak Mesnevî okuyarak ayakta durabileceğini, inançlarını koruyabileceğini tavsiye ediyor.
Ne var Mesnevî’de?
Rûhaniyet var, psikoloji var, ruhsal hayatı tamir var, ümit var, coşku var, inanç var, güven var, insanın kendisi ve çevresiyle barışık olmasının yolu var, dahası, Allah’la bağ kurmanın yöntemi var. Yegâne güven kaynağı olan Yüce Allah’a bağlanan kimse isyanlarda olur mu? O, aşk ehlidir. Acılar karşısında bilenir.
İşte Mevlânâ, İslâm dünyasının büyük bir yıkıma uğratıldığı dönemde, Müslüman vicdanlara yılgınlığı, bedbinliği değil, çağının sorumluluğunu taşıyan bir mütefekkir edasıyla, tekrar varoluş ve umut ruhunu yeniden aşılamıştır. Mevlânâ’nın bu tavrı, yaşadığımız yüzyılda hâlâ varlığını sürdüren tavrına, onun düşünce dünyasının temel kaynaklarına ve mesajına iyi bakmak gerekir.
Sosyolojik manada kriz dönemleri, toplumla- rın hayata tekrar tutunmak için, yol göstericileri aradıkları dönemlerdir. Yani, kurtarıcı beklenen dönemlerdir. Bu noktada Mevlânâ, tarihi misyonunu mükemmel bir şekilde yerine getirmiştir. Dolayısıyla, Mevlânâ felsefesinde ümitsizlik ve kötümserliğe yer yoktur. O, "bir kimse, iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kafirim" sözüyle, insana umut kapılarını açar ve rûhun sonsuzluğuna inşirah/huzur/coşku/heyecan üfürür. Bu ufku genişliğin bir alâmetidir. Mevlânâ insan hayatında ’kötülük’ sorununa da değinir. Onun düşünce dünyasına göre, eşyada aslolan ibâhadır. Varlıkta iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Ancak, bazı kimseler nezdinde eşya iyi ve kötü şeklinde bir değer yargısına sahiptir. İyi ve kötü gibi değer yargıları, insanın kişisel kaprislerine ve ihtiyaçlarına, öte yandan düşünce, bilgi ve kültürel düzeylerine göre değişir. Dolayısıyla kötülüğün bir gerçek olduğunu kabul eden Mevlânâ’ya göre, bu dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötülük izâfidir, özneldir. Buna göre, şuna göre değişir. Örneğin, yılanın zehri kendisi için hayattır, insan içinse ölümdür. Yine Zeyd, birine göre iyidir, bir başkasına göre kötüdür.
"Öyle şeyler oluverir ki, siz, onlardan hoşlanmazsınız, halbuki o, sizin için daha hayırlıdır" (Bakara, 216; Nisâ, 19) ayetine vurgu yapan Mevlânâ, insan hayatının kötümserlikten zîyade iyimserlik tarafı ile ilgilenir. (Mevlânâ, Mesnevî, 1974, IV, 4-6) Büyük mütefekkir Cazâli’nin dediği gibi: Acı ve ız- dıraplar, nihaî iyiliğimiz için tahammül etmemiz gereken tedaviler gibidir. Dünyadaki acı ve ızdı- raplar da insanların daha büyük iyiliklere ulaşmaları açısından gerekli olan kılık değiştirmiş iyiliklerdir. (Cazzâlî, Kitâbu’l-Esnâ, 1409, 40) Ama yine de Mevlânâ, kötülükler karşısında "pes etmeye, ne yapayım bu benim kaderimdir" gibi yaklaşımlara karşıdır. O, her ne olursa olsun, kötülüklerle mücadele edilmesi taraftarıdır. Yüce Allah diyor Mevlânâ; sıcağı, soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir. Bütün bunlar; korku, açlık, malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaidlerle tehditler, iyi ve kötüyü ayırdetmek içindir. (Mevlânâ, Mesnevî, 1974, II, 227) Bu sebeple Mevlânâ’ya göre, kötülükler karşısında olgun müminin pozisyonu, sopa yiyen kirpinin durumu gibi olmalıdır. Nasıl ki, sopa yiyen bir kirpi, dövüldükçe okları daha çok sertleşir ve mukavemet etmede kuvvet kazanırsa, mümin de zahmetler ve meşakkatler karşısında direniş gücünü daha da artırmalı ve metanetini korumalıdır. (Mevlânâ, Mesnevî, 1966, IV, 8-9) Ne mutlu hayatın acıları karşısında yılgınlık göstermeden, yaşama aşkla yeniden tutunanlara!...